26 Şubat 2015 Perşembe

Diktatörün deli gömleği ve Anayasa Mahkemesi


Türkiye’de neler olup bittiğini, ülkenin demokrasi ve özgürlükler açısından nereye gittiğini anlamak için öyle uzun uzadıya gözlemlere, derinlikli ve sofistike analizler okumaya artık pek ihtiyaç yok. Hayalindeki tek adam rejimini kurmaya doğru koşar adım ilerleyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, çok açık bir anayasal suç işleyerek, Meclis’e “o yasa paketi ya çıkacak, ya çıkacak!” emrini vermesi sonrası yaşananlara şöyle bir göz ucuyla bakmak bile bu konuda yeterince aydınlatıcı olacaktır.
Türkiye’yi, çöküşteki hukuk devletinin ve demokrasinin tamamen tahribi açısından, geri dönülemez bir noktaya taşıyacak 132 maddelik tartışmalı İç Güvenlik Paketi’nin nasıl bir motivasyon ve hangi anti-demokratik yöntemlerle Meclis’ten geçirilmeye çalışıldığı herkesin malumu. Erdoğan’ın “ya çıkacak, ya çıkacak” emrini yerine getirmek konusunda olağanüstü gayret sarf eden AKP’nin Meclis’teki çoğunluğu, bu uğurda Meclis’te kan dökmeyi bile göze almış durumda. Gecesini gündüzüne katan AKP grubu, gerekiyorsa muhalefete tekme-tokat atarak, kafalarına tokmak sallayarak İç Güvenlik Paketi’nin şimdilik kritik 26 maddesini geçirmeyi başardı bile.
Ülkeye çöreklenen fiili Erdoğan diktasını resmen kurumsallaştıracak olan paketin yasa maddeleri görüşülürken AKP’nin takındığı ceberrut tavrın da paketin despotik ruhuna oldukça uygun düştüğünü samimiyetle teslim etmeliyiz. Yargıyı ve hukuku devre dışı bırakarak ülkeyi sürekli bir olağanüstü hal ya da sıkıyönetim koşullarında tutmayı amaçlayan İç Güvenlik Paketi’ni bir an önce yasalaştırmaya çalışan iktidar partisi, en temel insani hasletlerle, nezaket ve ahlak kurallarıyla, siyasi etik ve demokratik kültürle bağdaşmayacak hilelere ve ayak oyunlarına bile tenezzül edebiliyor. AKP grubu, içlerinden çıkardıkları Meclis yönetiminden de aldıkları destekle, muhalefeti susturma ve vatandaşların bilgi alma hakkını olabildiğince kısıtlama konusunda yoğun bir çaba gösteriyor.
İlk iki iktidar döneminde sürekli olarak vatandaşı merkeze alan ve onların hak ve özgürlüklerini genişleten demokratikleşme paketleri ile gündeme gelen AKP, maalesef artık sadece devleti merkeze alan, özgürlükleri kısıtlayıcı, hukuku askıya alıcı ve temel hakları budayıcı güvenlik paketleriyle gündeme gelebiliyor. Demokrasi ve hukuk devletinden uzaklaştıkça medeni dünyada da yalnızlaşan AKP, bir taraftan da bu gidişatın tam tersi bir söylemle, Kürt sorununu çözeceği vaat ve iddiasına sarılıyor.
Hemen aşağıda, paketteki yasa teklifleri Meclis’te yasalaştığında ne tür sonuçlarla karşılaşacağımıza dair bazı örnekler paylaşacağım. Bu örnekler ışığında, hukuk dışı ve anti-demokratik diktatörlük yasalarını çıkarmak için geçmişteki tüm demokrat olma iddialarından vazgeçmeyi göze alan bir iktidar partisinin herhangi bir sosyal grubun siyasal özgürlük ve sosyo-kültürel haklarına dair yapıcı ve inandırıcı bir hamlede bulunup bulunamayacağına buyurun siz karar verin.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılmak katalog suç kapsamına girecek ve bu durumda arzu edilen bütün vatandaşlar kolayca tutuklanabilecek.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; vatandaşlar yüzlerini kısmen kapatarak bile toplantı ve gösterilere katılırsa 5 yıla kadar hapis cezası ile yargılanacaklar. Bu durumda kara çarşaflı ve peçeli dindar kadınların Allah yardımcısı olsun!
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa;  yerel mülki amirler, kaymakamlar ve valiler toplumsal olaylar sırasında belediyelerin araç ve gereçlerine el koyabilecek, belediye çalışanlarına emir verebilecekler.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; mahkeme kararıyla yapılan hukuki dinlemeler üzerinden bir sürü komplo teorisi geliştiren ve bunlara dayanarak binlerce insanı görevinden alıp yüzlercesini hapse tıkan iktidarın emriyle bütün vatandaşların telefonu 48 saat süresince hiçbir mahkeme kararı ve hakim denetimi olmaksınız dinlenebilecek.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; Türkiye’de yapılan tüm telefon dinlemeleri Ankara’da görevli tek hakim tarafından denetlenecek.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; güvenlik güçleri toplumsal olaylar sırasında “cebinde taş vardı” bahanesiyle bile silah kullanabilecek.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; güvenlik güçlerinin ve polisin aldığı herhangi bir önleme karşı çıkmaları durumunda vatandaşlar gözaltına alınacaklar.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; kaymakam ve vali gibi mülki amirlerin koydukları yasaklara uymayanlar 1 yıl hapis cezası ile cezalandırılacaklar.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; toplumsal olaylar sırasında güvenlik güçleri vatandaşlara karşı üç gün çıkmayacak özellikte boyalı su kullanacak…
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; emniyet güçleri herhangi bir savcı kararı olmaksızın ve kimseye haber vermeksizin istediği vatandaşı 48 saat gözaltında tutabilecek.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; emniyet güçleri hakim ve savcı kararı olmaksızın istediği vatandaşın üstünü, eşyalarını ve arabasını arayabilecek.
Erdoğan’ın emri, AKP Meclis Grubu’nun bu emre itaati ile despotik İç Güvenlik Paketi yasalaşırsa; vatandaşların kiraladığı araç ve gittikleri yerler anlık olarak emniyet güçleri tarafından takip edilecek.
Belli ki ne sosyal muhalefet, ne de gerek Meclis içi, gerekse Meclis dışı siyasi muhalefet, 312 sandalyeyle Meclis’te yasama çoğunluğunu elinde bulunduran AKP’nin bu paketi geçirmesine engel olamayacak. Bu yüzden, tüm özgürlükçü demokratlar gözünü şimdiden Anayasa Mahkemesi’nin alacağı muhtemel tavra dikmiş durumda.
Yeni yönetimi altındaki Anayasa Mahkemesi’nin bu anti-demokratik ve Anayasa’ya aykırı diktatörlük yasalarına karşı acil bir hamleyle konuyu gündemine alarak, herhangi bir tahribata yol açmalarına imkan vermeden bu despotluk yasalarına dair iptal kararı vermesi ya da vermemesi, demokratların son umudu olmayı mı sürdüreceği, yoksa dikta rejiminin bir taşıyıcı parçasına mı dönüşmekte olduğunun da bir göstergesi olacaktır. Bakalım yeni yönetimi altında Anayasa Mahkemesi de diktatörün diktiği bu deli gömleği içerisine girecek mi? Tüm demokratların gözü üzerlerinde. Bekleyip göreceğiz...

24 Şubat 2015 Salı

Süleyman Şah Türbesi ve varoş diplomasisi


Normalde tüm diğer konuları bir kenara bırakıp Türkiye’yi en bayağısından bir muhaberat devletine taşıyarak, 5. sınıf bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüştürecek iç güvenlik paketini tartışmamız gerekirdi. Ancak, hükümetin her gün bir yenisine imza attığı rezaletler, AKP’nin sandalye çoğunluğu sayesinde Meclis’te geçirdiği diktatörlük yasalarını bile tartışmaya artık imkan vermiyor. Maruz kaldığımız rezaletlerin en önemli amaçlarından biri belki de bu. Ancak önümüzdeki haftalar ve aylar boyunca nasıl olsa bu yasaların kendisini ve sebep olacağı kaçınılmaz vahim sonuçlarını yaşadıkça yazmaya vaktimiz olacak. Bu yüzden bu yazıda 92 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir toprak kaybına yol açan Süleyman Şah Türbesi ricatını değerlendirmeye devam edeceğim.
Bazı mecburiyetler bahane gösterilerek imza atılan ricat fiyaskosu konusunda Davutoğlu hükümetinin büyük bir mahcubiyet içerisinde kamuoyundan özür dilemesi gerekirken, hamasi destanlar eşliğinde yalandan bir zafer havası oluşturuluyor. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresindeki klik olmak üzere, hükümet çevreleri ellerindeki medya gücüyle, son yüzyılın en talihsiz ve en onursuz bir kaçışını bile görülmedik bir büyük zafermiş gibi sunmaya tenezzül edebiliyor. Türk toprağı olduğu Lozan Antlaşması’nda resmen uluslararası hukuk garantisine alınan Suriye sınırları içerisindeki Türk toprak parçasını IŞİD’e terk eden hükümet, utanmasa Allah muhafaza “Ne iyi ettik de vatan toprağını IŞİD’e teslim ettik. Ne iyi ettik de arkamıza bakmadan kaçtık” diyecek.
Daha yakın zamana kadar Erdoğan ve AKP hükümetinin açıktan sempati, hoşgörü ve desteğine mazhar olan terör örgütü IŞİD’in ele geçirdiği bölgede bulunan 10 dönümlük Süleyman Şah yerleşkesinde görev yapan 40’ın üzerindeki askerimizin güvenliği elbette ki sağlanmalıydı. Ama bu iş, uluslararası hukuk tarafından tescilli, manevi ve sembolik değeri yüksek bir “vatan toprağı” illa terk edilerek mi yapılmalıydı? Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin, daha henüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmadan önce bile, yani hala Kurtuluş Savaşı devam ediyorken, zillet göstermeyip ata yadigarı bu emanete nasıl sahip çıktığını hatırlarsak mevcut durumun vehameti ve utancı daha net anlaşılır sanırım. Bugün 92 yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı verdiği o yıllardan bile daha zayıf mıdır ki, tarihe kara bir leke ve bir utanç tablosu olarak geçen onursuz bir ricatla o topraklarımızı kaçarcasına ter ediyoruz.
Yanlış anlaşılmak istemem. Türk Ordusu’nun verilen emirler çerçevesinde, kaza sonucu verilen bir şehitle de olsa, askeri teknik açıdan başarılı bir operasyon yaptığını yazmıştım ve hala aynı fikirdeyim. Benim sorun ettiğim, ülkeyi yönetme sorumluluğunda olan ve bu sorumluluğu yerine getirmekte aciz kaldıkları oranda “Büyük Türkiye”, “Dünya Devleti Türkiye” propagandasını daha da pompalayarak kamuoyunda bir algı oluşturmaya çalışan hükümet ve iktidar çevrelerinin iş yapış tarzı. 2014 Mart ayından bu yana IŞİD kuşatması altında bulunan Suriye içerisindeki bu Türk toprağına dair gerçekleri konuşmak yerine kamuoyunu pervasızca aldatmaları. En nihayet, bu sorunu köklü Türk devlet geleneğine ve yakın zamana kadar uluslararası ilişkiler alanında oluşturduğu saygın teammüllerle bağdaşmayacak ele alış şekli.
Maalesef, Davutoğlu hükümeti pek çok konuda olduğu gibi, bölgesel ve uluslararası ilişkiler üzerinden kalıcı etkileri olacak ve uluslararası hukuk açısından çok ciddi sorunlara yol açacak bu konuda sanki bin yıllık bir devlet geleneğimiz yokmuşçasına ve adeta bir kabile devletiymişizcesine hareket etmiştir. Son yıllarda iyice AKP hegemonyasına giren siyasetteki paçozlaşmaya paralel bir şekilde uluslararası ilişkiler ve diplomasi alanında da bir hoyratlaşmaya şahitlik ediyoruz. Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu Türk topraklarından ricat, diplomasi ve uluslararası ilişkiler alanındaki bu varoşlaşma zihniyetini iyice kristalize etmiştir. Şunu da belirtmeden edemeyeceğim, uluslararası ilişkiler alanı ulusal çıkarları ilgilendiren kazanımlar doğrultusunda bazı oldu-bittilere (fait accompli) alışıktır. Ama ulusal çıkarlara aykırı şekilde bir çeşit varoş ve gecekondu kültürüyle gerçekleştirilen bir oldu-bittiye dünya tarihi bu vesileyle ilk kez şahit olmuştur.
Malumunuz olduğu üzere, Süleyman Şah Türbesi’nin yeri ilk kez değiştirilmiyor. İlk iki yer değiştirmede izlenen süreçler incelendiğinde son ricat operasyonunun kahredici sakilliği daha da iyi anlaşılıyor. Biliyorsunuz, biz Türklerin ve daha özelde Osmanlıların atası Süleyman Şah, 1227 yılında askerleri ile birlikte Fırat Nehri’nde boğulunca, naaşları Caber Kalesi eteklerine bir kümbete defnedilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde mezarın bulunduğu yere bir türbe yapılır. Osmanlı yıkılınca Suriye Fransız Mandası altına girer ve türbe Suriye sınırları içerisinde kalır. 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’nın 9. maddesi ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın 3. maddesi gereğince Caber Kalesi ve türbe Türkiye Cumhuriyeti toprağı olarak kabul edilir. Tarihinin en zayıf olduğu bu dönemde bile Türkiye burada muhâfız birliği bulundurma ve Türk bayrağını çekme hakkını el eder. Manevi önemi o kadar büyük bir hadisedir ki bu, Süleyman Şah’ın torunu son Halife II. Abdülmecid, gönderdiği bir mektupla Süleyman Şah’ın mezarı konusunda Meclis’in gösterdiği alâkaya teşekkür eder. Yani henüz Türkiye Cumhuriyeti bile kurulmamışken yönetimdeki TBMM hükümeti köklü bir devlet geleneğine uygun hareket etmeyi ihmal etmez.
Elbette bu son olmaz. Suriye Fırat Nehri üzerine inşa ettiği Tabka Barajı’nı 1973 yılında tamamlayıp, baraj su toplamaya başlayınca Caber Kalesi ve Süleyman Şah türbesinin tamamen sular altında kalma tehlikesi ortaya çıkar. Suriye, Türkiye’den türbenin ya yerini değiştirmesi ya da tamamen Türkiye’ye naklini talep eden bir nota gönderir. Türkiye de buna karşılık Suriye’ye bir nota verir ve Keban Barajı’nın kapaklarını kapatarak Fırat Nehri üzerinden Suriye’ye su akışını engeller. Olay ciddi bir ikili krize dönüşür. Ankara ve Şam hükûmetleri arasında uzun süren müzakerelerin ardından bir anlaşma imzalanır. Anlaşma, Süleyman Şah Türbesi’nin Türkiye’nin tercihleri ve beğenisi doğrultusunda seçilen yere, yani haftasonu skandal ricat operasyonunun yapıldığı alana, taşınmasını öngörür.
1995 yılında, Suriye bu kez de Fırat Nehri’nin daha üst kotlarında inşasına başladığı Teşrin Barajı sebebiyle Karakozak bölgesindeki Süleyman Şah Türbesi’nin bölge dışında başka bir alana ya da Türkiye’ye taşınması hususunu yeniden gündeme getirir. Bunun üzerine Türkiye ile Suriye arasında yapılan görüşmeler sonucunda türbenin mevcut yerinin baraj gölünün olumsuz tesirlerinden korunması için tahkim edilmesine karar verilir. 2001’de Teşrin Barajı’nın tamamlanması nedeniyle türbenin taşınması bir kez daha gündeme gelir. Suriye tarafı bu defa türbenin şimdiki yerinden de kaldırılarak gösterecekleri ve Türk tarafının da kabul edeceği bir yere taşınmasını ister. Ancak Türkiye’nin girişimleriyle proje, türbenin mevcut yerinin korunması yönünde değiştirilir.
Erdoğan rejiminin belli belirsiz bir sempatiyle yaklaştığı terör örgütü IŞİD’in 13 Mart 2014 tarihinden itibaren ele geçirdiği bölgede mahsur kalan Süleyman Şah Türbesi ve türbenin bulunduğu Türk toprağını korumakla görevli 40’tan fazla askerin can güvenliği ciddi bir soruna dönüşür. Esed Yönetimi ile diplomatik ilişkilerini kesmiş olan AKP hükümeti özenle kamuoyundan gizlemeye çalıştığı bir acziyet içerisinde kendisini bulur. Bir dizi önlem geliştirmeye çalışmakla birlikte sürdürülebilir bir konum oluşturmayı başaramaz. Bu arada içeride boş hamasetin dozu artırılır, Erdoğan ve Davutoğlu, vatan toprağı Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik bir saldırı olursa en şiddetli şekilde karşılık verileceğini defaatle savunur. Ama ne yazık ki yaptıkları, tarihe bir utanç vesikası olarak geçecek Türk toprağını IŞİD’e teslim etmek, uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları korumak yerine Türk bayrağını indirmek ve türbeyi bombalayarak tahrip etmek olur.
Tüm bunlar yapılırken de, ciddi iddialara göre,  IŞİD ile terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olarak faaliyet gösteren PYD’nin izni alınmak durumunda kalınır. Bugüne kadar Süleyman Şah Türbesi ile ilgili her adımını uluslararası hukukun kaidelerine ve uluslararası anlaşmaların sağladığı garantilere göre atan Türkiye, maalesef Erdoğan ve Davutoğlu yönetiminde ilk kez bu kaidelerin dışına çıkmıştır. Uluslararası hukuk açısından kalıcı bir sonuç doğurmayacak amatörce bir hamleyle Türkiye’nin tarihi ve hukuki haklarını şuursuzca ve hovardaca zayi etmişlerdir.
Türkiye’nin dış ilişkilerini ve güvenlik politikalarını bir nevi gecekondu ve varoş zihniyetiyle yürütmeyi adet haline getiren bu yıkım kadrosu, herhangi bir hukuki temele dayandırma zahmetine girmeden Türkiye sınırına 200 metre mesafedeki bir toprak parçasını el çabukluğuyla çevirerek yeni türbe yeri olarak ilan etmiştir. Öyle ki, o toprakların sahibi bir Suriye vatandaşı kendisine hiçbir bilgi verilmeden ve izni alınmadan yapılan işgali bireysel bir sorun haline getireceğinin ilk işaretlerini vermiştir.
Benzer mecburiyetler oluştuğunda uluslararası hukukun gereklerine azami özen gösteren Türkiye, maalesef uzun yıllar boyunca büyük sorunlara temel oluşturacak şekilde, AKP iktidarının “çadır devleti” anlayışına mahkum olmuştur. Türk toprağı terkedilirken milli iradenin temsilcisi Meclis’ten izin alma zahmet ve nezaketi bile gösterilmemiştir. Günü kurtarmaya matuf bu gecekonducu yaklaşımın ileride diplomatik ve hukuki açıdan çok ciddi sorunlara neden olacağı muhakkaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse, ulusal birliği ve uluslararası ilişkileri zehirleyen ve ülkeyi her alanda geri dönülmez bir felakete doğru hızla sürükleyen bu gecekondu ve varoş zihniyetini Türkiye hiç mi hiç hak etmiyor!
  

22 Şubat 2015 Pazar

Ricat: Süleyman Şah operasyonu zafer mi, hezimet mi?


            Tarihçiler Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş sürecinin 26 Ocak 1699 Karlofça Antlaşması ile başladığında mutabıktır. Antlaşma, 1683-1698 yılları arasındaki Avusturya, Venedik ve Lehistan’dan oluşan Kutsal İttifak ülkeleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yaşanan savaşlar sonrası imzalanmıştır. Tarihe Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk toprak kaybettiği, özellikle Avrupa’dan ricat (retreat) etmeye başladığı anlaşma olarak geçmiştir. Bu ilk toprak kaybı, ekonomik, siyasi ve jeopolitik yeni kayıpları beraberinde getirmiş ve aşağı yukarı 200 yıllık bir süreç içerisinde bizzat Osmanlı’nın kendisinin tarihin küllerine karışmasına yol açmıştır.
            Karlofça Antlaşması’ndan tam 316 yıl sonra, Türkler olarak, maalesef yeniden vahim bir ricat durumu ile karşı karşıyayız. Üstelik dilinden Osmanlı’yı düşürmeyen, yeni-Osmanlıcılık hayalleri peşinde koşmaktan nefesi kesilen bir iktidar döneminde yaşıyoruz bunu. Cumartesi gecesi itibariyle Türkiye, manevi değeri yüksek ata yadigarı, Osmanlı mirası bir Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’nden geri çekilmek zorunda bırakılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk padişahı Osman Gazi’nin büyükbabası ve Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah’ın ve iki askerinin naaşlarının bulunduğu Süleyman Şah Türbesi, Cumartesi gecesi başlatılan ve sabah saatlerinde tamamlanan son derece başarılı bir askeri operasyonla boşaltılarak başka bir yere taşınmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılan açıklamada, uluslararası antlaşmalar çerçevesinde Türk toprağı kabul edilen Süleyman Şah Saygı Karakolu’ndaki manevi değeri yüksek emanetlere vurgu yapılmış ve adını “Şah Fırat” koydukları operasyon hakkında şöyle denilmiştir: “Suriye’de ortaya çıkan güvenlik sorunları ve askerî zaruretler nedeniyle, haklarımız saklı kalmak üzere ata yadigarı emanetler geçici olarak yine Suriye topraklarında bulunan Suriye Eşmesi Köyüne taşınmak üzere getirilmiştir. Geride değerli emanet bırakılmamıştır. Suriye Eşmesi’nde naaşın nakledileceği bölge birliklerimiz tarafından kontrol altına alınmış, bayrağımız göndere çekilmiştir. ‘Şah Fırat’ Operasyonu sırasında herhangi bir çatışma yaşanmamış, başlangıç evresindeki intikal esnasında bir personelimiz geçirdiği bir kaza sonucu şehit olmuştur.”
Kendilerine verilen emirler çerçevesinde 39 tank, 57 zırhlı araç, 100 araç ve 572 askeri personelle Suriye’ye girerek başarılı bir nakil operasyonu gerçekleştiren TSK, elbette ki en samimisinden bir tebriği hak ediyor. Çünkü “Şah Fırat”, iktidarın verdiği emirler çerçevesinde gerçekleştirilen bir operasyon olarak askeri planlama, stratejik zamanlama ve bu planı en az kayıpla uygulama bakımından tam bir askeri başarı hikayesidir.
Ama ne yazık ki, aynı operasyonu tarihi, siyasi, manevi, jeopolitik ve uluslararası ilişkiler açısından değerlendirdiğimizde ortada tebrik edilecek herhangi bir başarı göremiyorum. Tam tersine bu başarılı askeri operasyonun yapılmak zorunda kalınması büyük bir siyasi beceriksizlik, diplomatik basiretsizlik ve tam bir çaresizliğin sonucudur. Başta Türk dış politikasının yıkım mimarı olan Başbakan Ahmet Davutoğlu olmak üzere, Türkiye’ye yaşatılan bu tarihi ricat ve hezimetin siyasi sorumluları bu rezaletin hesabını mutlaka vermek zorundadırlar. Çünkü, önümüzdeki dönemde ülkenin kaderi üzerinde Karlofça Antlaşması kadar etkisi olmamasını temenni ettiğim, bu feci ricatın politik ve diplomatik tüm düzlemlerde çok büyük ve büyük olduğu kadar menfi etkileri olacaktır. Bu ricatın, daha şimdiden ilk sonucu olarak, Davutoğlu’nun Ortadoğu üzerindeki tüm temelsiz iddia ve hayallerini kokuşmuş bir çöplüğe dönüştürdüğünü engellenemeyen bir acıma duygusuyla söyleyebiliriz.  
Manevi değeri yüksek Süleyman Şah Türbesi’nin Caber Kalesi eteklerinde ilk yapım tarihinden bu yana bir dizi yıkım, taşınma ve yeniden inşa faaliyeti geçirdiği doğrudur. Son olarak, baraj inşaatı nedeniyle 1975’te bugünkü yerine taşınmıştır. Ama önceki hiçbir taşınma veya yer değiştirme “Şam’da Cuma namazı kılma” hayalleri gören muhteris bir siyasal ekibin diplomatik ve güvenlik politikalarının çökmesi sonucu ortaya çıkan zavallı bir mecburiyetten kaynaklanmamıştır. Orada görev yapan 38 askerin can güvenliği elbette önemlidir ve hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ancak, ne enteresandır ki, Musul Konsolosluğu’nu 49 görevlisi ile birlikte IŞİD’e teslim ederek aylarca rehin bırakan basiretsiz ama iddialı, kifayetsiz ama muhteris bu zihniyet, Süleyman Şah Türbesi’nde görev yapan askerlerin can güvenliğine yönelik tehditlerin bu seviyeye ulaşmasının da ana sorumlusudur.
Operasyon sonrası AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı açıklamalardan anlaşılan, Osmanlı’yı her açıdan sömüren bu siyaset ve maneviyat tacirleri, Süleyman Şah Türbesi konusunda yaşanan vahim hezimeti bile bir zafer gibi sunma peşindedirler. “Operasyonunun sevk ve idaresini bizzat takip ettim” diyerek sanki zafer kazanılmış bir askeri harekatın başkomutanıymış edasına bürünerek derhal bir algı operasyonu için kolları sıvayan Erdoğan, ne derse desin, hangi hamasetin arkasına sığınırsa sığınsın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait manevi değeri yüksek bir toprak parçasını, daha yakın zamana kadar duyduğu sempatiyi bile gizleyemediği, vahşi terör örgütü IŞİD’e bırakan bir lider olarak tarihe geçecektir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu ise, Ortadoğu’da Türkiye’nin düzen kuruculuğuna ve bölgenin sahibi olduğuna dair meczubane söylemlerle bezediği “Büyük Türkiye” palavralarıyla kitleleri uyuturken, Türk toprağını terk etmek durumunda kalan büyük bir acziyetin mimarı olarak tarihteki yerini alacaktır. Gezi Parkı protestoları sırasında, “parkta keseceğimiz her ağacın yerine şu kadar ağacı başka yere dikeceğiz” saçma argümanına benzer şekilde Süleyman Şah Türbesi’nde gönderden indirilen Türk bayrağının bir başka yere çekildiğini söyleme bahtsızlığını gösteren Davutoğlu, resmen insanların aklıyla ve en hassas duyarlılıklarıyla resmen alay etmektir. Son bir yıl içerisinde, Türkiye sınırları içerisinde PKK militanları eliyle, sınırlarımız dışındaki Türk topraklarında ise ilki Musul Konsolosluğu’nda olmak üzere, sürekli Türk bayraklarının indirilmesiyle gündeme gelen bu muhteris siyasi grubun, son seçim kampanyalarında Türk Bayrağı’nı en bayağı bir şekilde sömüren siyasi ekip olması da herhalde kaderin acı bir cilvesi olsa gerektir.
Eski Kültür Bakanı ve bağımsız milletvekili Ertuğrul Günay’ın da ifade ettiği gibi, herkes şundan emin olsun ki, bu trajik ricat operasyonuyla “ecdadın kemikleri sızlatılmıştır.” Süleyman Şah’ın naaşı ve emanetleri alındıktan sonra imha edilen türbe ve diğer yapılar konusundaki tartışmalar uzun yıllar devam edecektir. En acı olan ve mutlaka ders çıkarılması gereken şey ise, “üç saat içerisinde Şam’a girip tarihi Emeviye Camii’nde cuma namazı kılma”, “birkaç hafta içerisinde Esed’i devirip Suriye’ye hakim olma” boş hayallerinin peşine düşerek, Suriye’nin kan deryasına dönüşmesinde başat rol oynayan siyaset ve strateji cücelererinin bugün Türk toprağını teslim eder hale gelmeleridir. Bu bariz hezimeti bir de siyaseten zafer gibi sunmaya çabalamak tek kelimeyle rezilliğin dik alasıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve çevrelerindeki muhteris siyaset çetesi yüzünden Türkiye, bugün dünyadan tecrit edilmiş ve yapayalnız bir ülke haline getirilmiştir. Bununla da kalınmamış Türkiye, toprak bütünlüğünü ve milli birliğini korumakta güçlük çeken bir ülke durumuna düşürülmüştür. En nihayet ata yadigarı toprağını kaybetmekle karşı karşıya kalmıştır. Bütün bu beceriksizlikler elbette ki mevcut hükümetin eseridir. Bu ricat ve hezimetin kahreden utancını en fazla duyması gereken AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanının, bu tarihi utancı edebince yaşamak yerine, yaşananlar adeta büyük bir marifetmiş gibi, zafer naraları atmaları ise tek kelimeyle utanmazlıktır.
Tekrar ediyorum: Bu operasyon kendilerine verilen emirler çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin minimum kayıpla gerçekleştirdiği büyük bir başarı hikayesidir. Ancak öngörüsüz, basiretsiz, kifayetsiz siyasi iktidarın yol açtığı çöküş psikolojisi ve toprak kaybetmeye varan beceriksizliği ve acizliği bakımından tam bir hezimettir ve dört dörtlük bir rezalettir. Erdoğan ve Davutoğlu başta olmak üzere iktidar bu hezimet ve rezaletin hesabını mutlaka vermek ve bedelini ödemek zorundadır.