1 Mayıs 2015 Cuma

Türkiye ve sado-faşist ruh iklimi

Erdoğan’ın tek adam yönetiminin ve AKP iktidarının yapıp ettiklerini değerlendirmenin sadece siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji ve ekonomi gibi sosyal bilimlerin çerçevesinde yapılmasının artık yeterli ve mümkün olmadığını, pek çok hal ve eyleminin doğrudan psikiyatrinin alanına girdiğini uzun zamandır pek çok insan söylüyor. Özellikle Erdoğan ve onu taklit etmekten başka bir meziyet ortaya koyamayan Davutoğlu’nun Türk siyasetinde hakim kıldığı psikolojiye ve bu psikolojinin sebep olduğu nefret söylemi ve nefret suçu niteliğindeki dehşet verici üsluba şöyle kısaca bir bakmak bile tepeden aşağı doğru toplumun her tarafına sirayet eden o hastalığı görmeye yetebiliyor. Madem ortada salgına dönüşmüş, hızla yayılan bir hastalık var, öyleyse son derece görünür olduğu için teşhisinde herhangi bir sıkıntı yaşanmayan bu hastalığa bir ad koymanın vakti geldi. Hızla yayılan ve toplumu esir alan bu hastalığa ben “sado-faşizm” diyorum.
Toplumların genel ruh haleti ve psikolojisiyle siyaseti ve sosyolojisi arasındaki bağ malum. Sanırım siyaset ve psiko-sosyal atmosfer arasındaki karşılıklı etkileşim ve nedensellik ilişkisini de uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Bununla birlikte göz göre göre faşizme kayan bir iktidarın bu siyasal sapkınlıktan elde ettiği maddi ve siyasi faydanın yanı sıra manen aldığı sapkın hazları analiz etmenin gereği ise ortada. Zaten pek tartışılmayan bu boyutunu analiz etmeden artarak devam eden faşizm sürecini anlamak da pek mümkün olmayacak gibi.
Bilindiği gibi faşizm toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir tek ideolojinin hükümranlığını savunur. Baskıcı bir siyasal sistem olarak bir partinin veya bir liderin dünya görüşüne göre örgütlenir. Toplumda farklılıkları hızla boğacak bir tahakküm kurmaya başlar. Tüm medya liderin dayattığı ideoloji, tercihler ve görüşlere göre yayınlar yapmaya, aydınlar onun görüşlerini meşrulaştırmaya zorlanır. "Organik aydın"ların da desteğiyle artık iyice bir nevi kutsallık atfedilen liderin ve partinin görüşüne ve tercihlerine uymayan düşünceler veya muhalif seslerin çeşitli baskı unsurlarıyla sindirilmesinin vakti gelmiştir. Muhalif yayın yapanlar, farklı görüşler dile getirenler sansürlenir, kapatılır veya pek de hoş olmayan başka türlü yollarla engellenmeye çalışılır. Böylece faşizan tek tip düşünce toplumda baskın hale getirilir. Faşizmin derinliği ve kıvamı bu şartların ne kadarının somut olarak hayata geçirildiğiyle doğru orantılıdır.
Faşizmlerde en önemli unsur liderlik ve onun dünya görüşü ile tercihleridir. Lider ve parti formunda örgütlediği teşkilatı özgürlükleri kısıtlarken, hakları ortadan kaldırırken, bireyi tüm demokratik hakları ile birlikte totaliter rejimin amaçlar doğrultusunda yok ederken eline geçirdiği her değeri istismar etmekte de sınır tanımaz. Genelikle milliyetçilik ve vatanseverlik gibi her insanda bir nebze olsun bulunan duygular faşistlerin hoyratça at oynattıkları en geniş ve münbit istismar alanını oluşturur. Son dönemde Türkiye’de olduğu gibi vatanperverlik ve milliyetçiliğin yanı sıra dini değerler ve geride kalmış "şanlı bir geçmişi ihya" söylemleri eşliğinde tarihi değerler de, tabii aslını yok etmek ve içini tamamen boşaltmak pahasına, bu istismardan fazlasıyla nasibini alır.
Hiç şüphesiz faşizan süreçlerin önemli göstergelerinden biri de hukukun ve yargının araçsallaştırılmasıdır. Lidere ve kurmak istediği despotik totaliter sisteme şöyle ya da böyle itirazı olanlar ve sistemin muktedirleri nazarında şu ya da bu sebepten dolayı aşağı veya sakıncalı görülen halk gruplarına ilk etapta baskılar uygulanması, süreç içerisinde tutuklanmaları, yargılanarak idam edilmeleri ve/veya yargısız infazlarla ve linç kampanyalarıyla öldürülmelerinin toplum tarafından haklı görülmesi için yoğun bir propaganda yapılır. Faşizan eğilimdeki lider ve örgütünün başlangıçtaki mütereddit baskı ve kıyımları halkı ikna edip desteğini aldığı oranda süreç içerisinde artırılır ve nihayet iradi ve sistematik bir yok ediş hedefiyle bir devlet politikası haline dönüştürülmeye çalışılır.
Son 15 ay boyunca Hizmet Hareketi’ni hiç durmaksızın hedefe koyarak ötekileştiren, şeytanlaştıran, düşmanlaştıran Erdoğan’ın, ortaya hiçbir somut delil koyma ihtiyacı duymaksızın, bu cihan sumül sivil toplum hareketini yok edilmesi gereken bir “terör örgütü” olarak tanımlamasının Türkiye’deki faşizan gidişatla çok yakından alakası bulunmaktadır. Erdoğan’ın aylar süren ısrarları sonucu Hizmet Hareketi’ni “paralel devlet” yaftasıyla “Kırmızı Kitap” olarak bilinen milli tehditlerin sıralandığı anti-demokratik “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ne sokmaya çalışması da Erdoğan liderliğindeki faşizm sürecinde Türkiye’nin hangi aşamada olduğunu açıkça gösterir niteliktedir.
Tıpkı şu an Türkiye’de yaşanmakta olduğu gibi faşizmlerde bir kişinin, yani liderin aldığı kararlar ve verdiği hükümler diğer herkesten ve halkın tamamından daha isabetli görülmeye başlar. Toplumun geri kalanı ise medyatik efsunlamalarla “liderin hata yapmayacağı” konusunda güdülenir. Erdoğan’ın her gün vesileler oluşturarak defalarca konuşması, yer yer temelsiz ve mesnetsiz yalanlar ve iddialarla bezeli coşkun ve iddialı hamasetle dolu bu konuşmaların 10-15 TV kanalında birden canlı verilmesi ve ertesi gün 10’u aşkın ulusal gazetenin manşetlerini süslemesindeki amaç da zaten bu kesintisiz güdüleme ihtiyacını gidermekten başkası değildir. Faşizme dümen kırmış bir lider, toplumun tamamının dünyaya ve olaylara sadece kendisinin baktığı gibi bakmasından başka bir amaç gütmez artık. Bu aşamada azıcık farklı olana bile tahammül edemez.
Sürecin başlangıcında belki ideolojisiyle birlikte hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu faşizan uygulamalar zamanla, yaşanan duygusal bir sapmayla, uygulanmasından zevk ve haz alınan bir olağan uğraşa dönüşür. Zaten sürecin psikiyatrinin müdahil olmasını gerektiren aşaması da burasıdır. Lider ve örgütü adeta kan kokusu almış köpek balıkları misali artık kendilerinden farklı düşünen, farklı inanan, farklı yaşayan değişik toplumsal kesimlere çektirdikleri acılardan zevk alır hale gelmiştir.
Hitler’in gaz odalarında ve fırınlarda boğarak ve yakarak katlettiği milyonlarca insanın kıyımını sosyo-ekonomik ve demografik ihtiyaçlarla rasyonelleştirmesinin ikna ediciliği tartışmalıdır. Yahudilerle birlikte farklı açılardan kendilerinden aşağı veya kendilerine tehdit olarak gördükleri komünistlerin, çingenelerin, eşcinsellerin, başka ideolojik ve etnik grupların çektiği acılardan sadistçe bir haz almadan bu kıyımı sürdürmelerinin ben pek mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Bugün Türkiye’de yaşanan süreç henüz Hitler Almanyasının kıyım boyutlarına ulaşmamış olsa da, Erdoğan ve peşine takmayı başardığı güruhun kendilerinden farklı gördükleri tüm toplumsal kesimlere liderlerinin orkestrasyonuyla çektirdikleri acıdan ve yaşattıkları mağduriyetlerden haz ve zevk almadıklarını kimse savunamaz!
Diğer türlü, Erdoğan’ın farklı toplumsal kesimlere yönelik giriştiği linç ayinlerini izleyerek hazzın doruklarına çıkan on milyonlarca insanın varlığını başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki? Erdoğan’ın bu linç ayinlerini, nefret söylemlerini taklitle bu hazzın bir parçası olmak için çırpınanların çokluğu Türkiye’de yaşanmakta olan toplumsal cinnet halini “sado-faşizm” kavramıyla tanımlamayı hak etmiyor mu?
Bilindiği gibi fikir ve isim babası Fransız yazar Marquis de Sade olan “sadizm” başkalarına acı çektirerek zihnen doyum sağlamak ve bundan haz almak anlamına geliyor. Bu türden sapıtmış insanlara da “sadist” deniyor. Sadizmin bireysel alandaki hali bile feciyken, toplumun geniş kesimlerinin faşizmle bütünleşerek kitleselleşmesinin nasıl bir fecaat olacağını düşünmek bile dehşet verici. Dehşet verici ama maalesef bu sado-faşizm şiddetini her geçen gün artıran bir ivme ile şu an bu ülkede yaşanıyor.
Mesela kadınlı erkekli binlerce insan, ailesine ekmek almaya giderken sokak ortasında polis tarafından öldürülen 14 yaşında bir çocuğun annesini ve üstelik acısı daha taptazeyken, sırf Alevi olduğu için Erdoğan’ın insafsız kışkırtmalarıyla dakikalarca yuhalayabiliyor. Korkarım ki sürü psikolojisiyle insanlık duygusunu toplu halde yitirmiş o kitle, bu yaptıklarından adeta bir meziyet sergilemişler gibi, sapkın bir zevk de alabiliyor. Ya da Uludere’de bombardımanla öldürülen Kürt çocuklarının hesabını sormak yerine, bu katliamın sorumluları yine bu ülkede arsızca ödüllendirilerek baş tacı edilebiliyor.
Haklarında hiçbir somut suç delili ortaya konulamayan milyonlarca Hizmet gönüllüsü, yine on milyonlardan oluşan yalanlarla dolu medyatik efsunlarla güdülenmiş kitlelerin destek, alkış ve haz çığlıkları eşliğinde tam bir toplumsal lince tabi tutulabiliyor. Masum insanlar hiçbir delil ortaya konulmaksızın 1,5 yıl boyunca milyonların alkışları eşliğinde her gün akıl almaz yargısız infazlarla “teörist, haşhaşi, hain, sülük” ilan edilebiliyor. Tıpkı Gezi Parkı protestosuna katılanlarda olduğu gibi Hizmet’e yakın isimlerin adları da sıklıkla tutuklanacaklar listesinde yer alıyor ve bu listeler sado-faşist bir toplumsal lincin haz araçlarına dönüştürülebiliyor. 
Erdoğan’ın tepeden aşağı toplumun tüm katmanlarına yaydığı bir cinnet halini yaşayan Türkiye korkarım ki ilk sado-faşist totaliter diktatörlük olarak literatüre geçmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder