“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” Bu söz, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye hikmet dolu tavsiyeleriyle yol gösteren büyük bir Türk bilgesi olan Şeyh Edibali’ye ait. Belki de Osmanlı’yı büyüten ve 600 yıl ayakta tutan bu sözün özetlediği felsefe idi. AKP’nin hukuka, demokrasiye, özgürlüklere, devletten ziyade halka kıymet verdiği yükseliş döneminde bu kıymetli söze sıklıkla atıfta bulunulmaktaydı. O dönem siyasetinin yükselen yıldızı Recep Tayyip Erdoğan’ın da sıklıkla kullandığı bu söz dönemin özgürlükçü ve demokrat siyaset anlayışının etkin bir sloganına dönüşmüştü.
Ancak 2011’e gelindiğinde
yeterli siyasi ve bürokratik güç temerküzü sağladıklarına inandıklarında, AKP
liderleri halkı, hukuku,, demokrasiyi, hak ve özgürlükleri önceleyen siyaset
üslupları ile birlikte söylemlerinin içeriğini de değiştirdiler. “İnsanı yaşat
ki devlet yaşasın” tarzı insanı önceleyen bir söylemden devleti merkeze alan
söylemlere yöneldiler.
Hiç şüphesiz bu
söylemlerden en göze çarpanlarından biri Başbakan Erdoğan’ın danışmanlarından
Hamdi Kılıç’a ait olandı. Geçmişin muhalif bir siyasal İslamcısı olarak Kılıç, belki
de birkaç yıl öncesine kadar “tağut” şeklinde gördüğü devleti artık kutsuyor ve
Twitter’dan şu paylaşımda bulunuyordu: “Aldığı tüm yaralara rağmen bu ülkede
devlet geleneği diye bir şey hala var. Bunun ne olduğunu anlamak için biraz
tarih okumak yeter. / Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca
geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması.”
Muhalif kesimlere yönelik
açık bir tehdit niteliğindeki bu paylaşım o güne kadar adı sanı bilinmeyen
Erdoğan’ın danışmanlarından sadece birinin zihniyetini yansıtıyor olsaydı belki
üzerinde durmaya pek değmezdi. Ama aynı günlerde dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu da yaptığı bir açıklamayla benzer bir zihniyette olduğunu
göstermişti. Davutoğlu, “Bizim bir devlet geleneğimiz var. Osmanlı’da da bu
böyleydi. Devlet için evlatlar bile feda edildi.” diyerek kendileri için esas
olanın insan hayatından ziyade devlet olduğunu itiraf edecekti.
Bir milletin yaşamı için
elbette ki devlet önemlidir ve milletin faydasına olduğu oranda
desteklenmelidir. Ancak, devleti yaşatmak şöyle dursun, muhalif gördükleri
herkesi ezerek daha da güçlendirmek için insanların hayatına kastedilmeye
başlanmışsa orada bir durmak lazım. Hele hele insanların hayatı, devletin
bekası ve çıkarlarından ziyade gündelik siyasetin ve siyasi çıkarların bir
malzemesi haline getirilmişse durum değişir. Devletin bekasına yönelik eylemler
ve söylemler, hukuk dışına çıktığı ve siyasi amaçlı araçsallaştırıldıkları
oranda ahlakiliğini ve meşruiyetini yitirir.
Maalesef son dönemde
şahit olduklarımız mevzunun devletin bekasından ziyade bir siyasi güruhun
çıkarları olduğunu gösteriyor. Bu güruhun siyasi çıkarlarını maksimize etmek
için insanların hayatını nasıl ucuz birer malzeme gibi pervasızca harcadığını görüyoruz.
AKP’nin tek başına iktidar olma imkanını kaybettiği 7 Haziran seçimlerinden hemen
sonra başlatılan şiddet ve terör ortamı bunun somut bir örneğini teşkil ediyor.
Malum olduğu üzere, halkı tek parti iktidarının ne kadar hayati olduğuna yeniden
ikna etmek için tetiklenen şiddet ve terör yüzünden 600’den fazla insan hayatını
kaybetti. Bugün insanlar hayatlarını hala kaybetmeye de devam ediyor.
İşin daha kötüsü, insan
hayatı üzerinden yapılan siyasi hesapların sonuç vermesi. Siyasette ve kamu
düzeninde ustalıklı bir kareografiyle devreye sokulan şiddet ve kaos planları
halkı istikrarın devamının ancak tek parti iktidarıyla mümkün olabileceğine
ikna etmeyi başardı. 600’den fazla insanın canı üzerinden yapılan siyaset 1
Kasım’da yapılan seçimlerde tek parti iktidarını sonuç verdi. Gerçi tek parti
iktidara geldi gelmesine ama zembereği boşaltılan şiddet ve terörü durdurmak maalesef
başlatmak kadar kolay olmadı. Bugün de canlar yitirilmeye devam ediliyor.
Maalesef çok kolay
harcanan insan hayatı sadece iç siyasette değil, dış siyasette de ucuz malzeme
olarak kullanılıyor. Bölgede izledikleri uluslararası hukuka aykırı siyaset ve
içerideki despotik uygulamaları yüzünden gün be gün uluslararası toplum tarafından
tecrit edilen AKP yönetimi ve Erdoğan rejimi, bu sıkışmışlıktan kurtulmanın
yolunu da yine insan hayatını malzeme olarak kullanmakta buldu. 5-6 ay öncesine
kadar Avrupa için sorun olmayan Türkiye’deki Suriyeli mülteciler, acımasız bir
beceriyle Avrupa’nın son yıllardaki en büyük insani sorunu haline getirildi. On
binlerce mülteci bebekleri ve çocukları ile birlikte insan dalgaları şeklinde Avrupa’nın
üzerine gönderildi.
Yüzbinlerce mülteciyi Avrupa
ülkelerine ihraç etmek ve potansiyel olarak çok daha fazlasını göndermekle tehdit
etmek suretiyle kendi önemini Avrupa ülkelerine hatırlatmayı başaran Erdoğan
rejiminin, yaşlı-genç, kadın-erkek, bebek ve çocuk mültecilerin hayatını hiçe
sayan bu politikadan sonuç alması gecikmedi. Aylan ve Sena bebeklerin ölü
balıklar gibi kıyıya vurmasına, Ege’nin sularının binlerce mülteciye olmasına
yol açan bu ölümcül politika 29 Kasım günü ise en somut sonucunu verdi. İnsan
hayatını hiçe sayan siyaset anlayışı sayesinde Türkiye tarihinde ilk defa AB
liderleri ile zirve yapmayı başardı.
Kapılarına yığılan
mülteci sorunundan yakayı kurtarmak için Erdoğan rejiminin filli şantajına
boyun eğen AB liderleri, vaat ettikleri 3 milyar euro karşılığında Avrupa’nın
kapı bekçisi olmaya ikna ettikleri Türkiye’yi mülteci kampına dönüştürmeyi garanti
altına aldılar. Vaziyeti kurtarmak ve olayın sadece çirkin bir pazarlıktan
ibaretmiş gibi görülmesini engellemek için de yıllardır durmuş olan Türkiye’nin
AB üyelik sürecini yeniden canlandırmak yoluyla insan hayatını malzeme yapan bu
siyaseti ödüllendirmiş oldular.
Şu ya da bu amaçla da
olsa AB ile müzakere sürecinin canlandırılmasının şüphesiz ki son dönemde hak
ve özgürlüklerin can çekiştiği, demokrasi ve hukukunun katledildiği Türkiye’ye
önemli faydaları olacaktır. Türkiye’deki hukuk dışı ve anti-demokratik gidişatı
sadece yavaşlatsa bile bu ülkenin kar hanesine yazılmayı hak eder. Ancak bu
katkısının zavallı mültecilerin hayatları üzerinden yapılan çirkin pazarlıklar üzerinden
devşirilmesi ahlaki bir sorun olarak asla unutulmayacaktır.
Hızla despotik bir tek-adam
rejimine dönüşen Türkiye’nin hazin hikayesinin özü “insanı yaşat ki devlet
yaşasın” yaklaşımının terkedilip “insanları harca ki devlet büyüsün” anlayışının
benimsenmesinde gizli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder