24 Aralık 2015 Perşembe

Utançla acımak arasında


           Utanmak insana ve insan olmaya özgü bir duygudur. Bir insan durduk yere ve ortada hiçbir şey yokken utanç duymaz. Peki, bir insan niçin utanç duyar, neden utanır? Ya kendi yaptığı veya adının karıştığı yüz kızartıcı bir suçtan utanç duyar ya da bir ayıptan. Ayrıca yaptığı bir haksızlıktan veya işlediği bir günahtan dolayı da utanç duyabilir! Bazen de gösterdiği tüm çabaya rağmen başkalarının sebep olduğu haksızlıklara, hak ihlallerine, zulme, işkenceye, yıkımlara ve ölümlere bir türlü engel olamadığı için...
Dahası sürekli yalanlarını, aldatmacalarını, iftiralarını, sahtekarlıklarını, ahlaksızlıklarını, tutarsızlıklarını, ikiyüzlülüklerini gördüğü muktedir ve muhteris insanların ellerindeki bütün imkanları seferber edip aldatabildikleri kadar çok insanı aldatıp onlardan aldıkları gücün alacakaranlığına sığınarak pervasız bir şımarıklık ve ahlaksız bir kibirle yönettikleri bir ülkede yaşıyor olmaktan utanç duyar insan. Hakikaten insan gibi insansa şayet...
Peki, bir insan kimlere ve nelere acır? Elbette ki haksızlığa uğrayıp mağdur edilmişlere. Kendi evinde, kendi köyünde, kendi şehrinde, kendi ülkesinde sürekli itilip kakılanlara, parya muamelesi görenlere. Başka türlü bir düzende başka türlüsü mümkünken yokluk ve sefalet içerisinde kıvrananlara. Yoksulluklarını ve mahrumiyetlerini varlıktan gözü dönmüş kibir budalalarının sahtekarlıklarını kamufle etme egzersizlerine malzeme yapmaktan bile koruyamayacak kadar çaresiz olanlara. Zulüm altında inledikleri halde iniltilerini kimseye duyuramayan ve üstüne bir de muhteris muktedirler tarafından koşullandırılmış şuursuz kitleler tarafından biteviye suçlanan ve ahlaksızca istiskal edilen her türden mazlumlara...
Ama size bir şey söyleyeyim mi ben bunlardan daha ziyade insanların haklarına girip onları mağdur eden vicdansız mağrurlara acıyorum. Evinin oturma odasında gencecik bir kızın hayatını elinden alacak kadar canileşenlere. İnsanları yüzyıllardır yaşadıkları şehirleri terke zorlayanlara ya da yaşadıkları şehirleri terk edemeyen biçare sakinlerine diri diri mezar yapmaya kalkanların vicdansız basiretsizliğine acıyorum. Toplumun en muhtaç kesimleriyle adil bir paylaşım yerine tüm zenginliği dar dayanışmacı klikleriyle üleşen doymak bilmez muhterislere acıyorum. Mazlumlardan ziyade o mazlumlara zulmetmekten şeytani bir haz alan ahlaksız ve vicdansız zalimlere acıyorum.
İlk kategoridekilere elbette ki saf şefkat ve dertlerine bir türlü çare olamayan merhametten acıyorum. İkinci kategoridekilere ise iğrenerek, tiksinerek ve lanet ederek... İkinci kategoridekilerin arttığı oranda birinci kategoridekilerin, birinci kategoridekilerin arttığı oranda ikinci kategoridekilerin artmasının değişmez bir doğa kanunu olduğuna ise inanmak istemiyorum. Sık sık kendimize bile acımamıza yol açan kesif çaresizlik hissiyatıyla sarmalanmış acıma hissimizin bile bir kısmını hak edenlerden çekip alan güç sarhoşu bu zavallılara duyulan hissin, tuhaf da olsa, sahici bir acıma mı yoksa saf bir tiksintiden ibaret mi olduğuna bile bazen karar veremiyorum.
Utanç ile acıma, acıma ile tiksinme duyguları arasında gidip geliyorum. Pek çok insanın da birçok konudaki yalanlara, sahtekarlıklara, utanmazlıklara, zigzaglara, tutarsızlıklara baktığında mutlaka aynı hissi karmaşayı yaşadığını sanıyorum. Kürt meselesine yaklaşımlarına, Alevi sorununu çözüyormuş gibi yıllarca rol kesmelerine, İslamı arsızca istismar etmelerine, Müslümanların hissiyatını sınırsız sömürme kapasitelerine, Suriye, Rusya, İsrail, AB, ABD ve daha birçok ülkeyle ilişkilerde sergiledikleri ilkesiz kıvraklıklara, tutarsız esnekliğe, ikiyüzlü ve mürai politikalara bakıp utanç duymakla acımak, acımakla tiksinmek arasında kalan tek ben değilimdir herhalde.
Yıllarca AB çöküyor diye sevinçli bir edayla iç kamuoyuna AB düşmanlığı pompalayıp, mülteci olmalarında belki de en büyük paya sahip oldukları zavallı Suriyelilerin dramını şantaj malzemesi yapacak kadar alçalarak AB’ne yaltaklanmalarını, yıllarca NATO’ya veryansın etmişken Suriye ve Rusya karşısında paniğe kapılıp NATO’nun kucağına atlamalarını, içeride ABD karşıtlığından prim yapıp her muhalifi “ABD taşeronu”, “ABD uşağı”, “CIA ajanı” diye suçladıktan sonra ABD yönetiminin her dediğini ikiletmeden yerine getiren hazin zavallılıklarını gördükçe utanç, acıma ve tiksinme arasında gidip gelmiyorsanız tam da AKP’nin arzuladığı vatandaş kıvamındasınız demektir.
Bahsini ettiğim yalanlara, tutarsızlıklara, özü-sözü bir olmamalara en güzel örneği ise hiç şüphesiz son günlerde gündemin başköşesine kurulan İsrail ile ilişkiler oluşturuyor. Tıpkı yıllarca İran’ın yaptığı gibi Filistin sorununu araçsallaştırıp iç siyaset malzemesi yapan AKP iktidarı, retorik düzeyinde İsrail karşıtlığını yükseltirken fiili ve ticari ilişkileri son yıllarda en az 3 kat artıracak kadar becerikli bir ikiyüzlülük sergileyebildi. İç kamuoyunu İsrail düşmanlığı üzerinden oya tahvil ederken İsrail ile ticari ve ekonomik ilişkilerden tatlı paralar kazanmak bu konuda hiç de hafife alınamayacak büyük bir kabiliyetleri olduğunu gösteriyor. Ahlakiliğini, etik olup olmadığını, tutarlılığını bir kenara bırakmak kaydıyla içte başta dışta başka, sözde başka işte başka olmayı başaran bu kabiliyetin önünde büyük bir ihtiramla şapka çıkarmak gerekiyor.
Yanlış anlaşılmasın, tüm ülkelerle olduğu gibi onurlu, izzetli, iki ülkenin de menfaatlerine olan ikili iyi ilişkiler mutlaka İsrail ile de kurulmalı ve iç siyasete malzeme edilmeden sürdürülmelidir. Buradaki eleştiri ve itirazlarımız İsrail’in AKP ve Erdoğan’ın siyasal İslamcı politikaları uğruna birer iç siyaset malzemesi yapılmasına ve toplumun her muhalif kesimini yaftalayarak İsrail ile ilişkilendirip karalarken İsrail ile perde gerisinden yürütülen netameli ilişkilerin sergilediği tutarsızlığa. Doğal olarak bu tutarsızlığın kıvrak aktörlerinin şaşırtıcı şahsiyet esneklikleri ise insanları yine utanç, acıma ve tiksinme sarkacına mahkum ediyor.
Mesela bir Numan Kurtulmuş vakası vardır ki bu duruma çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Dönemin HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, Mavi Marmara gemisinde 9 vatandaşımızın İsrail komandoları tarafından şehit edilmesinden hemen sonra bakın neler demiş: “İsrail en büyük zaferini AKP sayesinde kazandı. BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda “İsrail’in nükleer kapasitesi var mı, yok mu?” oylamasında Türk delegasyonu çekimser kaldı. Geçtiğimiz sene 2010 Mayıs’ında da Türkiye İsrail’in OECD üyeliğini onayladı. Oysa veto ettiğimiz takdirde üye olması mümkün değildi. Daha önce bir çok ülke veto etmişti. Otel lobisinde değil, BM’de, OECD salonlarında ‘one minute’ demek marifettir. Sayın Başbakanın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor.”
Belli ki Kurtulmuş’un kendisi de sözlerinin aksine “kalbi Muaviye deyip, dili Ali söyleyenlerden.” Çünkü, bu açık sözlerinden çok olmayan bir süre sonra AKP’ye geçen Kurtulmuş bugün AKP hükümetinde Başbakan Yardımcısı konumunda. Bu şahane esnekliğinden ister gurur duyun, ister utanın, ister acıyın, isterseniz tiksinin.
CHP Milletvekili Muharrem İnce’nin 2014 yılında Meclis’te yaptığı bir konuşmada gündeme getirdiği, ama geçerliliğini hala koruyan soruların muhatapları için de utanma, acıma ya da tiksinme hakkınızı kullanabilirsiniz. İnce sormuş: İsrail’in NATO tatbikatlarına vetosunu hangi hükümet kaldırdı? Tabii ki AKP hükümeti. OECD üyeliğine vetoyu hangi hükümet kaldırdı? Tabii ki Erdoğan’ın Başbakanlığındaki AKP hükümeti. Halkı “one minute” şovlarıyla aldatırken kısık sesli bir üslupla “Tepkim İsrail Devlet Başkanı’na değil, moderatöredir” diyen kimdi? Cevabını yazmayalım ki her birinden 8-10 yıl hapis cezası istenen yeni davalara muhatap olmayalım. Neticede ortada hukuk çerçevesinde ve adalet için karar veren mahkeme de kalmadı neredeyse.
İsrail ve Yahudilere yönelik “Siyonizm” üzerinden çok ağır laflar ettiği Danimarka’dan dönüşte uçağının tekeri Türkiye topraklarına basar basmaz “Siyonizm konusunda yanlış anlaşıldım” diyen kimdi? İnce sorularına devam ediyor: Mavi Marmara baskınında vatandaşlarımız hayatını yitirirken, üç şartımız vardı; İsrail özür dileyecek, tazminat ödeyecek ve Gazze’ye abluka kalkacaktı. Bunlardan tazminat konusunu kabul etmeyen ailelerle ilgili sıkıntı çıktı (son görüşmelerde Türkiye-İsrail 20 milyon dolar tazminat üzerinde anlaştı). Peki, özür nasıl dilendi? Obama’nın yanından telefonla arandı ve özür dilendi deniyor. Bu ses kaydını duyan var mı? Bu özrü gören var mı? Bu nasıl bir özürdür? Dünya diplomasi tarihinde böyle bir özür var mı?
Bir taraftan topluma nefret tohumları ekme pahasına iç kamuoyunda İsrail karşıtlığı üzerinden siyasi rant devşirmeye çalışılırken, bir taraftan da 13 Şubat 2009’da Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik imzasıyla bütün okullara bir genelge gönderilerek “İsrail mallarını boykot etmeyin” deniliyordu. İnce sorularını Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin İsrail’e verileceğine dair iddialardan, Kürecik’teki radar istasyonunun İsrail’e hizmet edeceği iddialarına varıncaya kadar sıralıyordu. İnce’nin “İsrail, Suriye uçaklarını vurmak için Türkiye hava sahasını kullandı mı? Türkiye, İsrail uçaklarına yakıt sağlayan bir ülke midir? Amerika Birleşik Devletleri’nde Yahudi lobilerinden Davut Yıldızı’nı alan dünyadaki tek Müslüman kimdir?” şeklinde soruları da vardı.
İnce, Erdoğan’ın “Gazze’ye ziyaret” çelişkisini de kronolojik olarak gündeme getiriyordu. Erdoğan, 23 Mart 2013’te “Nisan’da Gazze’ye gideceğim” demişti. 14 Nisan 2013’te ufak bir değişiklik yapıp “Tarih kesinleşti. Mayıs sonu gibi Gazze’ye gideceğim” demişti. 21 Nisan 2013’e gelindiğinde ABD Dışişleri Bakanı Kerry “Erdoğan’a Gazze’ye gitme” dediğini duyurmuş, Erdoğan’ın buna cevabı ta 14 Mayıs 2013’te gelmişti: “Kerry'nin demeci hiç şık değil, Haziran’da Gazze’ye gideceğim.” 18 Mayıs 2013’te de bu vaadini tekrarlamış ve “Haziran’da Gazze’deyim” demişti. 2016’ya sadece günlerin kaldığı şu dönemde Gazze hala Erdoğan’ı bekliyor(!)
“İsrail ile asla dost olmayacağız” sözlerine de “Gazze’ye gideceğim” sözü kadar sadık kalan Erdoğan, seçimler öncesinde İsrail karşıtı söylemleriyle kitlesinden oy toplayan AKP hükümetinin “İsrail devleti Türkiye’nin dostudur” noktasına gelmesi sayesinde 2013’ten bu yana bir türlü gerçekleştiremediği Gazze ziyaretini gerçekleştirme imkanı da belki bulur. Tabii Gazzelilerin bu kadar radikal dönüşlerden başları dönmez, o baş dönmesiyle mideleri bulanmaz, hissiyatları utançla acımak arasında gidip gelip tiksinti duymazlarsa.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder