Utanmak insana ve insan olmaya özgü bir duygudur. Bir insan durduk yere ve ortada hiçbir şey yokken utanç duymaz. Peki, bir insan niçin utanç duyar, neden utanır? Ya kendi yaptığı veya adının karıştığı yüz kızartıcı bir suçtan utanç duyar ya da bir ayıptan. Ayrıca yaptığı bir haksızlıktan veya işlediği bir günahtan dolayı da utanç duyabilir! Bazen de gösterdiği tüm çabaya rağmen başkalarının sebep olduğu haksızlıklara, hak ihlallerine, zulme, işkenceye, yıkımlara ve ölümlere bir türlü engel olamadığı için...
Dahası sürekli yalanlarını, aldatmacalarını, iftiralarını,
sahtekarlıklarını, ahlaksızlıklarını, tutarsızlıklarını, ikiyüzlülüklerini gördüğü
muktedir ve muhteris insanların ellerindeki bütün imkanları seferber edip
aldatabildikleri kadar çok insanı aldatıp onlardan aldıkları gücün
alacakaranlığına sığınarak pervasız bir şımarıklık ve ahlaksız bir kibirle
yönettikleri bir ülkede yaşıyor olmaktan utanç duyar insan. Hakikaten insan
gibi insansa şayet...
Peki, bir insan kimlere ve nelere acır? Elbette ki
haksızlığa uğrayıp mağdur edilmişlere. Kendi evinde, kendi köyünde, kendi
şehrinde, kendi ülkesinde sürekli itilip kakılanlara, parya muamelesi
görenlere. Başka türlü bir düzende başka türlüsü mümkünken yokluk ve sefalet
içerisinde kıvrananlara. Yoksulluklarını ve mahrumiyetlerini varlıktan gözü
dönmüş kibir budalalarının sahtekarlıklarını kamufle etme egzersizlerine
malzeme yapmaktan bile koruyamayacak kadar çaresiz olanlara. Zulüm altında
inledikleri halde iniltilerini kimseye duyuramayan ve üstüne bir de muhteris
muktedirler tarafından koşullandırılmış şuursuz kitleler tarafından biteviye
suçlanan ve ahlaksızca istiskal edilen her türden mazlumlara...
Ama size bir şey söyleyeyim mi ben bunlardan daha ziyade
insanların haklarına girip onları mağdur eden vicdansız mağrurlara acıyorum.
Evinin oturma odasında gencecik bir kızın hayatını elinden alacak kadar
canileşenlere. İnsanları yüzyıllardır yaşadıkları şehirleri terke zorlayanlara
ya da yaşadıkları şehirleri terk edemeyen biçare sakinlerine diri diri mezar
yapmaya kalkanların vicdansız basiretsizliğine acıyorum. Toplumun en muhtaç kesimleriyle
adil bir paylaşım yerine tüm zenginliği dar dayanışmacı klikleriyle üleşen
doymak bilmez muhterislere acıyorum. Mazlumlardan ziyade o mazlumlara
zulmetmekten şeytani bir haz alan ahlaksız ve vicdansız zalimlere acıyorum.
İlk kategoridekilere elbette ki saf şefkat ve dertlerine bir
türlü çare olamayan merhametten acıyorum. İkinci kategoridekilere ise
iğrenerek, tiksinerek ve lanet ederek... İkinci kategoridekilerin arttığı
oranda birinci kategoridekilerin, birinci kategoridekilerin arttığı oranda
ikinci kategoridekilerin artmasının değişmez bir doğa kanunu olduğuna ise
inanmak istemiyorum. Sık sık kendimize bile acımamıza yol açan kesif çaresizlik
hissiyatıyla sarmalanmış acıma hissimizin bile bir kısmını hak edenlerden çekip
alan güç sarhoşu bu zavallılara duyulan hissin, tuhaf da olsa, sahici bir acıma
mı yoksa saf bir tiksintiden ibaret mi olduğuna bile bazen karar veremiyorum.
Utanç ile acıma, acıma ile tiksinme duyguları arasında gidip
geliyorum. Pek çok insanın da birçok konudaki yalanlara, sahtekarlıklara,
utanmazlıklara, zigzaglara, tutarsızlıklara baktığında mutlaka aynı hissi
karmaşayı yaşadığını sanıyorum. Kürt meselesine yaklaşımlarına, Alevi sorununu
çözüyormuş gibi yıllarca rol kesmelerine, İslamı arsızca istismar etmelerine,
Müslümanların hissiyatını sınırsız sömürme kapasitelerine, Suriye, Rusya,
İsrail, AB, ABD ve daha birçok ülkeyle ilişkilerde sergiledikleri ilkesiz
kıvraklıklara, tutarsız esnekliğe, ikiyüzlü ve mürai politikalara bakıp utanç
duymakla acımak, acımakla tiksinmek arasında kalan tek ben değilimdir herhalde.
Yıllarca AB çöküyor diye sevinçli bir edayla iç kamuoyuna AB
düşmanlığı pompalayıp, mülteci olmalarında belki de en büyük paya sahip
oldukları zavallı Suriyelilerin dramını şantaj malzemesi yapacak kadar
alçalarak AB’ne yaltaklanmalarını, yıllarca NATO’ya veryansın etmişken Suriye
ve Rusya karşısında paniğe kapılıp NATO’nun kucağına atlamalarını, içeride ABD
karşıtlığından prim yapıp her muhalifi “ABD taşeronu”, “ABD uşağı”, “CIA ajanı”
diye suçladıktan sonra ABD yönetiminin her dediğini ikiletmeden yerine getiren
hazin zavallılıklarını gördükçe utanç, acıma ve tiksinme arasında gidip
gelmiyorsanız tam da AKP’nin arzuladığı vatandaş kıvamındasınız demektir.
Bahsini ettiğim yalanlara, tutarsızlıklara, özü-sözü bir
olmamalara en güzel örneği ise hiç şüphesiz son günlerde gündemin başköşesine
kurulan İsrail ile ilişkiler oluşturuyor. Tıpkı yıllarca İran’ın yaptığı gibi
Filistin sorununu araçsallaştırıp iç siyaset malzemesi yapan AKP iktidarı,
retorik düzeyinde İsrail karşıtlığını yükseltirken fiili ve ticari ilişkileri
son yıllarda en az 3 kat artıracak kadar becerikli bir ikiyüzlülük
sergileyebildi. İç kamuoyunu İsrail düşmanlığı üzerinden oya tahvil ederken
İsrail ile ticari ve ekonomik ilişkilerden tatlı paralar kazanmak bu konuda hiç
de hafife alınamayacak büyük bir kabiliyetleri olduğunu gösteriyor.
Ahlakiliğini, etik olup olmadığını, tutarlılığını bir kenara bırakmak kaydıyla
içte başta dışta başka, sözde başka işte başka olmayı başaran bu kabiliyetin
önünde büyük bir ihtiramla şapka çıkarmak gerekiyor.
Yanlış anlaşılmasın, tüm ülkelerle olduğu gibi onurlu,
izzetli, iki ülkenin de menfaatlerine olan ikili iyi ilişkiler mutlaka İsrail
ile de kurulmalı ve iç siyasete malzeme edilmeden sürdürülmelidir. Buradaki
eleştiri ve itirazlarımız İsrail’in AKP ve Erdoğan’ın siyasal İslamcı
politikaları uğruna birer iç siyaset malzemesi yapılmasına ve toplumun her
muhalif kesimini yaftalayarak İsrail ile ilişkilendirip karalarken İsrail ile
perde gerisinden yürütülen netameli ilişkilerin sergilediği tutarsızlığa. Doğal
olarak bu tutarsızlığın kıvrak aktörlerinin şaşırtıcı şahsiyet esneklikleri ise
insanları yine utanç, acıma ve tiksinme sarkacına mahkum ediyor.
Mesela bir Numan Kurtulmuş vakası vardır ki bu duruma çok
iyi bir örnek teşkil ediyor. Dönemin HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş,
Mavi Marmara gemisinde 9 vatandaşımızın İsrail komandoları tarafından şehit
edilmesinden hemen sonra bakın neler demiş: “İsrail en büyük zaferini AKP
sayesinde kazandı. BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda “İsrail’in nükleer
kapasitesi var mı, yok mu?” oylamasında Türk delegasyonu çekimser kaldı.
Geçtiğimiz sene 2010 Mayıs’ında da Türkiye İsrail’in OECD üyeliğini onayladı.
Oysa veto ettiğimiz takdirde üye olması mümkün değildi. Daha önce bir çok ülke
veto etmişti. Otel lobisinde değil, BM’de, OECD salonlarında ‘one minute’ demek
marifettir. Sayın Başbakanın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor.”
Belli ki Kurtulmuş’un kendisi de sözlerinin aksine “kalbi
Muaviye deyip, dili Ali söyleyenlerden.” Çünkü, bu açık sözlerinden çok olmayan
bir süre sonra AKP’ye geçen Kurtulmuş bugün AKP hükümetinde Başbakan Yardımcısı
konumunda. Bu şahane esnekliğinden ister gurur duyun, ister utanın, ister acıyın,
isterseniz tiksinin.
CHP Milletvekili Muharrem İnce’nin 2014 yılında Meclis’te
yaptığı bir konuşmada gündeme getirdiği, ama geçerliliğini hala koruyan
soruların muhatapları için de utanma, acıma ya da tiksinme hakkınızı
kullanabilirsiniz. İnce sormuş: İsrail’in NATO tatbikatlarına vetosunu hangi
hükümet kaldırdı? Tabii ki AKP hükümeti. OECD üyeliğine vetoyu hangi hükümet
kaldırdı? Tabii ki Erdoğan’ın Başbakanlığındaki AKP hükümeti. Halkı “one
minute” şovlarıyla aldatırken kısık sesli bir üslupla “Tepkim İsrail Devlet
Başkanı’na değil, moderatöredir” diyen kimdi? Cevabını yazmayalım ki her
birinden 8-10 yıl hapis cezası istenen yeni davalara muhatap olmayalım.
Neticede ortada hukuk çerçevesinde ve adalet için karar veren mahkeme de
kalmadı neredeyse.
İsrail ve Yahudilere yönelik “Siyonizm” üzerinden çok ağır
laflar ettiği Danimarka’dan dönüşte uçağının tekeri Türkiye topraklarına basar
basmaz “Siyonizm konusunda yanlış anlaşıldım” diyen kimdi? İnce sorularına
devam ediyor: Mavi Marmara baskınında vatandaşlarımız hayatını yitirirken, üç
şartımız vardı; İsrail özür dileyecek, tazminat ödeyecek ve Gazze’ye abluka
kalkacaktı. Bunlardan tazminat konusunu kabul etmeyen ailelerle ilgili sıkıntı
çıktı (son görüşmelerde Türkiye-İsrail 20 milyon dolar tazminat üzerinde
anlaştı). Peki, özür nasıl dilendi? Obama’nın yanından telefonla arandı ve özür
dilendi deniyor. Bu ses kaydını duyan var mı? Bu özrü gören var mı? Bu nasıl
bir özürdür? Dünya diplomasi tarihinde böyle bir özür var mı?
Bir taraftan topluma nefret tohumları ekme pahasına iç
kamuoyunda İsrail karşıtlığı üzerinden siyasi rant devşirmeye çalışılırken, bir
taraftan da 13 Şubat 2009’da Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik imzasıyla bütün
okullara bir genelge gönderilerek “İsrail mallarını boykot etmeyin”
deniliyordu. İnce sorularını Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin İsrail’e
verileceğine dair iddialardan, Kürecik’teki radar istasyonunun İsrail’e hizmet
edeceği iddialarına varıncaya kadar sıralıyordu. İnce’nin “İsrail, Suriye
uçaklarını vurmak için Türkiye hava sahasını kullandı mı? Türkiye, İsrail
uçaklarına yakıt sağlayan bir ülke midir? Amerika Birleşik Devletleri’nde
Yahudi lobilerinden Davut Yıldızı’nı alan dünyadaki tek Müslüman kimdir?”
şeklinde soruları da vardı.
İnce, Erdoğan’ın “Gazze’ye ziyaret” çelişkisini de
kronolojik olarak gündeme getiriyordu. Erdoğan, 23 Mart 2013’te “Nisan’da
Gazze’ye gideceğim” demişti. 14 Nisan 2013’te ufak bir değişiklik yapıp “Tarih
kesinleşti. Mayıs sonu gibi Gazze’ye gideceğim” demişti. 21 Nisan 2013’e
gelindiğinde ABD Dışişleri Bakanı Kerry “Erdoğan’a Gazze’ye gitme” dediğini
duyurmuş, Erdoğan’ın buna cevabı ta 14 Mayıs 2013’te gelmişti: “Kerry'nin
demeci hiç şık değil, Haziran’da Gazze’ye gideceğim.” 18 Mayıs 2013’te de bu
vaadini tekrarlamış ve “Haziran’da Gazze’deyim” demişti. 2016’ya sadece
günlerin kaldığı şu dönemde Gazze hala Erdoğan’ı bekliyor(!)
“İsrail ile asla dost olmayacağız” sözlerine de “Gazze’ye
gideceğim” sözü kadar sadık kalan Erdoğan, seçimler öncesinde İsrail karşıtı
söylemleriyle kitlesinden oy toplayan AKP hükümetinin “İsrail devleti
Türkiye’nin dostudur” noktasına gelmesi sayesinde 2013’ten bu yana bir türlü
gerçekleştiremediği Gazze ziyaretini gerçekleştirme imkanı da belki bulur.
Tabii Gazzelilerin bu kadar radikal dönüşlerden başları dönmez, o baş
dönmesiyle mideleri bulanmaz, hissiyatları utançla acımak arasında gidip gelip
tiksinti duymazlarsa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder