Toplumların genel ruh
haleti ve psikolojisiyle siyaseti ve sosyolojisi arasındaki bağ malum. Sanırım
siyaset ve psiko-sosyal atmosfer arasındaki karşılıklı etkileşim ve nedensellik
ilişkisini de uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Bununla birlikte göz göre göre
faşizme kayan bir iktidarın bu siyasal sapkınlıktan elde ettiği maddi ve siyasi
faydanın yanı sıra manen aldığı sapkın hazları analiz etmenin gereği ise
ortada. Zaten pek tartışılmayan bu boyutunu analiz etmeden artarak devam eden faşizm
sürecini anlamak da pek mümkün olmayacak gibi.
Bilindiği gibi faşizm toplumsal
yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir tek ideolojinin hükümranlığını savunur. Baskıcı
bir siyasal sistem olarak bir partinin veya bir liderin dünya görüşüne göre örgütlenir.
Toplumda farklılıkları hızla boğacak bir tahakküm kurmaya başlar. Tüm medya
liderin dayattığı ideoloji, tercihler ve görüşlere göre yayınlar yapmaya,
aydınlar onun görüşlerini meşrulaştırmaya zorlanır. "Organik aydın"ların da
desteğiyle artık iyice bir nevi kutsallık atfedilen liderin ve partinin
görüşüne ve tercihlerine uymayan düşünceler veya muhalif seslerin çeşitli baskı
unsurlarıyla sindirilmesinin vakti gelmiştir. Muhalif yayın yapanlar, farklı
görüşler dile getirenler sansürlenir, kapatılır veya pek de hoş olmayan başka
türlü yollarla engellenmeye çalışılır. Böylece faşizan tek tip düşünce toplumda
baskın hale getirilir. Faşizmin derinliği ve kıvamı bu şartların ne kadarının
somut olarak hayata geçirildiğiyle doğru orantılıdır.
Faşizmlerde en önemli unsur
liderlik ve onun dünya görüşü ile tercihleridir. Lider ve parti formunda
örgütlediği teşkilatı özgürlükleri kısıtlarken, hakları ortadan kaldırırken,
bireyi tüm demokratik hakları ile birlikte totaliter rejimin amaçlar
doğrultusunda yok ederken eline geçirdiği her değeri istismar etmekte de sınır
tanımaz. Genelikle milliyetçilik ve vatanseverlik gibi her insanda bir nebze
olsun bulunan duygular faşistlerin hoyratça at oynattıkları en geniş ve münbit
istismar alanını oluşturur. Son dönemde Türkiye’de olduğu gibi vatanperverlik
ve milliyetçiliğin yanı sıra dini değerler ve geride kalmış "şanlı bir geçmişi
ihya" söylemleri eşliğinde tarihi değerler de, tabii aslını yok etmek ve içini
tamamen boşaltmak pahasına, bu istismardan fazlasıyla nasibini alır.
Hiç şüphesiz faşizan
süreçlerin önemli göstergelerinden biri de hukukun ve yargının
araçsallaştırılmasıdır. Lidere ve kurmak istediği despotik totaliter sisteme şöyle
ya da böyle itirazı olanlar ve sistemin muktedirleri nazarında şu ya da bu
sebepten dolayı aşağı veya sakıncalı görülen halk gruplarına ilk etapta baskılar uygulanması,
süreç içerisinde tutuklanmaları, yargılanarak idam edilmeleri ve/veya yargısız
infazlarla ve linç kampanyalarıyla öldürülmelerinin toplum tarafından haklı
görülmesi için yoğun bir propaganda yapılır. Faşizan eğilimdeki lider ve
örgütünün başlangıçtaki mütereddit baskı ve kıyımları halkı ikna edip desteğini
aldığı oranda süreç içerisinde artırılır ve nihayet iradi ve sistematik bir yok
ediş hedefiyle bir devlet politikası haline dönüştürülmeye çalışılır.
Son 15 ay boyunca Hizmet
Hareketi’ni hiç durmaksızın hedefe koyarak ötekileştiren, şeytanlaştıran,
düşmanlaştıran Erdoğan’ın, ortaya hiçbir somut delil koyma ihtiyacı duymaksızın, bu cihan sumül sivil toplum hareketini yok edilmesi gereken bir “terör örgütü” olarak
tanımlamasının Türkiye’deki faşizan gidişatla çok yakından alakası bulunmaktadır.
Erdoğan’ın aylar süren ısrarları sonucu Hizmet Hareketi’ni “paralel devlet”
yaftasıyla “Kırmızı Kitap” olarak bilinen milli tehditlerin sıralandığı
anti-demokratik “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ne sokmaya çalışması da Erdoğan
liderliğindeki faşizm sürecinde Türkiye’nin hangi aşamada olduğunu açıkça
gösterir niteliktedir.
Tıpkı şu an Türkiye’de
yaşanmakta olduğu gibi faşizmlerde bir kişinin, yani liderin aldığı kararlar ve
verdiği hükümler diğer herkesten ve halkın tamamından daha isabetli görülmeye
başlar. Toplumun geri kalanı ise medyatik efsunlamalarla “liderin hata
yapmayacağı” konusunda güdülenir. Erdoğan’ın her gün vesileler oluşturarak defalarca
konuşması, yer yer temelsiz ve mesnetsiz yalanlar ve iddialarla bezeli coşkun
ve iddialı hamasetle dolu bu konuşmaların 10-15 TV kanalında birden canlı
verilmesi ve ertesi gün 10’u aşkın ulusal gazetenin manşetlerini süslemesindeki
amaç da zaten bu kesintisiz güdüleme ihtiyacını gidermekten başkası değildir. Faşizme
dümen kırmış bir lider, toplumun tamamının dünyaya ve olaylara sadece
kendisinin baktığı gibi bakmasından başka bir amaç gütmez artık. Bu aşamada azıcık farklı olana
bile tahammül edemez.
Sürecin başlangıcında belki
ideolojisiyle birlikte hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu faşizan
uygulamalar zamanla, yaşanan duygusal bir sapmayla, uygulanmasından zevk ve haz alınan
bir olağan uğraşa dönüşür. Zaten sürecin psikiyatrinin müdahil olmasını
gerektiren aşaması da burasıdır. Lider ve örgütü adeta kan kokusu almış köpek
balıkları misali artık kendilerinden farklı düşünen, farklı inanan, farklı
yaşayan değişik toplumsal kesimlere çektirdikleri acılardan zevk alır hale
gelmiştir.
Hitler’in gaz odalarında
ve fırınlarda boğarak ve yakarak katlettiği milyonlarca insanın kıyımını
sosyo-ekonomik ve demografik ihtiyaçlarla rasyonelleştirmesinin ikna ediciliği
tartışmalıdır. Yahudilerle birlikte farklı açılardan kendilerinden aşağı veya
kendilerine tehdit olarak gördükleri komünistlerin, çingenelerin,
eşcinsellerin, başka ideolojik ve etnik grupların çektiği acılardan sadistçe
bir haz almadan bu kıyımı sürdürmelerinin ben pek mümkün olamayacağı
kanaatindeyim. Bugün Türkiye’de yaşanan süreç henüz Hitler Almanyasının kıyım boyutlarına
ulaşmamış olsa da, Erdoğan ve peşine takmayı başardığı güruhun kendilerinden
farklı gördükleri tüm toplumsal kesimlere liderlerinin orkestrasyonuyla
çektirdikleri acıdan ve yaşattıkları mağduriyetlerden haz ve zevk almadıklarını
kimse savunamaz!
Diğer türlü, Erdoğan’ın farklı
toplumsal kesimlere yönelik giriştiği linç ayinlerini izleyerek hazzın
doruklarına çıkan on milyonlarca insanın varlığını başka türlü nasıl
açıklayabiliriz ki? Erdoğan’ın bu linç ayinlerini, nefret söylemlerini taklitle bu
hazzın bir parçası olmak için çırpınanların çokluğu Türkiye’de yaşanmakta olan toplumsal cinnet halini “sado-faşizm” kavramıyla tanımlamayı hak etmiyor mu?
Bilindiği gibi fikir ve
isim babası Fransız yazar Marquis de Sade olan “sadizm” başkalarına acı
çektirerek zihnen doyum sağlamak ve bundan haz almak anlamına geliyor. Bu türden
sapıtmış insanlara da “sadist” deniyor. Sadizmin bireysel alandaki hali bile
feciyken, toplumun geniş kesimlerinin faşizmle bütünleşerek kitleselleşmesinin nasıl bir fecaat olacağını
düşünmek bile dehşet verici. Dehşet verici ama maalesef bu sado-faşizm şiddetini her geçen
gün artıran bir ivme ile şu an bu ülkede yaşanıyor.
Mesela kadınlı erkekli
binlerce insan, ailesine ekmek almaya giderken sokak ortasında polis tarafından
öldürülen 14 yaşında bir çocuğun annesini ve üstelik acısı daha taptazeyken,
sırf Alevi olduğu için Erdoğan’ın insafsız kışkırtmalarıyla dakikalarca yuhalayabiliyor. Korkarım
ki sürü psikolojisiyle insanlık duygusunu toplu halde yitirmiş o kitle, bu yaptıklarından adeta bir meziyet sergilemişler gibi,
sapkın bir zevk de alabiliyor. Ya da Uludere’de bombardımanla öldürülen Kürt çocuklarının
hesabını sormak yerine, bu katliamın sorumluları yine bu ülkede arsızca ödüllendirilerek baş tacı edilebiliyor.
Haklarında hiçbir somut
suç delili ortaya konulamayan milyonlarca Hizmet gönüllüsü, yine on
milyonlardan oluşan yalanlarla dolu medyatik efsunlarla güdülenmiş kitlelerin destek, alkış ve haz çığlıkları
eşliğinde tam bir toplumsal lince tabi tutulabiliyor. Masum insanlar hiçbir
delil ortaya konulmaksızın 1,5 yıl boyunca milyonların alkışları eşliğinde her
gün akıl almaz yargısız infazlarla “teörist, haşhaşi, hain, sülük” ilan
edilebiliyor. Tıpkı Gezi Parkı protestosuna katılanlarda olduğu gibi Hizmet’e
yakın isimlerin adları da sıklıkla tutuklanacaklar listesinde yer alıyor ve bu
listeler sado-faşist bir toplumsal lincin haz araçlarına dönüştürülebiliyor.
Erdoğan’ın tepeden aşağı
toplumun tüm katmanlarına yaydığı bir cinnet halini yaşayan Türkiye korkarım ki
ilk sado-faşist totaliter diktatörlük olarak literatüre geçmeyi fazlasıyla hak
ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder