Avrupa’nın yüzlerce yıl önce, yani Ortaçağda, yaşadığı türden kanlı mezhep çatışmalarını 2016 yılında yaşamaya devam eden Ortadoğu hakikaten giderek daha da trajik bir görüntü veriyor. Batı dünyası temel insani değerlerde buluşurken Yemen’den Suriye’ye, Lübnan’dan Suudi Arabistan’a, Bahreyn’den Pakistan’a, Irak’tan Afganistan’a maalesef bütün İslam coğrafyası mezhep çatışmalarının savaş alanına dönüşmüş durumda. Gün geçmiyor ki İslam dünyası Avrupa’nın Ortaçağını andıran bir vahşet görüntüsü sergilemesin. IŞİD’in kameralar önünde kafa kesmeleri, insanları diri diri yakmaları, Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da camilerde ibadet eden insanların intihar saldırılarıyla katledilmesi neredeyse bölgenin kan donduran bir rutini haline geldi. Kelime anlamı bile “barış” olan bir din ne yazık ki yobaz ve bağnaz müntesiplerinin vahşet eylemleriyle kirletildikçe kirletiliyor.
İslam’ın yasakları ve
ceza hükümleri üzerine oturtulan birbirlerine zıt ama birbirleriyle yarışacak
kadar despotik rejimler kuran sözde “İslam devletleri” iç ve dış siyasette
sıkıştıkları oranda din istismarını artırıyor ve sonu belirsiz bir felakete
kapı aralayacak mezhepler çatışması kartını pervasızca masaya sürüyor. En temel
insan hak ve özgürlüklerini bile ihlal etmekten çekinmeyen bu tür despotik
rejimlerin başında gelen Suudi Arabistan ile İran’ın ihtiyaç duydukça sarıldığı
mezhepçi siyaset genişçe bir coğrafyayı ve hatta dünyayı cehenneme çevirme potansiyeli taşıyor.
Uluslararası Af Örgütü
verilerine göre 2007-2012 yılları arasında Çin’den sonra en fazla idam
geçekleştiren ülkelerin başında İran (1663) ve Suudi Arabistan (423) geliyor.
İdam Cezasına Karşı Dünya Koalisyonu isimli sivil toplum insiyatifi verilerine göre ise, 2014 yılında İran
721, Suudi Arabistan 90 kişiyi idam etmiş. İşte bu idamlar ve insan hakları ihlalleri
konusunda birbiriyle yarışan iki rejim, Suudi Arabistan’ın 2 Ocak günü 35
yıldan beri bir defada en fazla idam infazı gerçekleştirmesi üzerine, yeniden karşı
karşıya geldi.
Çoğu ülkede bazıları
hafif cezalarla geçiştirilebilen tam 16 farklı suçtan idam cezaları verebilen
Suudi rejimi aynı gün içerisinde tam 47 kişiyi infaz ederek tarihe geçti. 9
yaşındaki çocukları bile gözünü kırpmadan idam edebilen İran’ın elbette ki
itirazı idam cezalarının çokluğuna değil. Çoğu el-Kaide üyesi 43 Sünni’ye
ilaveten idam edilenlerin arasındaki 4 Şii’den birinin önemli bir dini lider
olması İran’ın tepkisini çeken. Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 10’unu
oluşturan Şiilerin yoğunlukta olduğu el-Katif bölgesinden Şii din adamı
Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr’in idamı mezhepçi nefretle dolu patlamaya hazır
bir barut fıçısının adeta fitilini ateşledi.
Suudi yönetimine muhalefeti kadar
şiddete karşıtlığı ile de bilinen Ayetullah Nemr’in “terör ithamı” ile idamının
böyle bir etki oluşturacağını eminim Suudiler de tahmin etmekteydi. Durum
tahmin ettiğimiz gibiyse Ayetullah Nemr’in alelacele infaz edilmesinin önceden
hazırlığı yapılmış bir plan çerçevesinde gerçekleştirildiğini varsayabiliriz. İdam
cezası almış güçlü Batılı ülkelerin vatandaşlarının infazından vazgeçtiğine
defalarca şahitlik ettiğimiz Suudi Arabistan rejimi, her ne kadar “cezalar
suçluların dinine, mezhebine göre değişmez” diye kendisini savunsa da, Suudi
Arabistan’ın bu tehlikeli hamlesi yakın geçmişte attığı diğer bazı adımlarla
birlikte daha da anlamlı hale geliyor.
Tıpkı diğer küçük Körfez ülkeleri gibi
kendisine en büyük tehdit olarak İran’ı gören Suudi Arabistan, yüz milyarlarca
dolarlık silahlanmasını ve izlediği bölgesel politikaları hep bu tehdit
algısına göre şekillendiren bir ülke. 1979 Devrimi’nden bu yana Ortadoğu’da
varoluşsal bir rekabet içerisinde bulunan Suudi Arabistan ile İran pek çok
ülkede aslında birbirlerine karşı örtülü savaşlar veriyor. Yemen,
Suriye, Irak, Bahreyn ve Afrika bu kıran kırana rekabetin çatışma alanlarını
oluşturuyor.
Geniş bir caddeye
benzeyen Sünniliğin çok dar ve aşırıcı bir sokağı olan Selefiliğe dayansa da sanki Sünni dünyanın lideriymiş gibi hep hareket eden Suudi Arabistan, Müslüman
dünyanın yüzde 20’sini oluşturan Şiiliğin hamiliğine soyunan İran’a karşı
mücadelesini belli ki artık açıktan yürütme stratejisine yönelmiş bulunuyor. Suriye’deki İran yanlısı Esed rejimine, Irak’taki Şii yönetime, Lübnan’daki
Hizbullah’a, Mısır’da İran’a en ufak yakınlık gösterecek herhangi bir yönetime,
Bahreyn’de yüzde 70’i Şii olan halkın iradesine, Yemen’de İran destekli
Husilerin iktidar emellerine ölümüne karşı olan Suudi Arabistan, başını çektiği
Sünni bloğun 2001 yılından bu yana jeo-stratejik bakımdan adım adım
gerilediğinin ise son derece farkında.
11 Eylül 2001’deki terör
saldırıları sonrası gerçekleşen Afganistan ve Irak işgallerinin en büyük
kazananı hiç şüphesiz ki tek kurşun atmadan en büyük düşmanları olan Taliban ve
Saddam Hüseyin rejimlerinden kurtulan İran olmuştu. Bu gelişmelerin en büyük
kaybedeni ise, üstelik ABD’nin savaş maliyetlerine ortak olmasına rağmen, geçmişte
Saddam rejiminin ve Taliban’ın perde gerisindeki destekçisi Suudi Arabistan'dan başkası değildi. Tam 10 yıl öncesinden başlayarak Arap dünyasını kuşatan bir “Şii Hilali”nden
bahsedilmesi boşuna değildir. Hakikaten ABD’nin bilerek ya da bilmeyerek
izlediği bölge politikaları sayesinde İran, tarihinin en büyük jeopolitik fırsatlarını
yakalamıştır. Bu sayede Arap ülkelerinde azınlıktaki Şii nüfusunu ve diğer
nüfuz faktörlerini de başarıyla kullanarak Hint Okyanusu’ndan Doğu Akdeniz’e kadar
uzanan kesintisiz bir coğrafik kuşakta en etkin güç haline gelmiştir.
Uluslararası şartların
sağladığı maliyetsiz imkanlarla sürekli önü açılan İran, Lübnan örneğinde
olduğu gibi, çeşitli Arap ülkelerindeki Şii azınlığa dayanarak çıkarlarını
maksimize etmeyi bilmiştir. Bu ülkelerde İran çıkarları lehine ya da İran
çıkarlarını tehdit etmeyen bir istikrar oluşturmayı başaramadığı durumlarda ise
Şii faktörü üzerinden o ülkeyi kolayca istikrarsızlaştırarak çıkarlarının alyehine bir istikrarın oluşmasını engellemeyi becerebilmiştir.
İran’ın Batı dünyası ile tartışmalı nükleer programı konusunda (bana göre
muvakkat) bir anlaşmaya varmış olması ise jeopolitik yayılmacılığına uluslararası
destek devşirmesinin iyice önünü açmıştır. Özellikle terör örgütü IŞİD’in
Suriye, Irak ve diğer bölge ülkelerindeki vahşi katliamları yüzünden Selefi
aşırıcılığın uluslararası toplumda büyük tepki topladığı bir ortamda İran
yelkenlerini sadece jeopolitik kazanımlarla değil başarılı diplomatik
açılımlarla da şişirmesini bilmiştir.
Bölgesel nüfuz ve
uluslararası imaj rekabetinde İran’a karşı zorlanan Suudi Arabistan bu açığını
çoğu zaman, tıpkı İran’ın yaptığı gibi, konvansiyonel ya da konvansiyonel
olmayan güç kullanma yöntemleriyle gidermeye çalışmıştır. Mesela Arap Baharı
isyanları sırasında Bahreyn’e asker göndermek zorunda kalan Suudi Arabistan,
Yemen’de İran destekli Husilere karşı amansız bir savaşa girişmiştir. Afganistan
üzerindeki etkisini kaybeden, burnunun dibindeki Yemen’de bile zorlanan, Irak’ı
ise tamamen İran’a kaptıran Suudiler, Rusya’nın doğrudan savaşa dahil olması
üzerine Suriye’de de zor günler geçirmeye başlamıştır. Böyle bir ortamda, 1980’li
yıllar boyunca destek verdiği Saddam Hüseyin rejimi üzerinden Arap düşmanı olarak gördüğü İran’ı
tökezletmeye çalışan Suudi Arabistan, bugün İran karşıtı daha büyük bir
koalisyona ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Her ne kadar "her türlü terörle mücadele"
amacıyla kurulmuş gibi sunulsa da Suudi Arabistan liderliğinde tamamı Sünni
ülkelerden oluşan 34 üyeli bir askeri İslam Bloku’nun tam da böyle bir zamanlamayla kurulmuş olması bir tesadüf
olamaz.
Ayetullah Nemr’in alelacele
infazı kolayca tahmin edilebileceği gibi Sünni Araplar ile Şiiler arasındaki
dinamik mezhepsel fay hatlarını derhal hareketlendirdi. Beklenen tepkiler
üzerine Suudiler İran’la diplomatik ilişkilerini keser kesmez Sudan, Bahreyn, BAE gibi birçok Sünni Arap
rejimi de Suudileri takip etti. Arap Birliği açıktan taraf tutup Suudilerden
yana tavır alırken, kendisi de Arap olan Bağdat yönetiminin tavrı mezhepdaşı Tahran’ın tavrının tekrarından
ibaret kaldı. Hizbullah sert açıklamalar yaparken Bahreyn’den, Pakistan’a,
Lübnan’dan Hindistan’a uzanan geniş bir coğrafyada Şiiler Suudilere karşı sert
protestolar düzenlediler. Irak’ta ise hemen birkaç Sünni camii bombalandı. İran bu yıl
hacı göndermeyebileceğini, Suudiler ise İranlı hacılara vize vermeyebileceğini
duyurdu. Gerilim tırmandıkça tırmandı.
Maalesef Ayetullah
Nemr’in infazı ile Ortadoğu’daki mezhepçi çatışmalar cehennemine tonlarca odun
daha atılmış oldu. Geçmişte benzer durumlar yaşandığında dış politikasına
soğukkanlılığın hakim olduğu Türkiye gibi ülkeler, kendilerini mezhepçi anaforlara
kaptırmadan, hem kendi ulusal çıkarlarını koruyabilmiş hem de gerilimin
düşürülmesinde katalizör görevi görebilmişti. Sık sık mezhepçilikle suçlanan ve
bu konuda haklı olarak eleştirilen Erdoğan Türkiye’si maalesef bugün bu imkandan mahrum. Suudilerin başını
çektiği Sünni İslam Bloku’na üye olmak suretiyle Türkiye durumunu daha da zora
sokmuştur.
Öte yandan, Erdoğan’ın 2015
yılının en son resmi gezilerini İran karşıtı blokun en etkin iki ülkesi olan
Katar ve Suudi Arabistan’a yapmış olması da sanırım durumu yeterince anlatmaya
yeter. Mezhepçi çatışma cehenneminden uzak kalabilen NATO üyesi bir Türkiye kendisine ve
bölgeye faydalı olabilecekken basiretsizlik ve ferastesizlikken dolayı ne yazık ki Ankara bu imkanını hızla yitiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder