Üstü bir türlü kabuk
bağlayamayan derin kesikler gibi kanayan yaralarımızla fersiz mecalsiz bir
yılın sonuna daha geldik. Üstelik geçmiş yıllarda açıldığı halde hala kanayan
yaralarımıza bu yıl yenilerini de ekledik. Hayatın bütün alanlarıyla kıvranan,
acı çeken, huzursuz ve tedirgin bir yılı geride bıraktık. Koskocaman bir yıl
boyunca ne geçmişin yaralarını sarabildik, ne de o yaralara yenilerinin
eklenmesine mani olabildik. Arkada bırakmakta olduğumuz yılın yaptığı yıkım ve tahribattan,
omuzlarımızda ve duygu dünyamızda bıraktığı taşınması güç ağır yüklerden dolayı
başlayacak yeni yıla dair umutlarımız bile fersiz.
Mesela, 28 Aralık 2011
gecesi Roboski’de çoğu çocuk yaştaki 34 vatandaşımızın bir
istihbarat-siyaset-emir-komuta zincirinin karar ve eylemi neticesinde savaş
uçakları tarafından bombalanarak katledilmesinin açtığı yara hala kanamaya
devam ediyor. Bu elim katliamın üzerinden tam 4 yıl geçmesine rağmen sorumlular
bir türlü açığa çıkarılmıyor. Adalet yerini bir türlü bulmuyor. Süren
adaletsizliklerle acılar tazelendikçe açılan yaralar kanamaya devam ediyor. En
kahredici olanı ise muhtemel sorumluların cezasızlık konforuyla yeni yaralar
açmada rol alma ihtimalleri.
Roboski’nin açtığı
yaralara 32 vatandaşımızın katledildiği Suruç’taki, 102 vatandaşımızın
katledildiği Ankara’daki intihar saldırılarının acısı da eklendi. Öldürenlerin
arkasındaki güçler gölgede, ölenler ise öldükleriyle kaldılar. Yakın
çevrelerinde sessizce kanayan yaralar bırakarak ülke tarafından unutulmaya
terkedildiler. Bu acılar daha sıcacıkken insan hakları savunucusu Tahir Elçi’yi
de katlettiler. Elçi tam da yaşadığı hayata yakışacak bir duyarlılıkla insanlık
mirası bir tarihi Camii’nin minaresinin gördüğü hasara dikkatleri çekerken hayatı
boyunca mücadele ettiği fail-i meçhul(!) kurşunlardan birinin kurbanı oldu. Bu cinayet bir türlü kabuk bağlayamayan
yaraları kanatırken bir vicdan sızısı gibi gelip bütün vicdan sahiplerinin
yüreğine oturdu.
Tahir Elçi’nin insanlarının
hayatlarına olduğu gibi tarihi dokularının üzerine titrerken canından olduğu şehirler,
kasabalar terör örgütü PKK’nın şehir savaşlarına cevap veren asker-polisin
kuşatmaları ve uzun sokağa çıkma yasaklarıyla sivil halkı ile birlikte can
çekişir oldu. Okullar kapatıldı. İnsanlar evlerine hapsoldu. Yüz binlercesi
baba yurtlarını terk etti. Onlarcası serseri kurşunların, PKK’nın bubi
tuzaklarının, tank ateşlerinin kurbanı oldu. Kendi sınırlarımız içerisinde Suriye
manzaraları görmeye bile o kadar çabuk alıştık ki. Alıştık alışmasına ama çok
şeylerimizi yitirdik. 3 aylık Miray bebekleri, onları kurtarmaya çalışan 80’lik
dedeleri, vurulduğu sokak ortasında cesedi 7 gün boyunca alınamayan anneleri
yitirdikçe sadece kurşunların açtığı yaralar değil, herkesin yüreği kanadı.
Esed zulmünün yanı sıra
Erdoğan rejiminin ihtiraslı politikaları milyonlarca Suriyeliyi mülteci
durumuna düşürdü. Elbirliğiyle yüz binlercesinin ölümüne yol açarken 3 milyona
yakın Suriyeli Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Ne kadar acıdır ki Erdoğan
rejimi bu trajediyi bile uluslararası alanda yalnızlığını ve köşeye sıkışmışlığını
aşmada bir şantaj aracı olarak kullanabildi. Zavallı Suriyelilerin bir türlü
kabuk bağlamayan sıcacık yaraları çıkarcı siyaset uğruna deşildikçe deşildi.
Çirkin al-ver pazarlıklarıyla Avrupa’yı dize getiren bu şantaj politikası Aylan
bebeklerin cansız bedenleri kıyıya vurdukça bütün Türkiye’nin ve insanlığın bir
utancına dönüştü.
Üzerinden geçen 1,5 yıla
rağmen Soma’da katledilen 302, Ermenek’te katledilen 18 madencinin ne geride
bıraktıkları acı dindirilebildi ne de bu katliamda siyasi ve idari sorumluluğu
olanlardan bir teki bile hesap verdi. Adaletle sarmalanmayan yaralar derinleştikçe
derinleşip kanadıkça kanayan kocaman bir toplumsal yaraya dönüştü. İnsan hayatına
kıymet vermeyen çıkarcı siyasi iktidar ve yöneticiler ihmalleri sonucu ölen
yoksul madencilerin yakınlarından özür dilenmezken, yargıya hesap vermek yerine
mağdur yakınlarına hakaret edip bir de tekmeleyenler ödüllere boğuldu.
Kanayan sadece insanların
bedenlerinde, ruhlarında açılan yaralar değildi elbet. 17/25 Aralık 2013’te
ortaya çıkarılan büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalından bu yana sistematik
olarak yok edilen demokratik ilke ve değerler, hukuki kurumlar ve kurallar 2015
yılında siyasi bir sorun olmaktan çıkıp, toplumun tüm muhalif kesimlerine
yönelik soykırımı çağrıştıracak kitlesel bir zulme ve tenkil kampanyasına
dönüştü. Suçüstü yakalanan muktedirler kendi suçlarının üzerini örtebilmek için
bağımsız yargıyı yok edip yerine koydukları proje ekiplerle masum insanlara
yönelik terör estirdiler.
Erdoğan rejimi tarafından
keyfi ve hukuksuz bir şekilde kesintisiz sürdürülen cadı avları ve nefret
operasyonlarıyla yüzlerce kreş, okul ve yurda ağır silahlı polisler eşliğinde
baskınlar düzenlendi. Türkiye’nin en başarılı özel İslami bankası olan Bank
Asya Erdoğan rejimi tarafından batırılmaya çalışıldı. Tüm çabalarına rağmen
batmayınca hukuksuz bir şekilde el konularak gasp edildi. Bu yöntem daha sonra
Koza-İpek Holding, İpek Medya Grubu ve Kaynak Holding gibi diğer başarılı özel
şirketler için de kullanıldı. Ne teşebbüs hürriyetine duyarlılık, ne de
mülkiyet hakkına saygı gösterildi. Türkiye’nin Turgut Özal’dan bu yana bin bir
emekle inşa ettiği ekonomik kurum ve değerlerin tamamı hunharca yok edildi.
Yerli ve yabancı yatırımcıların Türkiye’ye olan güveninde kanayan bir kocaman yara
açıldı.
Medyaya ve gazetecilere
yönelik tehditler ise 2015 yılında zirve yaptı. İpek Medya Grubu gazeteleri ve
televizyonlarına cebren el konuldu. Bünyesinde 14 TV kanalı olan Samanyolu
Yayın Grubu yayın yapamaz hale getirildi. Farklı medya gruplarındaki muhalif
gazeteciler patronlarına tek tek isimleri verilerek işlerinden attırıldı. Gasp
edilen, tüm yayın platformlarından ve tekel durumundaki ulusal uydudan hukuksuz
bir şekilde atılarak yayın yapamaz hale getirilen medya gruplarında çalışan
yüzlerce gazeteci ve yayıncı işsiz, aileleri aşsız bırakıldı.
Daha fecileri de oldu. Bugüne
kadar adları en ufak suça bile karışmamış, hiçbir şiddet veya terör eylemiyle
anılmamış yüzlerce eleştirel gazeteciye “Cumhurbaşkanına hakaret”, “Başbakana
hakaret”, “terör örgütü kurucusu olmak”, “terör örgütü üyesi olmak”, “casusluk
yapmak” gibi örneklerine ancak adi diktatörlüklerde rastlanabilecek mesnetsiz
iddialarla davalar açıldı. Benim gibi birçok gazeteci bu davalarla fiilen iş
yapamaz hale getirildi. Onlarca gazeteci gözaltına alındı. Onlarcası ise
yargısız bir şekilde tutuklanarak hapse atıldı.
Bugün hapisteki 32 gazeteci ile Türkiye en fazla gazetecinin hapiste
olduğu ülkeler arasında ilk sıralarda geliyor. Özgür düşüncenin prangalandığı, gazetecilerin
kelepçelendiği, muhaliflerin tehditlerle sindirildiği, bağımsız medyanın
susturulduğu bir ortamda gerçekler ve hakikat büyük bir yara aldı.
Öte
yandan, “tabii hakim”, “bağımsız ve tarafsız yargı” gibi evrensel hukuk ve
yargı ilkelerini hiçe sayarak uyduruk mahkemeler oluşturan Erdoğan rejimi, bu
ülkede yaşayan herkesi hukuk güvencesinden mahrum bıraktı. Partizanları
arasından seçtiği tetikçi savcılardan ve yargıçlardan oluşan Erdoğanist yargı
müfrezeleri oluşturarak yargıyı bir silah gibi kullandı. Bu yargı müfrezeleri
muhalif herkesi yok eden bir yargısal balyoz işlevi gördü ve verdikleri
kararlarla hukukilikte ve adalette direnen savcıları ve hakimleri bile
sorgusuz-sualsiz tutuklayabilen bir cellatlık sistemine dönüştü. Derin
yaralarıyla adalet duygusu zedelenirken, hukuk ve yargı kan kaybından ziyan
oldu. Tıpkı Türkiye’nin özgürlükçü bir demokratik hukuk devleti olma
hayallerinin ziyan olması gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder