7 Haziran’da yapılacak
seçimlere aşağı yukarı 2 hafta kaldı. Türkiye belki de tarihinin en önemli, en
kritik seçimlerini gerçekleştirecek. Seçmenler verecekleri oylarla sadece 5
yıllık bir dönem için ülkeyi yönetecek bir siyasal kadroyu değil, ülkenin
kaderini de belirleyecek. Gönül isterdi ki 13 yıldır iktidarda bulunan AKP ve
AKP üzerindeki vesayetini artırarak sürdüren Erdoğan demokrasiyi içine
sindirmiş olsun, bu seçimler de sıradan seçimler olsun ve demokratik hukuk
devleti ile Türk tipi bir diktatörlük arasında yapılacak bir seçime dönüşmesin.
Ama ne yazık ki, Erdoğan
ve AKP, demokratik kurum ve kural adına ortada hiçbir şey bırakmayarak, Anayasa
ihlallerini gündelik bir uğraş haline getirerek sıradan bir demokratik seçimi
demokratik rejimin devam edip etmeyeceğine karar verilecek kritik bir oylamaya
dönüştürdü. Bu yüzden Türkiye 7 Haziran’da ülkeyi hangi partinin yöneteceğini
değil, ülkenin nasıl bir rejime sahip olacağını oylayacak. Alternatifler net.
Bir tarafta, bugüne kadar gerçek anlamda bir demokrasiyi becermemiş bir ülke olan
Türkiye’nin 150 yıllık demokratikleşme tecrübesinin üzerine oturduğu
parlamenter demokratik hukuk devletini kemale erdirme arayışı. Diğer tarafta
hukuksuzluk, despotluk ve keyfilikte ne kadar derinleşebileceğini bugünden
tahmin edemeyeceğimiz bir tek adam diktatörlüğü…
Siz “başkanlık sistemi”ni
dillerine pelesenk etmelerine aldanmayın. Arzuladıkları şey net güçler ayrılığı
sistemine, denge ve kontrol mekanizmasına ve adem-i merkeziyete dayalı demokratik,
çoğulcu ve özgürlükçü bir sistem asla değil. Adına gönül rahatlığıyla “diktatörlük”
ya da “sultanlık” diyemedikleri için “başkanlık sistemi” diyerek şeytani
niyetlerini saklamaya çalışıyorlar. Tıpkı Hitler’in Almanya’da, Mussolini’nin İtalya’da
yaptığı gibi sandık yoluyla faşizan bir tek adam rejimi kurmak istiyorlar.
Bunun için yapmayacakları herhangi bir hile ya da manüpülasyon ise bulunmuyor.
Gerçek demokrasileri
diğer rejim türlerinden ayıran en büyük özelliği halka arzu etmediği siyasi
düşünceleri iktidara getirmeme imkanı verdiği gibi, iktidardayken yozlaşan
kadroları da şiddet ve kaosa yol açmadan barışçıl yollardan iktidardan uzaklaştırmaya
imkan tanımasıdır. Demokrasilerin en büyük zaafı ise demokratik yollarla güç
devşiren anti-demokratik zihniyetlerin kolayca kurbanı haline gelebilmesidir. Bunun
içindir ki, demokratik kanalları ve imkanları kullanarak iktidara gelen bir
zihniyetin yozlaştığı ölçüde demokrasiyi rafa kaldırmasına karşı demokrasiler
hukuki ve kurumsal bazı sigortalar oluşturmuştur. Ama ne yazık ki iktidarda uzun
süre kalmayı başaran yozlaşmış popülist partiler demokrasilerin emniyet sübabı
olan bu sigortaları ortadan kaldırmayı da başarabiliyor. Türkiye’de şu an yaşamakta
olduğumuz kaotik süreç bu durumun tipik bir örneği. Demokrasiyi koruyacak
hukuki mekanizmalar çoktandır demokrasiyi kökünden kazıyacak despotik gidişatın
hoyratça ve pervasızca kullanılan araçlarına dönüştürülmüş durumda.
Doğaları gereği belirli
ölçülerde naiflik içeren demokrasileri bu kötü akıbetten korumak için kafa
yoran demokrasi teorisyenleri demokratik mücadelenin ve demokratikleşme
uğraşısının hiç bitmeyen bir mücadele olduğunu savunurlar. Demokratların bir an
olsun demokrasinin emniyetinden yüzde yüz emin olmamaları ve her daim teyakkuz
halinde bulunmaları gerektiğini söylerler. Maalesef, Türkiye’deki demokratlar
olarak bu teorisyenlerin uyarılarının gereğini yeterince yerine getirdiğimizi
söyleyemeyeceğim.
Her türlü milli, manevi,
insani değeri istismar ederek izlediği popülist politikalarla halkın
aldatabildiği geniş kesimlerinden destek alabilen AKP, bütün demokratların
gözleri önünde tüm demokratik kurumları ve hukuk devletini aşama aşama
aşındırarak ortadan kaldırmayı başardı. Bu güne kadar fiilen gerçekleştirdiği
bu yıkımı önümüzdeki seçimlerde almayı umduğu destekle finale erdirmeyi
amaçlıyor. Daha doğrusu yok ettiği parlamenter demokratik hukuk devletini
resmen de ortadan kaldırıp, yerine ne idiğü tam belli olmayan diktatoryal bir ucube
ikame etmek istiyor. Erdoğan’ın tarafsız kalacağına şerefi ve namusu üzerine
ettiği yemine rağmen her gün meydan meydan dolaşıp AKP’ye oy istemesinin başka
bir amacı bulunmuyor.
Peki böylesine açık ve
yakın bir tehdit ve tehlike altında farklı ideolojik kulvarlardaki bu ülkenin
demokratları ne yapmalı? Geldiği gözle görülen muhtemel felaketleri izlemekle
yetinmeli? Yoksa kendi geleneksel siyasi kalıplarının dışına çıkarak parlamenter,
çoğulcu, rekabetçi, özgürlükçü demokratik hukuk devletini yeniden rayına
oturtacak yeni bir sürecin başlamasına imkan verecek bir siyasal tablonun
oluşmasına katkı mı vermeli? Siyasi tercihlerin asgari demokratik yaşam
alanının korunması amacıyla ideolojik önceliklerden ziyade bu kadar rasyonel ve
mantıklı bir hesap kitap meselesi haline geldiği bir başka seçim
hatırlamıyorum. Mademki önümüzdeki sorun bir hesap kitap meselesine dönüştü, o
zaman demokrasi oyununu buna göre kurgulamak ve oynamak gerekiyor.
Yapılan tüm kamuoyu
araştırmaları Türkiye’yi anti-demokratik bir mecraya sürüklemekte olan AKP’nin
ciddi güç kaybettiğini ama buna rağmen seçimlerden birinci parti çıkacağını
gösteriyor. Anketler halkın tercihlerini tam olarak göstermekte belki başarılı,
belki değil. Daha kötüsü toplumun neredeyse tamamına yakınının AKP’nin
yapacağından neredeyse emin olduğu seçim hileleriyle oyların ne kadarının diğer
partilerden AKP’ye kanalize edileceğini hesaplamak ise imkansız. Pek çok
belirsizliği ve bilinmezliği içeren 7 Haziran seçimlerinin kaderini belki de
yaygın şüphe duyulan bu hilelerin boyutu belirleyecek. Bu yüzden herkesin mutlaka
sandığa gidip oy vermek kadar verdiği oyun akıbetine sahip çıkması hiçbir seçimde
bu seçimdeki kadar önemli olmadı.
Hileleri, oyların çalınması
endişelerini bir kenara bıraksak dahi, anket sonuçları üzerinden yapılan tüm
simülasyonlar parlamentoya 3 parti girince AKP’nin tek başına yeniden iktidar
olacağına işaret ediyor. Ama 4. bir partinin parlamentoya girmesi durumunda yozlaşmaların
ve anayasal suçların adresi haline gelmiş olan AKP’nin tek başına iktidar olma
şansı bulunmuyor. Mademki bu seçimler demokratik parlamenter sistem ve hukuk
devleti için bir ölüm kalım meselesi, o zaman tüm siyasi ekollerden
demokratlara düşen görev yozlaştıkça despotik bir hal alan AKP’nin yeniden
iktidar olmasını engellemek değil midir? Bunun yolu, yordamı ise apaçık belli…
Kimbilir bakarsınız bu 4. parti olma adayı belki de baraj sıkıntısını aşmakla
kalmaz, alacağı güçlü oy desteğiyle hızla bir Türkiye partisine dönüşerek
yüzyıllık Kürt sorununun çözümünde barışçıl yollardan başka tüm kanalları
kapatacak yeni bir dönemin başlamasına da vesile olabilir.
Farklı siyasi
geleneklerden gelen demokratların kendi siyasal adresleri olan partilere doğal
olarak yönelip verecekleri oylarla sağlayacakları bir-kaç puanlık artış belki
demokrasinin yeniden rayına oturtulmasına çok fazla katkı vermeyecektir. Ama
hesaplı-kitaplı ve bilinçli bir şekilde oylarını stratejik tercihle kullanan
seçmenlerin demokrasinin yeniden ihya edilmesine verecekleri katkıyı mutlaka
tarih kayıtlarına geçirecektir.
Mademki önümüzde neredeyse
teke yakın çare olarak parlamentoya mutlaka dördüncü bir partinin girmesini
sağlamak bulunuyor, o zaman o 4. parti mutlaka parlamentoya girmelidir. Bu
seçenek demokratlar için artık bir tercih ya da fantezi olmaktan çıkmıştır. Bu
zorunlu tercih, demokratik hukuk devleti için ölüm-kalım meselesine dönüşen bu seçimlerde
demokratik çevrelerin ifa etmek zorunda oldukları bir görevdir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder