Tarihçiler
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş sürecinin 26 Ocak 1699 Karlofça
Antlaşması ile başladığında mutabıktır. Antlaşma, 1683-1698 yılları arasındaki Avusturya,
Venedik ve Lehistan’dan oluşan Kutsal İttifak ülkeleri ile Osmanlı
İmparatorluğu arasında yaşanan savaşlar sonrası imzalanmıştır. Tarihe Osmanlı
İmparatorluğu’nun ilk toprak kaybettiği, özellikle Avrupa’dan ricat (retreat)
etmeye başladığı anlaşma olarak geçmiştir. Bu ilk toprak kaybı, ekonomik,
siyasi ve jeopolitik yeni kayıpları beraberinde getirmiş ve aşağı yukarı 200
yıllık bir süreç içerisinde bizzat Osmanlı’nın kendisinin tarihin küllerine
karışmasına yol açmıştır.
Karlofça Antlaşması’ndan tam 316 yıl
sonra, Türkler olarak, maalesef yeniden vahim bir ricat durumu ile karşı
karşıyayız. Üstelik dilinden Osmanlı’yı düşürmeyen, yeni-Osmanlıcılık hayalleri
peşinde koşmaktan nefesi kesilen bir iktidar döneminde yaşıyoruz bunu.
Cumartesi gecesi itibariyle Türkiye, manevi değeri yüksek ata yadigarı, Osmanlı
mirası bir Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’nden geri çekilmek zorunda
bırakılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk padişahı Osman Gazi’nin
büyükbabası ve Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah’ın ve iki askerinin
naaşlarının bulunduğu Süleyman Şah Türbesi, Cumartesi gecesi başlatılan ve
sabah saatlerinde tamamlanan son derece başarılı bir askeri operasyonla
boşaltılarak başka bir yere taşınmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılan
açıklamada, uluslararası antlaşmalar çerçevesinde Türk toprağı kabul edilen Süleyman
Şah Saygı Karakolu’ndaki manevi değeri yüksek emanetlere vurgu yapılmış ve adını
“Şah Fırat” koydukları operasyon hakkında şöyle denilmiştir: “Suriye’de ortaya
çıkan güvenlik sorunları ve askerî zaruretler nedeniyle, haklarımız saklı
kalmak üzere ata yadigarı emanetler geçici olarak yine Suriye topraklarında
bulunan Suriye Eşmesi Köyüne taşınmak üzere getirilmiştir. Geride değerli
emanet bırakılmamıştır. Suriye Eşmesi’nde naaşın nakledileceği bölge birliklerimiz
tarafından kontrol altına alınmış, bayrağımız göndere çekilmiştir. ‘Şah Fırat’
Operasyonu sırasında herhangi bir çatışma yaşanmamış, başlangıç evresindeki
intikal esnasında bir personelimiz geçirdiği bir kaza sonucu şehit olmuştur.”
Kendilerine verilen emirler çerçevesinde 39 tank,
57 zırhlı araç, 100 araç ve 572 askeri personelle Suriye’ye girerek başarılı
bir nakil operasyonu gerçekleştiren TSK, elbette ki en samimisinden bir tebriği
hak ediyor. Çünkü “Şah Fırat”, iktidarın verdiği emirler çerçevesinde
gerçekleştirilen bir operasyon olarak askeri planlama, stratejik zamanlama ve bu
planı en az kayıpla uygulama bakımından tam bir askeri başarı hikayesidir.
Ama ne yazık ki, aynı operasyonu tarihi, siyasi,
manevi, jeopolitik ve uluslararası ilişkiler açısından değerlendirdiğimizde
ortada tebrik edilecek herhangi bir başarı göremiyorum. Tam tersine bu başarılı
askeri operasyonun yapılmak zorunda kalınması büyük bir siyasi beceriksizlik, diplomatik
basiretsizlik ve tam bir çaresizliğin sonucudur. Başta Türk dış politikasının
yıkım mimarı olan Başbakan Ahmet Davutoğlu olmak üzere, Türkiye’ye yaşatılan bu
tarihi ricat ve hezimetin siyasi sorumluları bu rezaletin hesabını mutlaka vermek
zorundadırlar. Çünkü, önümüzdeki dönemde ülkenin kaderi üzerinde Karlofça
Antlaşması kadar etkisi olmamasını temenni ettiğim, bu feci ricatın politik ve
diplomatik tüm düzlemlerde çok büyük ve büyük olduğu kadar menfi etkileri olacaktır.
Bu ricatın, daha şimdiden ilk sonucu olarak, Davutoğlu’nun Ortadoğu üzerindeki
tüm temelsiz iddia ve hayallerini kokuşmuş bir çöplüğe dönüştürdüğünü engellenemeyen
bir acıma duygusuyla söyleyebiliriz.
Manevi değeri yüksek Süleyman Şah Türbesi’nin Caber
Kalesi eteklerinde ilk yapım tarihinden bu yana bir dizi yıkım, taşınma ve
yeniden inşa faaliyeti geçirdiği doğrudur. Son olarak, baraj inşaatı nedeniyle
1975’te bugünkü yerine taşınmıştır. Ama önceki hiçbir taşınma veya yer
değiştirme “Şam’da Cuma namazı kılma” hayalleri gören muhteris bir siyasal
ekibin diplomatik ve güvenlik politikalarının çökmesi sonucu ortaya çıkan
zavallı bir mecburiyetten kaynaklanmamıştır. Orada görev yapan 38 askerin can güvenliği
elbette önemlidir ve hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ancak, ne enteresandır ki,
Musul Konsolosluğu’nu 49 görevlisi ile birlikte IŞİD’e teslim ederek aylarca
rehin bırakan basiretsiz ama iddialı, kifayetsiz ama muhteris bu zihniyet, Süleyman
Şah Türbesi’nde görev yapan askerlerin can güvenliğine yönelik tehditlerin bu
seviyeye ulaşmasının da ana sorumlusudur.
Operasyon sonrası AKP’li Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı açıklamalardan
anlaşılan, Osmanlı’yı her açıdan sömüren bu siyaset ve maneviyat tacirleri,
Süleyman Şah Türbesi konusunda yaşanan vahim hezimeti bile bir zafer gibi sunma
peşindedirler. “Operasyonunun sevk ve idaresini bizzat takip ettim” diyerek
sanki zafer kazanılmış bir askeri harekatın başkomutanıymış edasına bürünerek
derhal bir algı operasyonu için kolları sıvayan Erdoğan, ne derse desin, hangi
hamasetin arkasına sığınırsa sığınsın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait manevi
değeri yüksek bir toprak parçasını, daha yakın zamana kadar duyduğu sempatiyi bile
gizleyemediği, vahşi terör örgütü IŞİD’e bırakan bir lider olarak tarihe
geçecektir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu ise, Ortadoğu’da Türkiye’nin
düzen kuruculuğuna ve bölgenin sahibi olduğuna dair meczubane söylemlerle
bezediği “Büyük Türkiye” palavralarıyla kitleleri uyuturken, Türk toprağını
terk etmek durumunda kalan büyük bir acziyetin mimarı olarak tarihteki yerini
alacaktır. Gezi Parkı protestoları sırasında, “parkta keseceğimiz her ağacın
yerine şu kadar ağacı başka yere dikeceğiz” saçma argümanına benzer şekilde
Süleyman Şah Türbesi’nde gönderden indirilen Türk bayrağının bir başka yere
çekildiğini söyleme bahtsızlığını gösteren Davutoğlu, resmen insanların aklıyla
ve en hassas duyarlılıklarıyla resmen alay etmektir. Son bir yıl içerisinde, Türkiye
sınırları içerisinde PKK militanları eliyle, sınırlarımız dışındaki Türk
topraklarında ise ilki Musul Konsolosluğu’nda olmak üzere, sürekli Türk bayraklarının
indirilmesiyle gündeme gelen bu muhteris siyasi grubun, son seçim
kampanyalarında Türk Bayrağı’nı en bayağı bir şekilde sömüren siyasi ekip olması
da herhalde kaderin acı bir cilvesi olsa gerektir.
Eski Kültür Bakanı ve bağımsız milletvekili Ertuğrul
Günay’ın da ifade ettiği gibi, herkes şundan emin olsun ki, bu trajik ricat
operasyonuyla “ecdadın kemikleri sızlatılmıştır.” Süleyman Şah’ın naaşı ve
emanetleri alındıktan sonra imha edilen türbe ve diğer yapılar konusundaki
tartışmalar uzun yıllar devam edecektir. En acı olan ve mutlaka ders
çıkarılması gereken şey ise, “üç saat içerisinde Şam’a girip tarihi Emeviye
Camii’nde cuma namazı kılma”, “birkaç hafta içerisinde Esed’i devirip Suriye’ye
hakim olma” boş hayallerinin peşine düşerek, Suriye’nin kan deryasına
dönüşmesinde başat rol oynayan siyaset ve strateji cücelererinin bugün Türk
toprağını teslim eder hale gelmeleridir. Bu bariz hezimeti bir de siyaseten zafer
gibi sunmaya çabalamak tek kelimeyle rezilliğin dik alasıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu
ve çevrelerindeki muhteris siyaset çetesi yüzünden Türkiye, bugün dünyadan tecrit
edilmiş ve yapayalnız bir ülke haline getirilmiştir. Bununla da kalınmamış Türkiye,
toprak bütünlüğünü ve milli birliğini korumakta güçlük çeken bir ülke durumuna
düşürülmüştür. En nihayet ata yadigarı toprağını kaybetmekle karşı karşıya
kalmıştır. Bütün bu beceriksizlikler elbette ki mevcut hükümetin eseridir. Bu
ricat ve hezimetin kahreden utancını en fazla duyması gereken AKP hükümeti ve
Cumhurbaşkanının, bu tarihi utancı edebince yaşamak yerine, yaşananlar adeta
büyük bir marifetmiş gibi, zafer naraları atmaları ise tek kelimeyle
utanmazlıktır.
Tekrar ediyorum: Bu operasyon kendilerine verilen
emirler çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin minimum kayıpla gerçekleştirdiği
büyük bir başarı hikayesidir. Ancak öngörüsüz, basiretsiz, kifayetsiz siyasi
iktidarın yol açtığı çöküş psikolojisi ve toprak kaybetmeye varan
beceriksizliği ve acizliği bakımından tam bir hezimettir ve dört dörtlük bir
rezalettir. Erdoğan ve Davutoğlu başta olmak üzere iktidar bu hezimet ve rezaletin
hesabını mutlaka vermek ve bedelini ödemek zorundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder