Başbakan Ahmet Davutoğlu ve ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, siyasete girmeden önce Şimşek’in en son çalıştığı yatırım kurumu Merill Lynch’in davetlisi olarak pazar gününden başlayarak Londra gezisindeler. İki günlük gezi boyunca yatırımcılarla buluşacak olan ikili, ekonomik reform paketleri ile Avrupa Birliği (AB) müzakere ve reform süreci konularında yatırımcıları bilgilendirecek. Türkiye’nin “riskleri minimize edilmiş” ekonomik iklimiyle yatırım yapılabilir bir ülke olduğu mesajını vermeye çalışacak. Şüphesiz ki, bu doğru olmasına doğru bir adım ama ülkenin içinde bulunduğu berbat şartlar ışığında ikilinin işi hiç de kolay görünmüyor.
Yine de temelsiz bir özgüven patlamasıyla uzunca bir süre İslam dünyasına ve Ortadoğu’ya liderlik, Şangay İşbirliği Teşkilatı’na üyelik, Çin ile stratejik yakınlaşma vb gibi farklı arayışlara giren Erdoğan Rejimi ve AKP iktidarı, mecbur kalarak da olsa, nihayet Türk dış politikasının geleneksel rotasına dönme çabaları sergiliyor. Üyelik için AB ile müzakere yürüten bir ülke ve NATO’nun öndegelen üyelerinden biri olduğu halde tutarsız stratejik ve dış politik tercihleriyle kafa karıştırıcı mesajlar veren Ankara’nın, zoraki de olsa, yeniden asli dış politik yörüngesine ve stratejik rotasına oturmuş olması hem umut verici hem de gerçekci.
Üstelik, dış politikada yörüngeyi yeniden asli rotaya oturtma çabası halkın beklentileriyle de uyumlu. MetroPOLL araştırma kuruluşunun verilerine göre, 2005 Mart ayında halk desteği yüzde 76 civarında olan AB’ye üyelik süreci, özellikle eurozone finans krizi sırasında Erdoğan ve AKP’nin AB karşıtı yoğun propagandaları yüzünden 2012 Aralık ayında yüzde 43’e kadar gerilemişti. Son yapılan araştırmada bu oranın yüzde 60,7 ile yeniden tırmanışa geçtiğini görmek sevindirici.
Bu tırmanış her ne kadar Erdoğan Rejimi’nin ve AKP iktidarlarının berbat yönetimi, ekonomik kötüye gidiş, otoriterleşme ve despotlaşma süreci, demokrasiden ve hukuktan sapma, temel insan hak ve özgürlükleri alanında korkunç geriye gidiş, PKK-Kürt sorunu ve berbat dış politika tercihleri yüzünden artan güvenlik riskleri ile doğrudan ilgili olsa da yine de olumlu bir trend. AKP’nin ilk iki iktidar döneminin aksine bir tabloyla, AB üyeliğine destek CHP’li seçmenler arasında yüzde 70 iken, bu desteğin AKP’li seçmen arasında yüzde 57 civarında kalması Erdoğan ve AKP hükümetinin yanlış mesajların yandaşlarındaki olumsuz etkilerinin henüz tam olarak giderilemediğine işaret ediyor.
Nasıl ki kötü yönetim, pek çok alandaki krizler ve kötüye gidiş halkın yeniden AB’ye yönelmesine yol açtıysa, hayallere dayalı yanlış varsayımları, tatmini imkansız ihtirasları ve temelsiz özgüven patlamasıyla Erdoğan Rejimi ve AKP hükümetlerinin giriştikleri yanlış dış politik hamlelerinin yol açtığı ciddi güvenlik riskleri de Türk halkının yeniden NATO’ya verdiği değeri yükseltti. Bu durum halkın ülkeyi yönetenlerdeki hormonlu özgüvenin farkında olduğunu ve Türkiye’nin üstesinden tek başına gelemeyeceği riskler karşısındaki pragmatik ve sağduyulu tavrını gösterir niteliktedir.
Bu bağlamda, Erdoğan Rejimi’nin Rus uçağını düşürmesinden sonra yükselen Rusya kaynaklı güvenlik riskleri ve tehditleri halk arasında NATO üyeliğine verilen desteği de artırdı. MetroPOLL araştırmalarına göre 2013 Aralık ayında halk arasında Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı olanların oranı yüzde 27,2 iken, bu oran 2015 Aralık ayında yüzde 12,4’e geriledi. Türkiye’nin NATO üyeliğini sürdürmesine verilen destek ise aynı dönemde yüzde 49,2’den yüzde 69,6’ya yükseldi. Rusya ile arzu edilmeyen ciddi gerilimlere sebep olmasına rağmen Rus uçağının düşürülmesinin Türk dış politikasının stratejik yörüngesinde doğrultucu bir etki yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ekonomik kötüye gidiş, enflasyon canavarının yeniden canlanması, Türk Lirası’ndaki önlenemeyen değer kaybı, büyümedeki istikrarlı yavaşlama, işsizliğin sürekli artması, ihracatın gerilemesi, turizm gelirlerinin düşmesi ve benzeri sıkıntıların yol açtığı ekonomik endişeler de Türkiye’nin yeniden Batı’ya yönelmesi için zorlayıcı bir zemin oluşturdu. Son yıllarda Erdoğan Rejimi ve AKP hükümetlerinin ekonomi ve siyaset odaklı bütün çabalarını yoğunlaştırdıkları Arap ülkelerinden Türkiye’ye doğru dürüst yatırım gelmediğinin ortaya çıkması da Türkiye’nin yeniden Batı’ya yönelmesini kaçınılmaz kılmıştır.
Nüfusları ile mukayese edildiğinde hiç de hafife alınamayacak büyüklükte yatırım güçleri olan petro-dolar zengini Arap ülkelerinin Türkiye’ye yatırımda esamilerinin okunmaması hakikaten aklı olanın aklını başına getirecek ciddiyetteki bir veri. Mesela Suudi Arabistan’ın 635 milyar dolar, BAE’nin 78,4 milyar dolar, Katar’ın 38,4 milyar dolar, Kuveyt’in 32,2 milyar dolar döviz rezervi olmasına rağmen Türkiye’ye yatırımları neredeyse Türklerin bu ülkelere yatırımlarının bile gerisinde. 2015’in ilk 11 ayında Suudi Arabistan’ın Türkiye’ye doğrudan yatırım miktarının 22 milyon dolardan ibaret olması ibret vericidir. Oysa aynı dönemde Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye yaptıkları doğrudan yatırımın hacmi 6,5 milyar dolar, ABD’ninki ise 1,4 milyar dolardır. Erdoğan Rejimi’nin güya dostu ve destekçisi petro-dolar zengini Körfez ülkelerinin Türkiye’ye toplam doğrudan yatırım tutarının 483 milyon dolarda kalması hakikaten düşündürücü.
Başbakan Davutoğlu ve Başbakan Yardımcısı Şimşek’in kendilerinin ve özellikle de özdeşleştikleri Erdoğan Rejimi’nin sürekli olarak aşağıladıkları Avrupalı ve Batılı ülkelerin, kurumların ve yatırımcıların kapılarını yeniden çalmak zorunda kalmaları da kaderin garip bir cilvesi. Batı’nın ve Batılı yatırımcıların kapılarını çalmakla onları kolayca ikna edecekleri ise şüpheli. Çünkü, Erdoğan’ın ne olduğu tam anlaşılamayan icracı ve partili başkanlık hevesleri Türkiye’deki çok geniş bir kitlede olduğu kadar demokratik dünyada da endişe ile takip ediliyor. Anyasal haddini bilmez bugünkü konumu ile bile Merkez Bankası’nın yanısıra diğer düzenleyici kurumlar üzerindeki müdahaleci vesayeti ortadayken gücünü daha da artırmış bir Erdoğan’ın yabancı yatırımcılar için herhangi bir cazibe oluşturmayacağı aşikar.
En başarılı ve en düzgün özel şirketlere keyfi şekilde el koyan, haksız ve hukuksuz bir şekilde özel bankaları gasp eden, medya kuruluşlarını ele geçiren bir iktidarın talihsiz Başbakanı olarak Davutoğlu’nun özelleştirme ve emek piyasasının liberalizasyonu başta olmak üzere vaat edeceği reformların ne kadar inandırıcı olabileceği hakikaten şüpheli. Neredeyse tekelleşen medya gücüyle aldatmayı sürdürebildiği kendi destekçi kitlesi dışındaki halkın bütün kesimleriyle kavgalı bir partinin lideri olarak Davutoğlu’nun yeni ve demokratik bir anayasa vaadinin inandırıcılığını da şüphesiz aynı akıbet bekliyor. Başkanlık merkezli yeni bir anayasa yapmayı başarabilmek için yeni bir seçim veya referandum ihtimali ise Davutoğlu ve Şimşek’in ikna çabalarını zorlaştıracak unsurlar arasında yer alıyor.
Davutoğlu ve Şimşek’in yabancı yatırımcılara neler anlatarak onları Türkiye’ye yatırım yapmaya ikna edeceklerini ben sahide merak ediyorum. Yapıp ettikleriyle uluslararası çevrelerde adlarının radikal gruplarla anılır hale gelmesine yol açan Suriye’de gırtlaklarına kadar batağa battıklarını anlatarak mı acaba Türkiye’ye yabancı yatırım çekecekler? Yoksa Bağdat’la olan sorunlarımızı mı anlatacaklar? Acaba Rusya ile bozulan ilişkilerimiz mi Türkiye’ye yatırım ikliminin uygunluğunu ispatlamak için bir dayanak olacak? Yoksa bütün komşu ülkelerle bozulan ilişkilerimiz mi? Belki de siyasi ihtiyaçlarına göre ateşini körükledikleri terör örgütü PKK ile çatışma adına şehirleri nasıl yaşanmaz hale getirdiklerini anlatarak yabancı yatırımcıları ikna etmeye çalışırlar...
Ne bileyim belki de muhalif gazetecileri nasıl tutukladıklarını, yüzlercesinin hakkında nasıl soruşturmalar ve davalar açtıklarını, binlercesini nasıl işlerinden ettiklerini, bir gecede nasıl 14 TV kanalını birden yayın yapamaz hale getirdiklerini, bir medya gurubuna hiçbir gerekçe göstermeden nasıl el koyduklarını, holdingleri ve şirketleri gerekçesiz nasıl gasp ettiklerini, alanında en başarılı olan özel bir bankaya nasıl çöktüklerini, sırf barış çağrısı yaptıkları için akademisyenleri nasıl tehdit edip gözaltına aldıklarını veya "paralel devlet" safsatasıyla muhalif gördükleri herkese hayatı nasıl yaşanmaz hale getirdiklerini, sırf burs verip hayır yaptıkları için insanlara nasıl ağır silahlı polislerle geceyarısı baskınları yaptıklarını, onbinlerce insanı nasıl işlerinden edip, yüzlercesini nasıl hapse tıktıklarını anlatarak da yabancı yatırımcıları ikna etmeye çalışabilirler. Kimbilir belki de bir parlamenter sistem olduğumuz halde bir adamın çıkıp nasıl anayasayı takmayarak fillen nev-i şahsına mahsus bir başkan ve hatta bir sultan gibi hareket ettiğini anlatarak da ikna edebilirler.
Bağımsız yargının nasıl yok edildiğini, işlerine gelmeyen mahkeme kararlarını nasıl yok saydıklarını anlatmayı da deneyebilirler. Ya da hukuki soruşturmalar açarak yolsuzluklarını, usulsüzlüklerini, rüşvetlerini ortaya çıkaran, siyasi çıkarlarına aykırı hukuki kararlar veren ya da kanundışı eylemlerine hukuki operasyonlar yapan savcıları, hakimleri, polisleri, askerleri nasıl tutuklayıp içeri attıklarını, mesleklerinden nasıl ihraç ettiklerini de anlatarak demokrasimizin, hukukumuzun kalitesini gözler önüne serebilirler. Böylece bu eşsiz maharetleriyle muhataplarını başarıyla ikna edebilirler.
Hiçkimsenin hukuk güvencesinin, mülkiyet dokunulmazlığının ve hatta can güvenliğinin kalmadığı bir ülkenin muktedir başbakanı ve bakanı olarak, bu talihsiz ikili, belki de ikna etmek istedikleri yatırımcılara bazı özel hukuki güvenceler ve güvenlik imtiyazları sağlayacak sihirli formüller sunarlar. Kimbilir?
16 Ocak 2016 Cumartesi
Yabancılar Türkiye'ye neden yatırım yapsın?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder