17/25 Aralık 2013
tarihlerinde dünya tarihinin görüp görebileceği en büyük rüşvet ve yolsuzluk
skandalında suçüstü yakalanan iktidar çevreleri o tarihten bu yana toplumun
farklı kesimleriyle birlikte Hizmet Hareketi ile ilgili akla hayale gelmedik
iddialarda ve suçlamalarda bulundular. Tam 18 aydır her gün meydanlardan,
onlarca gazetenin manşetlerinden ve onlarca TV kanalından durmaksızın iddia, itham
ve iftiralarını sürdürdüler. Ancak aradan geçen onca zamana rağmen ortaya bu akıl
almaz iddia ve ithamlarını kanıtlayacak somut bir delil ortaya koyamadılar.
Delilsiz ve mesnetsiz bu
iddia, iftira ve ithamlar binlerce polis şefini, yüzlerce hakim ve savcıyı,
binlerce bürokratı görevlerinden almakta, meslekten ihraç etmekte kullanıldı.
Bu insanları haklarından mahrum etmek ve hak arama yollarını kapatmak için yeni
mahkemeler kuruldu. Var olan mahkemelere neredeyse mevcut kadroları kadar
militan kadrolar ilave edildi. Yüzlerce insan “tabii hakim” ilkesine tamamen
aykırı bir şekilde sonradan kurulan proje mahkemeler tarafından somut hiçbir
delile dayanmaksınız hapse atıldı. “Paralel devlet” suçlamasıyla 22 Temmuz 2014
tarihinde yapılan ilk dalga operasyonlarda içeri atılan polis şefleri başta
olmak üzere hapse atılanlarla ilgili ortaya hala bir iddianame ise konulmadı.
Rivayet odur ki suçlananlara dair elle tutulur somut hiçbir delil olmadığı için
iddianame yazımı kasten geciktiriliyor.
Bu arada, en üst düzey
mensupları rüşvet alırken, yolsuzluklar yaparken suçüstü yakalanan AKP iktidarı
tam 18 aydır akla hayale gelmedik yalan ve iftiralarla korkunç bir kara propaganda
yürütüyor. Toplumun belirli kesimlerini bu kara propagandaya inandırabildikleri
ölçüde harekete geçiyorlar ve hiçbir somut suçu olmayan insanlar karalanarak
proje mahkemeler tarafından tutuklanarak hapse atılıyorlar. Aralarında
gazetecilerin, bürokratların, askerlerin, polislerin, yargıçların, savcıların
ve sivil toplum aktörlerinin bulunduğu insanlara yönelik soruşturma ve
yargılama süreçleri maalesef bilinen anlamda bir yargısal süreç olarak
işlemiyor. Bu süreçler hiçbir etik değerle kendisini bağlı görmeyen medyatik
kampanyalarla kamuoyunda oluşturulan sanal algılar üzerinden yürütülüyor.
Öyle ki, medyatik kampanyalarda
delilsiz ve mesnetsiz şekilde dile getirilen yalanlar, iftiralar ve ithamlarla kamuoyu
nezdinde mahkum edilen masum insanlar sonra da dünyanın en absürt
gerekçeleriyle proje mahkemelerden çıkarılan tutuklama kararlarıyla hapse
atılıyor. Kimisi, Hidayet Karaca örneğinde olduğu gibi, bir TV dizininin tabiatı
gereği kurgusal olan senaryosu gerekçe gösterilerek hapsediliyor. Polislere
dair suçlamalarda olduğu gibi kimisi hukuk çerçevesinde belirlenen görevlerinin
gereği olarak terör örgütlerini, organize suç şebekkelerini ya da uyuşturucu
kartellerini takip ettiklerinden dolayı sorgulanıyor ve hapsediliyor. Daha da
fecisi, TÜBİTAK eski Başkan Yardımcısı Hasan Palaz vakasında olduğu gibi,
kimisi de iktidarın masum insanlar hakkında olmayan suçlar üretme çabasına destek
olmadıklarından dolayı hapsediliyor. Bunlara görevlerinin gereği şüpheli
kişilere ya da suç şebekelerine soruşturmalar açtıkları için meslekten ihraç
edilen savcıları ve hukuk kuralları çerçevesinde verdikleri kararlardan dolayı
hapse atılan hakimleri de eklemek gerekiyor.
Tamamen algı yönetimine
dayalı hukuk dışı ve keyfi bir süreç yürüttükleri için Erdoğan ve liderliğindeki
iktidar şebekesi algı mühendisliğinin ve algı yönetiminin tıkandığı noktada
halkın uyanmasından ve olan biten rezaletlerin farkına varmasından büyük endişe
duyuyor. Bu yüzden de medya üzerindeki kuşatma ve baskıyı artırdıkça artırıyorlar.
Türkiye’de işini gazetecilik mesleğinin evrensel ilkelerine, onur ve izzetine
uygun bir şekilde yapıp da hakkında iktidar veya Erdoğan tarafından onlarca
dava açılmayan herhangi bir gazeteci ya da medya organı artık bulunmuyor.
Öte yandan, Anayasa
gereği tarafsız kalacağına şerefi ve namusu üzerine yemin ettiği halde Erdoğan’ın
her gün çeşitli vesileler oluşturarak meydanlarda birkaç konuşma yapma ihtiyacı
da, oluşturmaya ve güçlendirmeye çalıştıkları bir algıyı sürdürme amacından
kaynaklanıyor. Bisiklet kullananların dengede kalarak yol alabilmek için nasıl
ki pedal çevirmesi gerekiyorsa Erdoğan ve ekürisinin de oluşturdukları sanal algıyı
canlı tutabilmek için yalan ve iftiralarla bezeli kampanyalarını sürdürmeleri
gerekiyor. Yine bu yüzden Erdoğan ve ekürisinin artık ülkeyi yönetmek gibi bir
dertleri bulunmuyor. Dertleri büyük ölçüde avuçlarının içine aldıkları halkın algısını
yönetmekten ibaret. Bunun içindir ki hiç durmadan meydan meydan, ekran ekran
dolaşıp konuşuyorlar. Yalanlarla, iftiralarla, gerçekleri çarpıtmakla,
mesnetsiz ithamlarla bezedikleri birbirleriyle çelişen konuşmalarını onlarca TV
kanalında canlı yayınlatıyor, onlarca gazeteye manşet yaptırıyorlar.
Erdoğan ve ekürisinin bildiğimiz
anlamda demokratik hukuk devleti adına ne varsa tarumar etmek pahasına
uydurduğu “paralel devlet” veya “paralel yapı” yalanıyla, başta Hizmet Hareketi
olmak üzere, tüm muhalif çevreleri hedef aldığı artık saklanamıyor. Hiçbir
somut suç işlememiş kişilere ve kesimlere yönelik hukuk içerisinde kalınarak
herhangi bir şey yapılamayacağı için Erdoğan ve ekürisi büyük bir ihtirasla
hukuk devletini yok ediyor. Muhalif kesimleri sindirmek için giriştiği
mücadelenin her adımında aslında kendileri büyük suçlar işliyor ve eninde
sonunda bu suçların yargı önünde hesabını vereceklerini biliyorlar.
Yine ellerinde bildiğimiz
anlamda hukuki nitelikte somut delil olmayınca muhalifleri yok etme hedefini
algı yönetimiyle halkın belirli bir kesiminden devşirdikleri siyasal destek
üzerinden gerçekleştirmeye yöneliyorlar. Bu çabanın önündeki en büyük engel
olarak da, artık geriye bir avuç kalan muhalif ya da bağımsız medyayı
görüyorlar. Kabul etmek gerekir ki, bağımsız ve özgür medyadan geriye kalanlar
Erdoğan ve ekürisinin toplum mühendisliği ve algı yönetimine karşı büyük bir
oyun bozanlık rolü oynuyor. Sadece bu bile söz konusu medyanın Erdoğan
diktatörlüğünün tüm gazabını üzerlerine çekmesine fazlasıyla yetiyor. Zaten
Erdoğan da bu bir avuç bağımsız ve özgür medyayı sindirmek ve susturmak için
elinden geleni ardına koymuyor.
Açılan soruşturmalar,
davalar, hakaretler, ithamlar, tehditler, salınan vergiler umdukları kadar işe
yaramıyor olmalı ki, algı operasyonlarının önündeki en büyük engel olarak gördükleri
özgür medyayı artık fiziksel olarak ortadan kaldırma planları yaptıkları
konuşuluyor. Özellikle Erdoğan yandaşı medya organlarında gün geçmiyor ki
muhalif medyaya nasıl el konulacağına dair yeni bir senaryo yayınlanmasın. Bu
despotik hevesler yandaş medyanın ahlaksız, ilkesiz, ilkel, hoyrat ve mide
bulandırıcı fantezilerinden ibaret olsa yine iyi. Seçimlere sadece 20 günün
kaldığı bir ortamda savcıların özgür ve bağımsız medyayı susturmak için
harekete geçtiği gazetelerde sayfa sayfa haber oluyor.
Gazetelerde
çıkan son haberlere bakılırsa, kendisini Erdoğan’ın koşulsuz hizmetine adamış bir
Ankara savcısı, hem de çok kritik seçimlerin arefesinde, Ulaştırma Bakanlığı’na
‘muhalif medyayı susturma talimatı’ göndermiş. Yasalara aykırı şekilde
gönderilen talimat, muhalefetin sesini duyuran televizyon, radyo ve internet
sitelerinin iletişim altyapılarını kapatmayı hedefliyormuş. Muhalif görüşlerin
medyada yer bulmasını anayasal düzene karşı yasadışı bir eylem gibi görüyor
olsa gerektir ki Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu Savcısı Serdar
Coşkun, muhalif partilerin sesini duyurabildiği televizyon, radyo ve internet
sitesi gibi medya organlarının kullandığı devlete ait uydu bağlantılarını
kapatma talimatı verebiliyor.
İktidar yanlısı olmayan tüm
medya organlarını susturmayı hedefleyen bu tuhaf talimatın gerekçesi ise çok
daha vahim: Erdoğan yanlısı olmayan yayın organları toplumda kutuplaşma ve
kamplaşmaya sebep oluyormuş. Askeri darbe dönemlerinde bile görülmeyen bu mantık
ve bu talimat bir taraftan özgür basına müdahalenin ulaştığı boyutları gözler
önüne sererken, diğer taraftan Erdoğan rejiminin darbe dönemlerinden bile
despotik bir karaktere büründüğünü açıkça ortaya koyuyor. Demokrasinin çoğulcu
rekabet ve çok seslilik demek olduğundan habersiz bu savcının talimatındaki
iddialara göre söz konusu medya organları ‘toplumu terörize ediyormuş” ve “kutuplaşmaya
yol açıyormuş”.
Savcılık makamını işgal
etmiş demokrasi ve hukuk fukarası bu adam belki de haklı! Gırtlaklarına kadar
suça bulaşmış Erdoğan ve ekürisinin önünde istinasız herkes boyun eğse, olup
biten haksızlıklara ve hukuksuzluklara hiç sesini çıkarmasa, hırsızlıkları ve
yolsuzlukları hiç görmese, iktidarın yalanlarını ve iftiralarını yüzlerine hiç vurmasa
ülke en az Kuzey Kore kadar huzurlu bir ülke olmaz mı? Hatta bir gün gelip de
Erdoğan ve ekürisi bununla da yetinmezse, yine bir savcı talimatı ile milletçe Erdoğan’a
secde edilmesi zorunlu hale getirilirse ülke daha da huzurlu olmaz mı?
Ey savcı, hiç çekinme, hiç
utanma hadi bunu da talimatlandır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder