Bu yazıda maalesef son yıllarda yönünü şaşırmış, nereye gideceği konusunda kafası iyice karışmış, bugüne kadar ulaşmak yönünde yol almaya çabaladığı değerler, normlar ve standartlardan hızla uzaklaşmakta olan bir ülkeden bahsedeceğim size. Türkiye son zamanlarda maalesef çok tarihi ve tarihi olduğu kadar da çok can sıkıcı bir süreçten geçiyor. Umarım bu can sıkıcı süreci anlatırken sizlerin de canını sıkmam…
Öğrencisi
olmaktan gurur duyduğum çok saygın bir Türk siyaset bilimci hanımefendiden,
yıllar önce Türklerin tarihsel yönelimi konusunda, bana göre çok değerli, bir
saptama duymuştum. O akademisyen hanımefendi demişti ki, “Biz Türkler ta
binlerce yıl önce Orta Asya steplerinde henüz göçmen kabileler halinde
yaşıyorken yönümüzü hep Batı’ya dönmüş, atlarımızı hep Batı’ya doğru sürmüş,
savaşlarımızın çoğunu da, barışlarımızı da çoğunlukla Batı ile yapmış bir
milletiz.” Daha sonra belki biraz da abartıyla “Galiba Batı’ya yönelim biz
Türklerin genetik kodlarında var” diye eklemişti.
Belki
abartıydı ama bu tecrübeli sosyal bilimcinin söylediklerinde büyük bir hakikat
payı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Gerçekten de Türk boyları, Türki ırklar
sürekli olarak yönünü Batı’ya çevirmiş, meşhur kabileler göçü zamanından
başlayarak hep Avrupa kapılarını zorlamıştır. Dönemin bir çeşit ama biraz vahşi
iletişim ve etkileşim aracı olarak kılıçlarını Avrupa’ya biraz daha yakınlaşmak,
biraz daha Avrupa’dan olmak üzere çalmışlardır. Avrupa içlerine kadar sokulan
Hunlar, o güne kadar Diyar-ı Rum olarak bilinen Anadolu’ya yerleşerek burayı
Türklere vatan yapan Selçuklular, Anadolu’ya sığmayıp Avrupa kapılarını
zorlayan Osmanlılar, bugün Avrupa’da pek de iyi anılmayan yöntemlerle de olsa,
hem yönlerini Batı’ya yani Avrupa’ya çevirmişlerdir. Bütün bu tarih boyunca
yolunu şaşırıp atlarını doğuya doğru süren Türklere rastlamak ancak önem
atfedilmeyecek istisnalar kabilindendir.
Belki
şaşıracaksınız ama Osmanlı’nın gerileme ve çöküş yılları bilim, teknoloji ve
medeniyet imkanları açısından karşısında rekabet etmekte güçlük çektiği
Avrupa’nın Türkler tarafından yeniden keşfedildiği yıllardır da aynı zamanda.
Gerileyen Osmanlı 19. yüzyıl başlarından itibaren, bazen iradi bazense mecburi
olarak Avrupa’da olup bitenlerle daha yakından ilgilenmek, gıpta ile izlediği
gelişmelerin birçoğundan ilham alarak kendisini bu gidişata adapte etmek
ihtiyacını duymuştur. Osmanlılar, o
yıllara damgasını vuran çöküş psikolojisinden ve bitiş sürecinden kurtulmanın
yolunu Avrupa’daki gelişmeleri yönetimden bilime, teknolojiden sanata,
askeriyeden sivil hayata kadar aktarmakta görmüşlerdir.
Osmanlı’daki
ilk demokratikleşme çabaları da bu sürecin bir gereği olarak ortaya çıkmıştır.
Demokratik ve sivil değerlerin benimsenmesinde devrim niteliğindeki adımlar
olan 1839 Tanzimat Fermanı veya Gülhane Hattı Hümayunu, 1876’da açılan ilk
parlamento hep Avrupai değer, norm ve standartların medeniyete giden yolun köşe
taşları olduğuna olan inancın semereleridir.
Çökmekte
olan Osmanlı Devleti’nin şaşırtıcı bir şekilde Cumhuriyet dönemindekinden çok
daha hızlı bir şekilde Avrupa’daki yenilikleri kendi topraklarına taşıma,
benimseme ve hayata geçirme azim ve istekliliğinde olduğunu rahatlıkla
görebiliyoruz. Mesela, telgraf, demiryolu, telefon ve elektriğin Osmanlı’da
alınma ve benimsenme hızı, Cumhuriyet’in 30’lu yaşlarında televizyonun
Türkiye’ye girmesi, benimsenmesi ve yaygınlaşması hızından çok daha yüksektir.
Osmanlı’nın
çöküşte bile Batı ve Avrupa yöneliminden sapmamış olma geleneğini 1923’te
kurulan Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan itibaren benimsemiştir. Öyle ki,
Avrupa’da neler oluyorsa, hangi sosyal veya siyasal cereyanlar öne çıkıyorsa
Türkiye’de de bu sosyo-politik veya ekonomik cereyanların etkileri hemen
hissedilmiştir. Bunlar her zaman olumlu ve yapıcı yönde olmamıştır elbette.
Mesela, liberal kapitalist rüzgarların güçlü estiği yıllarda (ki 1930
bunalımına kadar sürmüştür) genç Cumhuriyet de serbest piyasa ekonomisine
yönelmiş, bunun siyasi alandaki etkisi çoğulcu bir demokratik arayış olarak
ortaya çıkmıştır. Ancak bu kıymetli arayış bir başarıya ulaştırılamamıştır. İtalya,
İspanya ve Almanya’da güç kazanan faşizm kadar, Rusya ve Doğu Avrupa’da zirve
yapan sosyalizmin de Türkiye üzerinde ciddi etkileri olmuştur.
Avrupa’nın
müspet gelişmelerinden etkilenen ve bunları model alan Türkiye, aynı Avrupa’nın
hastalıklarını da taklit etmekten geri durmamıştır. Kapitalizmin içine düştüğü bunalımından
kurtuluşu sola kaymakta görerek 1930’ların ilk yarısında devletçi sosyalist
politikalara ve daha merkezi/commanded ekonomiye sapan Türkiye, 1940’lara doğru
faşist totaliter eğilimlerin güç kazandığı bir ülke haline gelmiştir.
2.
Dünya Savaşı’ndan sonra ise Türkiye, kısa bocalamalar süreci ve bazı
mecburiyetler neticesinde yerini ve menfaatlerini Batı blokunda ve Batılı
demokratik değerleri benimsemekte görmüştür. NATO üyeliği, BM’de ve dünyayı
ilgilendiren meselelerde hep Batı bloku ile hareket etme eğilimi, kuruluşundan
hemen sonra bugünkü Avrupa Birliği’nin öncülü olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na
dahil olma konusundaki istekliliği Türkiye’nin ta binlerce yıl öncesinden
atalarının el yordamıyla bulduğu Batı yöneliminin bir nevi devamı
niteliğindedir.
Batı’ya
ve Avrupa’ya yönelmek elbette ki lafla olmaz. Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri
benimsemeden Avrupa ve Batı yönelimli olmaktan bahsedilemez. Türk
demokratikleşme tarihine baktığımızda, bu tarihin neredeyse tamamının Batılı
değerlerle karşılaşma, tanışma, yüzleşme, benimseme ve bunları realize etme
tarihinden ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sürecin sağlıklı bir
zeminde ilerlediği dönemlerde Türk demokratikleşme süreci güç kazanmış, bu
konuda farklı arayışların gündeme nüfuz ettiği dönemlerde ise demokratikleşme
süreçleri kan ve güç kaybetmiştir.
Bu
yönüyle Türkiye’nin Avrupa yönelimini, Avrupa’yı Avrupa yapan demokratik norm
ve standartları sadece basit birer stratejik tercih ya da jeopolitik bir
mecburiyet olarak gördüğünü düşünmek yanlış olacaktır. Çünkü bu yönelimin
güçlendiği dönemler Türkiye’de temel insan hak ve özgürlüklerinin alanının
genişlediği, hukuk devleti olma ve hukukun üstünlüğü ilkesinin güç kazandığı,
şeffaflık ve hesap verebilirlik kriterlerinin güçlendiği dönemler olarak
insanların hayatını doğrudan ve pozitif yönde etkilemiştir.
Tıpkı
son yıllarda olduğu gibi, bunların tam tersine bir gidişatın baş gösterdiği
dönemlerde ise tüm bu ilkeler, normlar ve standartlardan ciddi geriye gidişler
yaşanmış ve insanlar bu geriye gidişlerin hayatlarına yansımalarından fevkalede
mustarip olmuşlardır. Böyle dönemlerde keyfilik ve despotluk artmış, hak, hukuk
ve özgürlük ihlalleri istisnai olmaktan çıkıp sistematik hale gelmiş,
şeffaflığın ve hesap verebilirliğin yerini yolsuzluklar, rüşvetler, adam
kayırmacılıklar, ayrımcılıklar ve nepotizm almıştır.
Her ne kadar Türklerin genel tarihsel yönelimine uygun
olacak şekilde, 1950’lerden başlayarak, Türkiye’nin stratejik yöneliminin Batı
ve Avrupa olduğu ittifak ilişkileriyle kurumsallaşmış olsa da, maalesef
Türkiye’nin demokratikleşme serüvenindeki inişler ve çıkışlara paralel olarak
Batı ittifakı içerisindeki konumunda da inişler ve çıkışlar gözlemlenmiştir. Bu
iniş ve çıkışların en sert olduğu dönemleri hiç şüphesiz ki Türk demokratikleşme
süreçlerini sekteye uğratan askeri darbe dönemleri oluşturmuştur. 1960, 1970,
1980, 1997 yıllarındaki doğrudan ya da dolaylı askeri müdahaleler Türk demokratikleşme
sürecine vurduğu darbeler ölçüsünde demokratik değerler çerçevesinde şekillenen
Batı ve Avrupa ile olan ilişkileri de zehirleme riskini hep artırmıştır.
Tam tersine, demokrasi ve hukuk devletinin, insan hakları ve
bireysel özgürlüklerin güç kazandığı dönemler aynı zamanda Avrupa ile olan
ilişkilerin BM, Avrupa Konseyi ve NATO gibi örgütlerle olan ilişkilerin de güç
kazandığı yıllara tekabül etmiştir. Son olarak 2002 yılında iktidara gelen
Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin ilk iki iktidar döneminde
demokratikleşme, insan hakları, bireysel özgürlükler ve hukuk devletini güçlendirme
yönünde attığı her adım ve doğru yönde gerçekleştirdiği reformlar Türkiye’yi
başta AB olmak üzere Batılı örgütlere daha da yakınlaştırmış, demokratik norm
ve değerlerin Türkiye’de daha yaygın bir şekilde karşılık bulmasının zeminini
güçlendirmiştir.
Ancak
maalesef ilk iki iktidar döneminde içinde bulunduğu askeri vesayet sisteminin
tahakkümü ve başka türlü pek çok tehditler altındayken Türkiye’yi AB ile üyelik
müzakeresi başlatma noktasına taşıyacak reformları cesurca gerçekleştiren AKP,
mutlak iktidarını kurmasının önünde hiçbir engel görmemeye başladığı 2011
seçimlerinden itibaren bambaşka ve ilk iki dönemdekinin tam tersine bir yola
girmiştir.
Son birkaç yıldır demokratik değerlere saygısızlığıyla
şöhret yapan, kişi hak ve özgürlüklerini ancak kendisinin keyfinin istediği
kadarını millete bahşedebileceği bir lütuf olarak gören, güçler ayrılığı
sistemini tarumar ederek demokratik kontrol ve denge mekanizmasını tamamen imha
eden, çıkardığı yasalar ve gittikçe şiddeti artan anti-demokratik eylemleriyle
basın ve ifade özgürlüğünün tabutuna son çivileri çakmakla meşgul olan
Erdoğan’ın diktatoryal hevesleri ve doymak bilmez ihtirasları yüzünden bugün
Türkiye, demokratikleşme serüveninden ve
doğal olarak Batı ve Avrupa yöneliminden keskin bir U dönüşü yaparak tam tersi
bir istikamete yönelmiştir.
Çalışamayan Sayıştay, neredeyse tamamen ele geçirilmiş olan
mahkemeler, sürekli tehdit altında tutulan Danıştay ve sindirilen, susturulan medya
sayesinde denge, denetim ve kontrol mekanizmalarını kendisi için birer denetmen
ve engel olmaktan çıkaran Erdoğan, şimdilerde, normal bir demokratik hukuk
devletinde örneğine rastlanmayacak pek çok hukuksuzluğa, keyfiliğe, yolsuzluğa,
usulsüzlüğe ve suça imza atmaktadır. Cumhurbaşkanlığı’na seçildiği andan
itibaren Anayasa’nın ilgili tüm maddelerini açıktan ihlal etmekte beis görmeyen
Erdoğan’ın, anayasal açıdan mümkün olmasa da, fiilen bir başkanlık sisteminin
Başkanı gibi hareket etmesi bile nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu
anlatmaya yeter.
Hukuktan, demokrasinin değer ve normlarından, şeffaflık ve
hesap verebilirlik kıstaslarından uzaklaştığı ölçüde normal şartlarda suç olan
ne varsa yapmaya başlayan Erdoğan ve çevresindeki oligarşik dar kadro maalesef
Türk ekonomisindeki özerk kuruluşlar başta olmak üzere devletin işleyen tüm
demokratik anayasal kurum ve organlarını despotik talimatlarıyla
yönlendirebilecekleri bir hale getirmişlerdir. Bu durumun verdiği güç algısı ve
özgüvenle şeffaf ve sorumlu bir demokratik yönetimin asla birlikte anılmak
istemeyeceği şüpheli örgütler, terör yapılanmaları ve şiddete eğilimli
gruplarla niteliği tam netlik kazanmayan, ama gün geçtikçe var olan şüpheleri
artıran, netameli ve karanlık ilişkilere girmişlerdir.
Türkiye
ekonomisini mafyatik bir mantıkla yönetmeye, şehirlerin ve ülkenin imkanlarını,
çevre ve halkın duyarlılıklarının ve menfaatlerinin hilafına yandaş
işadamlarına peşkeş çeken Erdoğan ve adamları, gerek ulusal, gerekse
uluslararası hukuk açısından suç teşkil eden büyük bir batağa saplanmış
durumdadırlar.
Uluslararası
yaptırımlar altında olduğu dönemde Türkiye’yi İran’ın, uluslararası finans
sistemi açısından en iyimser tanımlamayla yarı legal veya gri para
diyebileceğimiz, on milyarlarca euroluk enerji parasını aklayan bir ülke haline
getirmesi bile Erdoğan ve çevresindekilerin başını uzun süre ağrıtmaya yetecek
suç ve usulsüzlüklerle doludur. Yine el-Kaide ve uzantısı niteliğinde olan
radikal terör örgütleri, IŞİD ve benzeri yapılarla sorunlu ilişkileri Erdoğan
ve çevresindeki dar oligarşik grubun uluslararası hukuk karşısında uykularını
kaçırmaya başlamış durumdadır.
Sadece
17/25 Aralık 2013 operasyonlarıyla ortaya saçılan yolsuzluk, rüşvet ve kara
para aklama kanıtları Erdoğan rejiminin önde gelenlerinin kabuslar görmesine
yetecek ciddiyet ve miktardadır. Ortalığa saçılan yolsuzlukları, rüşvetleri ve
karanlık ilişkilerini perdelemek üzere icat ettiği “paralel devlet” safsatasını
tam 13 aydır kullanarak ve elinde bulundurduğu onlarca gazete ve televizyon kanalı
üzerinden bunun propagandasını kesintisiz yaparak Erdoğan, sistematik bir
şekilde eskiden bildiğimize pek benzemeyen yeni bir rejim kurmakla meşgul
durumdadır.
Elbette
ki, bu rejimin en temel hedefi ve önceliği Erdoğan ve çevresindekilerin bugüne
kadar işlemiş oldukları vahim suç ve günahları suç ve günah olmaktan
çıkarmaktır. Bu amaçla yargı tamamen Erdoğan’a bağlanmış durumda, yasama
tamamen kontrolünde, yürütme yani Davutoğlu hükümeti ancak sefil bir kukla
niteliğinde, medyanın özgür ve bağımsız kalmakta direnen ufacık bir kısmı ise sürekli
baskı ve tehditler altındadır.
Bugün
Erdoğan öyle bir noktaya varmıştır ki Türkiye’de evrensel hukuktan ilham alan
yerel hukukun en küçük bir kırıntısına bile tahammül edemeyecek durumdadır.
Kendisini ve çevresindekileri işledikleri suçlardan kurtarabilmek için tam bir
despot olmak ve tam bir diktatörlük kurmak zorundadır. Tam teşekküllü bir
diktatörlük kurmaya büyük bir ihtiyacı vardır. Tabii ki Erdoğan’ın bunu istiyor
ve ihtiyaç duyuyor olması mutlaka yapabileceği anlamına gelmiyor. Bu konuda zaten
içeride ciddi bir mücadele devam ediyor. Demokrasi ve hukuk devletinden mahrum
kalmayı göze alamayan ideolojik ve yaşam tarzı açısından birbirinden çok farklı
toplumsal kesimlerde ciddi bir duyarlılığın ve dayanışmanın oluşmakta olduğunu
memnuniyetle söyleyebilirim.
Bununla
birlikte Erdoğan ve çevresindeki oligarşik çetenin ihtiyacı bunlarla da
bitmiyor. İslam dünyasının ve bölgenin muktedir lideri olma ihtirasıyla
özellikle Suriye’de ve Irak’ta IŞİD, el-Kaide ve benzeri radikal örgütlerle
içeriği tam belli olmayan karanlık ilişkilerinden dolayı Erdoğan ve
çevresindeki çete uluslararası hukuktan da ciddi endişe ediyor. Bu yüzden de
Türkiye’yi uluslararası toplumdan, özellikle demokratik medeni dünyadan
koparmaya, ülkeyi demokratik dünyadan izole ederek içine kapamaya, Kuzey Kore
kadar olmasa bile Özbekistan gibi despotik bir ülke haline getirmeye de ihtiyaç
duyuyor. Pek çok alanda suçüstü yakalanarak kirli yakasını ele veren Erdoğan ve
çetesinin despot olmaya ve dünyaya kapalı bir diktatorya kurmaya ihtiyacı var ve
biz demokratlar bu ihtiyacı anlamak zorundayız. Anlamak zorunda olmamız
özgürlükçü demokratlar olarak elbette ki bu felakete anlayış göstereceğimiz
anlamına asla gelmiyor.
Giderek
tam teşekküllü bir Erdoğan rejimine dönüşme tehdidi altında bulunan Türkiye,
maalesef Batı ve Batılı kurumlarla onlarca yıllık ilişkiler sistematiğinin
sonuna da hızla yaklaşıyor. Zaten Erdoğan ve adamları, çoktandır AB, NATO ve
benzeri Batılı demokrasileri güvenlik ve siyasi müttefiklik ilişkileri
çerçevesinde bir arada dayanışma içerisinde tutan örgütlerin alternatiflerini
aramakla meşgul. İran’la birlikte İslam dünyasında bir stratejik birliktelik
kurmaktan, bunun için Hilafet kurumunu kendi uhdesinde yeniden canlandırmaya,
alay konusu olan tiyatral şovlarla Osmanlı ruhunu çağırmaya varıncaya kadar
birçok nafile hamlede bulunuyor.
Öte
yandan, Rusya ve Çin’in gönülsüzlüklerini defaatle açıktan dile getirmesine
rağmen, Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Örgütü’ne bir şekilde dahil olma ve
Avrasyacılık idealine dümen kırma heves ve teşebbüsleri de gözlerden kaçmıyor.
NATO müttefiki bir ülke olduğu halde Türkiye’nin Çin’den 3 milyar dolarlık füze
alımını masada tutması da aynı bağlamdaki stratejik sapmaların bir işareti
olarak değerlendirilebilir.
Temelsiz
bir özgüven ifadesi ve tamamen boş bir retorikten ibaret olan “Büyük Güç, Büyük
Türkiye” söylemlerine bir gerçeklik kazandırmak için Erdoğan’ın AB başta olmak,
NATO, IMF ve benzeri kurumlar dahil olmak üzere, Batılı demokratik kurumları
sürekli hedef alarak aşağılamasını da yeni yöneliminin ve Türkiye’ye yaşatmaya
gayret ettiği eksen kaymasının bir tezahürü olarak okumak gerekiyor. Aynı
Erdoğan’ın, içine gömüldüğü kabahatler çukurunda olmasını sorun etmeyecek bir
ittifak olarak gördüğü Şangay İşbirliği Örgütü’ne ve bu örgütün üyelerine
fırsat buldukça övgüler dizmesi ve birçok ekonomik imtiyazda bu ülkelere
öncelik vermesini de aynı bağlamda değerlendirmek icap ediyor.
Avrupa’yı
Avrupa yapan norm ve ilkelerden uzaklaştığı oranda Türkiye’nin Avrupa ve Batı’nın kurumsal
işbirliği mekanizmalarıyla arasındaki mesafenin ve hatta zaman içerisinde Avrupa’ya
yönelik husumetinin artmasını beklemek temelsiz bir kehanet olmayacaktır. Erdoğan
ve çevresindekilerin topluma aşılamaya çalıştığı radikal İslamcılık kesinlikle
böyle bir tehlikeyi vaat ediyor.
Maalesef
tam teşekkülü bir Erdoğan diktası yönünde ilerleyen sözde “Yeni Türkiye”,
demokratik ve medeni değerleriyle anılan bir ülke olmaktan hızla çıkıp yeniden
sadece coğrafi konumuyla ve jeopolitik önemi kadar değer atfedilen bir ülke
haline geliyor. Bu tehlikeli süreçle, bir zamanlar AB’nin demokratik ve
özgürlükçü değerlerini İslam dünyasına taşıyan ve bu yönüyle çok geniş bir
coğrafyada ilham kaynağı olan bir ülke olmaktan tamamen çıkan Erdoğan rejimi,
AB değerleriyle çatışan ve bu değerlerle en ön safta savaşan bir cephe ülkesi
olma riskine doğru hızla savruluyor… Paris’te hunharca katledilen
karikatüristlere dair Erdoğan ve çevresinin yurtiçinde verdiği popülist,
popülist olduğu kadar da radikal ve nefret içeren ayrımcı tepkilere bakmak bile
ne demek istediğimi örneklemeye fazlasıyla yeter.
Belki
sizlere abartı gibi gelecek ama karşı karşıya olduğumuz vahim durum, Türklerin
genetik kodlarına işlemiş olan binlerce yıllık geleneksel ve fıtri Batı
yöneliminin ilk kez yön değiştirme riskidir. Soru şu: Bu riskle yüzleşmeye
hazır mıyız? Ya da Hazır mısınız?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder