1 Şubat 2015 Pazar

Değerler ve normlar: Türkiye kimin müttefiki?


Bu yazıda maalesef son yıllarda yönünü şaşırmış, nereye gideceği konusunda kafası iyice karışmış, bugüne kadar ulaşmak yönünde yol almaya çabaladığı değerler, normlar ve standartlardan hızla uzaklaşmakta olan bir ülkeden bahsedeceğim size. Türkiye son zamanlarda maalesef çok tarihi ve tarihi olduğu kadar da çok can sıkıcı bir süreçten geçiyor. Umarım bu can sıkıcı süreci anlatırken sizlerin de canını sıkmam…
Öğrencisi olmaktan gurur duyduğum çok saygın bir Türk siyaset bilimci hanımefendiden, yıllar önce Türklerin tarihsel yönelimi konusunda, bana göre çok değerli, bir saptama duymuştum. O akademisyen hanımefendi demişti ki, “Biz Türkler ta binlerce yıl önce Orta Asya steplerinde henüz göçmen kabileler halinde yaşıyorken yönümüzü hep Batı’ya dönmüş, atlarımızı hep Batı’ya doğru sürmüş, savaşlarımızın çoğunu da, barışlarımızı da çoğunlukla Batı ile yapmış bir milletiz.” Daha sonra belki biraz da abartıyla “Galiba Batı’ya yönelim biz Türklerin genetik kodlarında var” diye eklemişti.
Belki abartıydı ama bu tecrübeli sosyal bilimcinin söylediklerinde büyük bir hakikat payı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Gerçekten de Türk boyları, Türki ırklar sürekli olarak yönünü Batı’ya çevirmiş, meşhur kabileler göçü zamanından başlayarak hep Avrupa kapılarını zorlamıştır. Dönemin bir çeşit ama biraz vahşi iletişim ve etkileşim aracı olarak kılıçlarını Avrupa’ya biraz daha yakınlaşmak, biraz daha Avrupa’dan olmak üzere çalmışlardır. Avrupa içlerine kadar sokulan Hunlar, o güne kadar Diyar-ı Rum olarak bilinen Anadolu’ya yerleşerek burayı Türklere vatan yapan Selçuklular, Anadolu’ya sığmayıp Avrupa kapılarını zorlayan Osmanlılar, bugün Avrupa’da pek de iyi anılmayan yöntemlerle de olsa, hem yönlerini Batı’ya yani Avrupa’ya çevirmişlerdir. Bütün bu tarih boyunca yolunu şaşırıp atlarını doğuya doğru süren Türklere rastlamak ancak önem atfedilmeyecek istisnalar kabilindendir.
Belki şaşıracaksınız ama Osmanlı’nın gerileme ve çöküş yılları bilim, teknoloji ve medeniyet imkanları açısından karşısında rekabet etmekte güçlük çektiği Avrupa’nın Türkler tarafından yeniden keşfedildiği yıllardır da aynı zamanda. Gerileyen Osmanlı 19. yüzyıl başlarından itibaren, bazen iradi bazense mecburi olarak Avrupa’da olup bitenlerle daha yakından ilgilenmek, gıpta ile izlediği gelişmelerin birçoğundan ilham alarak kendisini bu gidişata adapte etmek ihtiyacını duymuştur.  Osmanlılar, o yıllara damgasını vuran çöküş psikolojisinden ve bitiş sürecinden kurtulmanın yolunu Avrupa’daki gelişmeleri yönetimden bilime, teknolojiden sanata, askeriyeden sivil hayata kadar aktarmakta görmüşlerdir.
Osmanlı’daki ilk demokratikleşme çabaları da bu sürecin bir gereği olarak ortaya çıkmıştır. Demokratik ve sivil değerlerin benimsenmesinde devrim niteliğindeki adımlar olan 1839 Tanzimat Fermanı veya Gülhane Hattı Hümayunu, 1876’da açılan ilk parlamento hep Avrupai değer, norm ve standartların medeniyete giden yolun köşe taşları olduğuna olan inancın semereleridir.
Çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin şaşırtıcı bir şekilde Cumhuriyet dönemindekinden çok daha hızlı bir şekilde Avrupa’daki yenilikleri kendi topraklarına taşıma, benimseme ve hayata geçirme azim ve istekliliğinde olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Mesela, telgraf, demiryolu, telefon ve elektriğin Osmanlı’da alınma ve benimsenme hızı, Cumhuriyet’in 30’lu yaşlarında televizyonun Türkiye’ye girmesi, benimsenmesi ve yaygınlaşması hızından çok daha yüksektir.
Osmanlı’nın çöküşte bile Batı ve Avrupa yöneliminden sapmamış olma geleneğini 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan itibaren benimsemiştir. Öyle ki, Avrupa’da neler oluyorsa, hangi sosyal veya siyasal cereyanlar öne çıkıyorsa Türkiye’de de bu sosyo-politik veya ekonomik cereyanların etkileri hemen hissedilmiştir. Bunlar her zaman olumlu ve yapıcı yönde olmamıştır elbette. Mesela, liberal kapitalist rüzgarların güçlü estiği yıllarda (ki 1930 bunalımına kadar sürmüştür) genç Cumhuriyet de serbest piyasa ekonomisine yönelmiş, bunun siyasi alandaki etkisi çoğulcu bir demokratik arayış olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu kıymetli arayış bir başarıya ulaştırılamamıştır. İtalya, İspanya ve Almanya’da güç kazanan faşizm kadar, Rusya ve Doğu Avrupa’da zirve yapan sosyalizmin de Türkiye üzerinde ciddi etkileri olmuştur.
Avrupa’nın müspet gelişmelerinden etkilenen ve bunları model alan Türkiye, aynı Avrupa’nın hastalıklarını da taklit etmekten geri durmamıştır. Kapitalizmin içine düştüğü bunalımından kurtuluşu sola kaymakta görerek 1930’ların ilk yarısında devletçi sosyalist politikalara ve daha merkezi/commanded ekonomiye sapan Türkiye, 1940’lara doğru faşist totaliter eğilimlerin güç kazandığı bir ülke haline gelmiştir.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Türkiye, kısa bocalamalar süreci ve bazı mecburiyetler neticesinde yerini ve menfaatlerini Batı blokunda ve Batılı demokratik değerleri benimsemekte görmüştür. NATO üyeliği, BM’de ve dünyayı ilgilendiren meselelerde hep Batı bloku ile hareket etme eğilimi, kuruluşundan hemen sonra bugünkü Avrupa Birliği’nin öncülü olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dahil olma konusundaki istekliliği Türkiye’nin ta binlerce yıl öncesinden atalarının el yordamıyla bulduğu Batı yöneliminin bir nevi devamı niteliğindedir.
Batı’ya ve Avrupa’ya yönelmek elbette ki lafla olmaz. Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri benimsemeden Avrupa ve Batı yönelimli olmaktan bahsedilemez. Türk demokratikleşme tarihine baktığımızda, bu tarihin neredeyse tamamının Batılı değerlerle karşılaşma, tanışma, yüzleşme, benimseme ve bunları realize etme tarihinden ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sürecin sağlıklı bir zeminde ilerlediği dönemlerde Türk demokratikleşme süreci güç kazanmış, bu konuda farklı arayışların gündeme nüfuz ettiği dönemlerde ise demokratikleşme süreçleri kan ve güç kaybetmiştir.
Bu yönüyle Türkiye’nin Avrupa yönelimini, Avrupa’yı Avrupa yapan demokratik norm ve standartları sadece basit birer stratejik tercih ya da jeopolitik bir mecburiyet olarak gördüğünü düşünmek yanlış olacaktır. Çünkü bu yönelimin güçlendiği dönemler Türkiye’de temel insan hak ve özgürlüklerinin alanının genişlediği, hukuk devleti olma ve hukukun üstünlüğü ilkesinin güç kazandığı, şeffaflık ve hesap verebilirlik kriterlerinin güçlendiği dönemler olarak insanların hayatını doğrudan ve pozitif yönde etkilemiştir.
Tıpkı son yıllarda olduğu gibi, bunların tam tersine bir gidişatın baş gösterdiği dönemlerde ise tüm bu ilkeler, normlar ve standartlardan ciddi geriye gidişler yaşanmış ve insanlar bu geriye gidişlerin hayatlarına yansımalarından fevkalede mustarip olmuşlardır. Böyle dönemlerde keyfilik ve despotluk artmış, hak, hukuk ve özgürlük ihlalleri istisnai olmaktan çıkıp sistematik hale gelmiş, şeffaflığın ve hesap verebilirliğin yerini yolsuzluklar, rüşvetler, adam kayırmacılıklar, ayrımcılıklar ve nepotizm almıştır.
         Her ne kadar Türklerin genel tarihsel yönelimine uygun olacak şekilde, 1950’lerden başlayarak, Türkiye’nin stratejik yöneliminin Batı ve Avrupa olduğu ittifak ilişkileriyle kurumsallaşmış olsa da, maalesef Türkiye’nin demokratikleşme serüvenindeki inişler ve çıkışlara paralel olarak Batı ittifakı içerisindeki konumunda da inişler ve çıkışlar gözlemlenmiştir. Bu iniş ve çıkışların en sert olduğu dönemleri hiç şüphesiz ki Türk demokratikleşme süreçlerini sekteye uğratan askeri darbe dönemleri oluşturmuştur. 1960, 1970, 1980, 1997 yıllarındaki doğrudan ya da dolaylı askeri müdahaleler Türk demokratikleşme sürecine vurduğu darbeler ölçüsünde demokratik değerler çerçevesinde şekillenen Batı ve Avrupa ile olan ilişkileri de zehirleme riskini hep artırmıştır.
         Tam tersine, demokrasi ve hukuk devletinin, insan hakları ve bireysel özgürlüklerin güç kazandığı dönemler aynı zamanda Avrupa ile olan ilişkilerin BM, Avrupa Konseyi ve NATO gibi örgütlerle olan ilişkilerin de güç kazandığı yıllara tekabül etmiştir. Son olarak 2002 yılında iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin ilk iki iktidar döneminde demokratikleşme, insan hakları, bireysel özgürlükler ve hukuk devletini güçlendirme yönünde attığı her adım ve doğru yönde gerçekleştirdiği reformlar Türkiye’yi başta AB olmak üzere Batılı örgütlere daha da yakınlaştırmış, demokratik norm ve değerlerin Türkiye’de daha yaygın bir şekilde karşılık bulmasının zeminini güçlendirmiştir.
Ancak maalesef ilk iki iktidar döneminde içinde bulunduğu askeri vesayet sisteminin tahakkümü ve başka türlü pek çok tehditler altındayken Türkiye’yi AB ile üyelik müzakeresi başlatma noktasına taşıyacak reformları cesurca gerçekleştiren AKP, mutlak iktidarını kurmasının önünde hiçbir engel görmemeye başladığı 2011 seçimlerinden itibaren bambaşka ve ilk iki dönemdekinin tam tersine bir yola girmiştir.
         Son birkaç yıldır demokratik değerlere saygısızlığıyla şöhret yapan, kişi hak ve özgürlüklerini ancak kendisinin keyfinin istediği kadarını millete bahşedebileceği bir lütuf olarak gören, güçler ayrılığı sistemini tarumar ederek demokratik kontrol ve denge mekanizmasını tamamen imha eden, çıkardığı yasalar ve gittikçe şiddeti artan anti-demokratik eylemleriyle basın ve ifade özgürlüğünün tabutuna son çivileri çakmakla meşgul olan Erdoğan’ın diktatoryal hevesleri ve doymak bilmez ihtirasları yüzünden bugün Türkiye,  demokratikleşme serüveninden ve doğal olarak Batı ve Avrupa yöneliminden keskin bir U dönüşü yaparak tam tersi bir istikamete yönelmiştir.
         Çalışamayan Sayıştay, neredeyse tamamen ele geçirilmiş olan mahkemeler, sürekli tehdit altında tutulan Danıştay ve sindirilen, susturulan medya sayesinde denge, denetim ve kontrol mekanizmalarını kendisi için birer denetmen ve engel olmaktan çıkaran Erdoğan, şimdilerde, normal bir demokratik hukuk devletinde örneğine rastlanmayacak pek çok hukuksuzluğa, keyfiliğe, yolsuzluğa, usulsüzlüğe ve suça imza atmaktadır. Cumhurbaşkanlığı’na seçildiği andan itibaren Anayasa’nın ilgili tüm maddelerini açıktan ihlal etmekte beis görmeyen Erdoğan’ın, anayasal açıdan mümkün olmasa da, fiilen bir başkanlık sisteminin Başkanı gibi hareket etmesi bile nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya yeter.
         Hukuktan, demokrasinin değer ve normlarından, şeffaflık ve hesap verebilirlik kıstaslarından uzaklaştığı ölçüde normal şartlarda suç olan ne varsa yapmaya başlayan Erdoğan ve çevresindeki oligarşik dar kadro maalesef Türk ekonomisindeki özerk kuruluşlar başta olmak üzere devletin işleyen tüm demokratik anayasal kurum ve organlarını despotik talimatlarıyla yönlendirebilecekleri bir hale getirmişlerdir. Bu durumun verdiği güç algısı ve özgüvenle şeffaf ve sorumlu bir demokratik yönetimin asla birlikte anılmak istemeyeceği şüpheli örgütler, terör yapılanmaları ve şiddete eğilimli gruplarla niteliği tam netlik kazanmayan, ama gün geçtikçe var olan şüpheleri artıran, netameli ve karanlık ilişkilere girmişlerdir.
Türkiye ekonomisini mafyatik bir mantıkla yönetmeye, şehirlerin ve ülkenin imkanlarını, çevre ve halkın duyarlılıklarının ve menfaatlerinin hilafına yandaş işadamlarına peşkeş çeken Erdoğan ve adamları, gerek ulusal, gerekse uluslararası hukuk açısından suç teşkil eden büyük bir batağa saplanmış durumdadırlar.
Uluslararası yaptırımlar altında olduğu dönemde Türkiye’yi İran’ın, uluslararası finans sistemi açısından en iyimser tanımlamayla yarı legal veya gri para diyebileceğimiz, on milyarlarca euroluk enerji parasını aklayan bir ülke haline getirmesi bile Erdoğan ve çevresindekilerin başını uzun süre ağrıtmaya yetecek suç ve usulsüzlüklerle doludur. Yine el-Kaide ve uzantısı niteliğinde olan radikal terör örgütleri, IŞİD ve benzeri yapılarla sorunlu ilişkileri Erdoğan ve çevresindeki dar oligarşik grubun uluslararası hukuk karşısında uykularını kaçırmaya başlamış durumdadır.
Sadece 17/25 Aralık 2013 operasyonlarıyla ortaya saçılan yolsuzluk, rüşvet ve kara para aklama kanıtları Erdoğan rejiminin önde gelenlerinin kabuslar görmesine yetecek ciddiyet ve miktardadır. Ortalığa saçılan yolsuzlukları, rüşvetleri ve karanlık ilişkilerini perdelemek üzere icat ettiği “paralel devlet” safsatasını tam 13 aydır kullanarak ve elinde bulundurduğu onlarca gazete ve televizyon kanalı üzerinden bunun propagandasını kesintisiz yaparak Erdoğan, sistematik bir şekilde eskiden bildiğimize pek benzemeyen yeni bir rejim kurmakla meşgul durumdadır.
Elbette ki, bu rejimin en temel hedefi ve önceliği Erdoğan ve çevresindekilerin bugüne kadar işlemiş oldukları vahim suç ve günahları suç ve günah olmaktan çıkarmaktır. Bu amaçla yargı tamamen Erdoğan’a bağlanmış durumda, yasama tamamen kontrolünde, yürütme yani Davutoğlu hükümeti ancak sefil bir kukla niteliğinde, medyanın özgür ve bağımsız kalmakta direnen ufacık bir kısmı ise sürekli baskı ve tehditler altındadır.
Bugün Erdoğan öyle bir noktaya varmıştır ki Türkiye’de evrensel hukuktan ilham alan yerel hukukun en küçük bir kırıntısına bile tahammül edemeyecek durumdadır. Kendisini ve çevresindekileri işledikleri suçlardan kurtarabilmek için tam bir despot olmak ve tam bir diktatörlük kurmak zorundadır. Tam teşekküllü bir diktatörlük kurmaya büyük bir ihtiyacı vardır. Tabii ki Erdoğan’ın bunu istiyor ve ihtiyaç duyuyor olması mutlaka yapabileceği anlamına gelmiyor. Bu konuda zaten içeride ciddi bir mücadele devam ediyor. Demokrasi ve hukuk devletinden mahrum kalmayı göze alamayan ideolojik ve yaşam tarzı açısından birbirinden çok farklı toplumsal kesimlerde ciddi bir duyarlılığın ve dayanışmanın oluşmakta olduğunu memnuniyetle söyleyebilirim.
Bununla birlikte Erdoğan ve çevresindeki oligarşik çetenin ihtiyacı bunlarla da bitmiyor. İslam dünyasının ve bölgenin muktedir lideri olma ihtirasıyla özellikle Suriye’de ve Irak’ta IŞİD, el-Kaide ve benzeri radikal örgütlerle içeriği tam belli olmayan karanlık ilişkilerinden dolayı Erdoğan ve çevresindeki çete uluslararası hukuktan da ciddi endişe ediyor. Bu yüzden de Türkiye’yi uluslararası toplumdan, özellikle demokratik medeni dünyadan koparmaya, ülkeyi demokratik dünyadan izole ederek içine kapamaya, Kuzey Kore kadar olmasa bile Özbekistan gibi despotik bir ülke haline getirmeye de ihtiyaç duyuyor. Pek çok alanda suçüstü yakalanarak kirli yakasını ele veren Erdoğan ve çetesinin despot olmaya ve dünyaya kapalı bir diktatorya kurmaya ihtiyacı var ve biz demokratlar bu ihtiyacı anlamak zorundayız. Anlamak zorunda olmamız özgürlükçü demokratlar olarak elbette ki bu felakete anlayış göstereceğimiz anlamına asla gelmiyor.
Giderek tam teşekküllü bir Erdoğan rejimine dönüşme tehdidi altında bulunan Türkiye, maalesef Batı ve Batılı kurumlarla onlarca yıllık ilişkiler sistematiğinin sonuna da hızla yaklaşıyor. Zaten Erdoğan ve adamları, çoktandır AB, NATO ve benzeri Batılı demokrasileri güvenlik ve siyasi müttefiklik ilişkileri çerçevesinde bir arada dayanışma içerisinde tutan örgütlerin alternatiflerini aramakla meşgul. İran’la birlikte İslam dünyasında bir stratejik birliktelik kurmaktan, bunun için Hilafet kurumunu kendi uhdesinde yeniden canlandırmaya, alay konusu olan tiyatral şovlarla Osmanlı ruhunu çağırmaya varıncaya kadar birçok nafile hamlede bulunuyor.
Öte yandan, Rusya ve Çin’in gönülsüzlüklerini defaatle açıktan dile getirmesine rağmen, Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Örgütü’ne bir şekilde dahil olma ve Avrasyacılık idealine dümen kırma heves ve teşebbüsleri de gözlerden kaçmıyor. NATO müttefiki bir ülke olduğu halde Türkiye’nin Çin’den 3 milyar dolarlık füze alımını masada tutması da aynı bağlamdaki stratejik sapmaların bir işareti olarak değerlendirilebilir.
Temelsiz bir özgüven ifadesi ve tamamen boş bir retorikten ibaret olan “Büyük Güç, Büyük Türkiye” söylemlerine bir gerçeklik kazandırmak için Erdoğan’ın AB başta olmak, NATO, IMF ve benzeri kurumlar dahil olmak üzere, Batılı demokratik kurumları sürekli hedef alarak aşağılamasını da yeni yöneliminin ve Türkiye’ye yaşatmaya gayret ettiği eksen kaymasının bir tezahürü olarak okumak gerekiyor. Aynı Erdoğan’ın, içine gömüldüğü kabahatler çukurunda olmasını sorun etmeyecek bir ittifak olarak gördüğü Şangay İşbirliği Örgütü’ne ve bu örgütün üyelerine fırsat buldukça övgüler dizmesi ve birçok ekonomik imtiyazda bu ülkelere öncelik vermesini de aynı bağlamda değerlendirmek icap ediyor.
Avrupa’yı Avrupa yapan norm ve ilkelerden uzaklaştığı oranda  Türkiye’nin Avrupa ve Batı’nın kurumsal işbirliği mekanizmalarıyla arasındaki mesafenin ve hatta zaman içerisinde Avrupa’ya yönelik husumetinin artmasını beklemek temelsiz bir kehanet olmayacaktır. Erdoğan ve çevresindekilerin topluma aşılamaya çalıştığı radikal İslamcılık kesinlikle böyle bir tehlikeyi vaat ediyor.
Maalesef tam teşekkülü bir Erdoğan diktası yönünde ilerleyen sözde “Yeni Türkiye”, demokratik ve medeni değerleriyle anılan bir ülke olmaktan hızla çıkıp yeniden sadece coğrafi konumuyla ve jeopolitik önemi kadar değer atfedilen bir ülke haline geliyor. Bu tehlikeli süreçle, bir zamanlar AB’nin demokratik ve özgürlükçü değerlerini İslam dünyasına taşıyan ve bu yönüyle çok geniş bir coğrafyada ilham kaynağı olan bir ülke olmaktan tamamen çıkan Erdoğan rejimi, AB değerleriyle çatışan ve bu değerlerle en ön safta savaşan bir cephe ülkesi olma riskine doğru hızla savruluyor… Paris’te hunharca katledilen karikatüristlere dair Erdoğan ve çevresinin yurtiçinde verdiği popülist, popülist olduğu kadar da radikal ve nefret içeren ayrımcı tepkilere bakmak bile ne demek istediğimi örneklemeye fazlasıyla yeter.
Belki sizlere abartı gibi gelecek ama karşı karşıya olduğumuz vahim durum, Türklerin genetik kodlarına işlemiş olan binlerce yıllık geleneksel ve fıtri Batı yöneliminin ilk kez yön değiştirme riskidir. Soru şu: Bu riskle yüzleşmeye hazır mıyız? Ya da Hazır mısınız?..




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder