22 Şubat 2015 Pazar

Ricat: Süleyman Şah operasyonu zafer mi, hezimet mi?


            Tarihçiler Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş sürecinin 26 Ocak 1699 Karlofça Antlaşması ile başladığında mutabıktır. Antlaşma, 1683-1698 yılları arasındaki Avusturya, Venedik ve Lehistan’dan oluşan Kutsal İttifak ülkeleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yaşanan savaşlar sonrası imzalanmıştır. Tarihe Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk toprak kaybettiği, özellikle Avrupa’dan ricat (retreat) etmeye başladığı anlaşma olarak geçmiştir. Bu ilk toprak kaybı, ekonomik, siyasi ve jeopolitik yeni kayıpları beraberinde getirmiş ve aşağı yukarı 200 yıllık bir süreç içerisinde bizzat Osmanlı’nın kendisinin tarihin küllerine karışmasına yol açmıştır.
            Karlofça Antlaşması’ndan tam 316 yıl sonra, Türkler olarak, maalesef yeniden vahim bir ricat durumu ile karşı karşıyayız. Üstelik dilinden Osmanlı’yı düşürmeyen, yeni-Osmanlıcılık hayalleri peşinde koşmaktan nefesi kesilen bir iktidar döneminde yaşıyoruz bunu. Cumartesi gecesi itibariyle Türkiye, manevi değeri yüksek ata yadigarı, Osmanlı mirası bir Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’nden geri çekilmek zorunda bırakılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk padişahı Osman Gazi’nin büyükbabası ve Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah’ın ve iki askerinin naaşlarının bulunduğu Süleyman Şah Türbesi, Cumartesi gecesi başlatılan ve sabah saatlerinde tamamlanan son derece başarılı bir askeri operasyonla boşaltılarak başka bir yere taşınmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılan açıklamada, uluslararası antlaşmalar çerçevesinde Türk toprağı kabul edilen Süleyman Şah Saygı Karakolu’ndaki manevi değeri yüksek emanetlere vurgu yapılmış ve adını “Şah Fırat” koydukları operasyon hakkında şöyle denilmiştir: “Suriye’de ortaya çıkan güvenlik sorunları ve askerî zaruretler nedeniyle, haklarımız saklı kalmak üzere ata yadigarı emanetler geçici olarak yine Suriye topraklarında bulunan Suriye Eşmesi Köyüne taşınmak üzere getirilmiştir. Geride değerli emanet bırakılmamıştır. Suriye Eşmesi’nde naaşın nakledileceği bölge birliklerimiz tarafından kontrol altına alınmış, bayrağımız göndere çekilmiştir. ‘Şah Fırat’ Operasyonu sırasında herhangi bir çatışma yaşanmamış, başlangıç evresindeki intikal esnasında bir personelimiz geçirdiği bir kaza sonucu şehit olmuştur.”
Kendilerine verilen emirler çerçevesinde 39 tank, 57 zırhlı araç, 100 araç ve 572 askeri personelle Suriye’ye girerek başarılı bir nakil operasyonu gerçekleştiren TSK, elbette ki en samimisinden bir tebriği hak ediyor. Çünkü “Şah Fırat”, iktidarın verdiği emirler çerçevesinde gerçekleştirilen bir operasyon olarak askeri planlama, stratejik zamanlama ve bu planı en az kayıpla uygulama bakımından tam bir askeri başarı hikayesidir.
Ama ne yazık ki, aynı operasyonu tarihi, siyasi, manevi, jeopolitik ve uluslararası ilişkiler açısından değerlendirdiğimizde ortada tebrik edilecek herhangi bir başarı göremiyorum. Tam tersine bu başarılı askeri operasyonun yapılmak zorunda kalınması büyük bir siyasi beceriksizlik, diplomatik basiretsizlik ve tam bir çaresizliğin sonucudur. Başta Türk dış politikasının yıkım mimarı olan Başbakan Ahmet Davutoğlu olmak üzere, Türkiye’ye yaşatılan bu tarihi ricat ve hezimetin siyasi sorumluları bu rezaletin hesabını mutlaka vermek zorundadırlar. Çünkü, önümüzdeki dönemde ülkenin kaderi üzerinde Karlofça Antlaşması kadar etkisi olmamasını temenni ettiğim, bu feci ricatın politik ve diplomatik tüm düzlemlerde çok büyük ve büyük olduğu kadar menfi etkileri olacaktır. Bu ricatın, daha şimdiden ilk sonucu olarak, Davutoğlu’nun Ortadoğu üzerindeki tüm temelsiz iddia ve hayallerini kokuşmuş bir çöplüğe dönüştürdüğünü engellenemeyen bir acıma duygusuyla söyleyebiliriz.  
Manevi değeri yüksek Süleyman Şah Türbesi’nin Caber Kalesi eteklerinde ilk yapım tarihinden bu yana bir dizi yıkım, taşınma ve yeniden inşa faaliyeti geçirdiği doğrudur. Son olarak, baraj inşaatı nedeniyle 1975’te bugünkü yerine taşınmıştır. Ama önceki hiçbir taşınma veya yer değiştirme “Şam’da Cuma namazı kılma” hayalleri gören muhteris bir siyasal ekibin diplomatik ve güvenlik politikalarının çökmesi sonucu ortaya çıkan zavallı bir mecburiyetten kaynaklanmamıştır. Orada görev yapan 38 askerin can güvenliği elbette önemlidir ve hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ancak, ne enteresandır ki, Musul Konsolosluğu’nu 49 görevlisi ile birlikte IŞİD’e teslim ederek aylarca rehin bırakan basiretsiz ama iddialı, kifayetsiz ama muhteris bu zihniyet, Süleyman Şah Türbesi’nde görev yapan askerlerin can güvenliğine yönelik tehditlerin bu seviyeye ulaşmasının da ana sorumlusudur.
Operasyon sonrası AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı açıklamalardan anlaşılan, Osmanlı’yı her açıdan sömüren bu siyaset ve maneviyat tacirleri, Süleyman Şah Türbesi konusunda yaşanan vahim hezimeti bile bir zafer gibi sunma peşindedirler. “Operasyonunun sevk ve idaresini bizzat takip ettim” diyerek sanki zafer kazanılmış bir askeri harekatın başkomutanıymış edasına bürünerek derhal bir algı operasyonu için kolları sıvayan Erdoğan, ne derse desin, hangi hamasetin arkasına sığınırsa sığınsın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait manevi değeri yüksek bir toprak parçasını, daha yakın zamana kadar duyduğu sempatiyi bile gizleyemediği, vahşi terör örgütü IŞİD’e bırakan bir lider olarak tarihe geçecektir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu ise, Ortadoğu’da Türkiye’nin düzen kuruculuğuna ve bölgenin sahibi olduğuna dair meczubane söylemlerle bezediği “Büyük Türkiye” palavralarıyla kitleleri uyuturken, Türk toprağını terk etmek durumunda kalan büyük bir acziyetin mimarı olarak tarihteki yerini alacaktır. Gezi Parkı protestoları sırasında, “parkta keseceğimiz her ağacın yerine şu kadar ağacı başka yere dikeceğiz” saçma argümanına benzer şekilde Süleyman Şah Türbesi’nde gönderden indirilen Türk bayrağının bir başka yere çekildiğini söyleme bahtsızlığını gösteren Davutoğlu, resmen insanların aklıyla ve en hassas duyarlılıklarıyla resmen alay etmektir. Son bir yıl içerisinde, Türkiye sınırları içerisinde PKK militanları eliyle, sınırlarımız dışındaki Türk topraklarında ise ilki Musul Konsolosluğu’nda olmak üzere, sürekli Türk bayraklarının indirilmesiyle gündeme gelen bu muhteris siyasi grubun, son seçim kampanyalarında Türk Bayrağı’nı en bayağı bir şekilde sömüren siyasi ekip olması da herhalde kaderin acı bir cilvesi olsa gerektir.
Eski Kültür Bakanı ve bağımsız milletvekili Ertuğrul Günay’ın da ifade ettiği gibi, herkes şundan emin olsun ki, bu trajik ricat operasyonuyla “ecdadın kemikleri sızlatılmıştır.” Süleyman Şah’ın naaşı ve emanetleri alındıktan sonra imha edilen türbe ve diğer yapılar konusundaki tartışmalar uzun yıllar devam edecektir. En acı olan ve mutlaka ders çıkarılması gereken şey ise, “üç saat içerisinde Şam’a girip tarihi Emeviye Camii’nde cuma namazı kılma”, “birkaç hafta içerisinde Esed’i devirip Suriye’ye hakim olma” boş hayallerinin peşine düşerek, Suriye’nin kan deryasına dönüşmesinde başat rol oynayan siyaset ve strateji cücelererinin bugün Türk toprağını teslim eder hale gelmeleridir. Bu bariz hezimeti bir de siyaseten zafer gibi sunmaya çabalamak tek kelimeyle rezilliğin dik alasıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve çevrelerindeki muhteris siyaset çetesi yüzünden Türkiye, bugün dünyadan tecrit edilmiş ve yapayalnız bir ülke haline getirilmiştir. Bununla da kalınmamış Türkiye, toprak bütünlüğünü ve milli birliğini korumakta güçlük çeken bir ülke durumuna düşürülmüştür. En nihayet ata yadigarı toprağını kaybetmekle karşı karşıya kalmıştır. Bütün bu beceriksizlikler elbette ki mevcut hükümetin eseridir. Bu ricat ve hezimetin kahreden utancını en fazla duyması gereken AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanının, bu tarihi utancı edebince yaşamak yerine, yaşananlar adeta büyük bir marifetmiş gibi, zafer naraları atmaları ise tek kelimeyle utanmazlıktır.
Tekrar ediyorum: Bu operasyon kendilerine verilen emirler çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin minimum kayıpla gerçekleştirdiği büyük bir başarı hikayesidir. Ancak öngörüsüz, basiretsiz, kifayetsiz siyasi iktidarın yol açtığı çöküş psikolojisi ve toprak kaybetmeye varan beceriksizliği ve acizliği bakımından tam bir hezimettir ve dört dörtlük bir rezalettir. Erdoğan ve Davutoğlu başta olmak üzere iktidar bu hezimet ve rezaletin hesabını mutlaka vermek ve bedelini ödemek zorundadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder