17 Eylül 2015 Perşembe

Kötü para iyi parayı kovuyor


Başlığa bakıp hemen İngiltere’de Kraliçe I. Elizabeth döneminde baş gösteren piyasadaki bir para sıkıntısından dolayı Sir Thomas Gresham’ın yaptığı tespitten bahsettiğim sanılmasın. Bu yazıda üzerinde duracağımız “kötü para” ve “iyi para” Sir Gresham’ın bahsettiğinden tamamen farklı.
Malumunuz 16. yüzyılda banknotlar yoktu. Sadece değişik değerli metallerden üretilen paralar vardı. 16 yüzyılda İngiltere’de metal para gümüş içerikliydi. Süreç içerisinde gümüş içeriği düşük olan paralar dolaşıma girince gümüş içeriği fazla olan paralar piyasadan kaybolmaya başladı. Bunun üzerine I. Elizabeth’in görevlendirmesiyle danışmanı Sir Gresham konuyu inceledi ve bir rapor hazırladı. Sir Gresham, ikisi de aynı piyasa değerindeki metal paralardan birinin içinde daha fazla gümüş olunca içinde daha az gümüş bulunan paranın para olarak değerinin arttığını tespit etti. Daha fazla gümüş içeriği olan 1 şilinle de, daha az gümüş içeriği olan 1 şilinle de aynı malın alınabildiğini kayıtlara geçirdi. Bu durumda içinde daha fazla gümüş içeriği olan parayı eritip içindeki gümüşü satmak daha akıllıcaydı. Nitekim İngiltere’de de böyle olmuştu.
Sir Gresham’ın ismiyle anılan ve “Gresham Yasası” adı verilen ‘kötü para iyi parayı piyasadan kovar’ ilkesi bir zamanlar ekonomi biliminin temel esaslarından biriydi. Ancak kâğıt paranın ortaya çıkması ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi bu yasayı tersine çevirdi. Bu sefer insanlar değeri sürekli düşen yerli banknotu, değerini koruyan yabancı paralarla değiştirmeye başladılar. Özellikle yerli paranın faizinin düşük olduğu dönemlerde bu eğilim yaygınlaştı. Böylece yasa tersine döndü ve iyi kâğıt para kötü kâğıt parayı piyasadan kovmaya başladı.
Neyse ki konumuz bu değil. Türkiye ile ilgili anlatacağımız bu hikayeye “Gresham Yasası”nın çağrıştırdıkları daha uygun. Hikayemizde “iyi para” yerine “temiz/meşru para”, “kötü para” yerine ise “kirli/kara para” demek belki daha münasip olacaktır. Ancak, Gresham Yasası’nın edebi çarpıcılığına teslim olarak bu yazıda iyi para-kötü para dikotomisini kullanmayı tercih edeceğim.
Bilindiği üzere Türkiye, özellikle 2002-2005 yılları arasında, Avrupa Birliği üyelik sürecinin gerektirdiği köklü demokratik ve hukuki reformları gerçekleştirmişti. Zaten 2001 ekonomik krizi sonrası da IMF ve Dünya Bankası ile yapılan 48 milyar dolarlık stand-by anlaşmasının bir gereği olarak ulusal ekonomi ve finans sistemini sil baştan yeniden yapılandırmıştı. Bu reformlar ve yeniden yapılandırmalar sayesinde Türkiye bir anda doğrudan yabancı yatırımın gözde destinasyonlarından biri haline gelmişti. Cumhuriyet tarihi boyunca ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırımın toplamını bir yıl içerisinde alır hale gelen Türkiye’de ekonomi o yıllarda uluslararası para ve kredi bolluğunu da iyi değerlendirerek adeta şaha kalkmıştı. Yine bu güçlü ekonomik/finansal yapısı sayesinde 2009 küresel ekonomik krizinin etkilerinden çok fazla zorlanmadan çıkmayı başarmıştı.
Maalesef 2011 yılından başlayarak demokrasi ve hukuk alanında yeniden geriye gidişin başlaması, son 2 yılda ise 2001 krizinden sonra yeniden yapılandırılan ekonomik ve finansal sistemin tamamen tarumar edilmesi ile birlikte Türkiye 2000’li yıllara damgasını vuran bu başarı hikayesini tamamen ziyan etti. 2001 krizi sonrası oluşturulan tüm düzenleyici özerk kuruluşlar giderek otokratik bir tek adam yönetimi hüviyetine bürünen iktidarın etkisi altına girdi. Öyle ki artık ne Merkez Bankası bağımsız ve özerk hareket edebiliyor, ne BDDK, ne de SPK… Dolayısıyla özerkliklerini büyük ölçüde yitiren bu kurumlar ekonomi biliminin ve piyasa koşullarının gerektirdiği hamleleri zamanlıca yapmaktansa siyasi iktidarın popülist beklentilerini karşılamak zorunda kalıyor.
Özellikle 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet skandalının patlak vermesinden sonra yargının tamamen iktidarın güdümüne girmesi, güçler ayrılığı sisteminin tamamen yok edilmesi sonrası Türkiye, tamamen bir tek adam diktası görüntüsü veriri oldu. Türkiye’de hukuk güvencesi ortadan kaldırılınca geriye ne mülkiyet haklarını, ne teşebbüs hürriyetini garanti altına alan bir ortam kaldı. Her ne kadar önceki 10 yıl boyunca sergilenen başarılı performansla oluşturulan imajın meyveleri belirli bir süre daha gelmeye devam ettiyse de nihayet Türkiye’de kralın çıplak olduğu gerçeğini yerli-yabancı herkes artık anladı.
Kral çıplaktı ve Türkiye Erdoğan’ın ve yakın çevresinin adının karıştığı büyük bir yolsuzluk ve rüşvet skandalının alelacele üstünü örtmek için hukuk güvencesinin ortadan kalktığı bir ülke olmuştu. Dahası özel teşebbüs ürünü olan dershanelerin kapatılması örneğinde olduğu gibi artık teşebbüs hürriyeti tehdit altındaydı. Gasp edilen Çukurova Holding ve Bank Asya örneklerinde olduğu gibi özel mülkiyet haklarına artık saygı gösterilmiyordu. Toplumun muhalif kesimlerine gözdağı üzerine gözdağı veriliyor, hiçbir somut delile dayanmaksızın “terörist”, “casus” yaftası vurup siyasi amaçlarla düşmanlaştırılarak yok edilmeye çalışılıyordu. Türkiye, seçim sonuçlarının bile mafyatik iktidar çetesi tarafından fiilen tanınmadığı, basın ve ifade özgürlüğünün ise yok edildiği bir ülke haline gelivermişti.
10 yıl boyunca büyük gayretler sarf edilerek oluşturulan yatırım iklimi Erdoğan’ın  dikta hevesi yüzünden bir-iki yıl içerisinde tarumar edildi. Hukuk güvencesi olmayan, yatırımcılar için vazgeçilmez olan öngörülebilirliği yok eden keyfiliklerin zirve yaptığı, Erdoğan rejimine yüzde yüz biat etmeyen her iş adamının batırılarak mallarına el konulmaya çalışıldığı bir ülkeye yabancı yatırımcılar neden gelsin ki? Zaten gelmediler de… Ülkeye yeni yabancı yatırımcılar gelmediği gibi hali hazırda gelmiş olanlar da Türkiye’den en az zararla kaçmanın yolunu arar oldu. Yabancı sermaye şöyle dursun, kendi ülkesinde geleceğini riskte gören yerli işadamları bile sermaye ve varlıklarının en azından bir kısmını yurtdışına çıkarmanın arayışına girdi. Türkiye, hukuki güvence ve asgari saygı arayışındaki meşru ve temiz sermaye için yatırım iklimi uygun bir ülke olmaktan hızla çıkarıldı.  
Yabancı sermayenin ülkeyi hızla terk etmesi artık büyük yekun oluşturarak resmi figürlere de yansıyor. Çarşamba günü uluslararası yatırım pozisyonunu açıklayan Merkez Bankası’nın verilerine göre sadece bu yılın Ocak-Temmuz ayları arasında 44,8 milyar dolar tutarındaki yabancı sermaye Türkiye’yi terk etti. Bu yabancı sermaye çıkışının 17,2 milyar dolarının doğrudan yatırım, 28,6 milyar dolarının ise portföy yatırımı stokundan olduğu ifade ediliyor. Yabancı sermaye ülkeden kaçarken, yenisi gelmezken ve bu yüzden Türkiye nakit sıkıntısı çekerken aynı dönemde yerli sermayenin yurtdışında 2 milyar dolar tutarında doğrudan yatırım yaptığı da kayıtlara geçti.
Hatırlanacağı gibi benzer bir yabancı sermaye çıkışı 2008 krizinde de yaşanmış ve Türkiye’den 102 milyar dolar çıkmıştı. Ama o çıkış küresel finans krizi kaynaklıydı. Bugün ise dünyada kriz yok. Otokratik bir demir yumruk peşindeki Erdoğan rejimi maalesef Türkiye’nin ekonomi yönetimine olan güveni tamamen sıfırladı. Öyle ki, Dünya Bankası, yatırım kolaylığı sıralamasında, Türkiye’yi dört sıra birden gerileterek 51. sıradan 55. sıraya indirdi. Siyasi amaçlı ve keyfi vergi cezaları, onlarca yıldır üreten ve binlerce insana istihdam sağlayan en temiz şirketlere mesnetsiz suçlama ve iddialarla polis baskınlarının yapılması ve hukuk güvencesinin tamamen ortadan kalkması Türkiye’yi yatırım yapılır bir ülke olmaktan çıkardı.
Bırakın yabancı yatırımcıyı, son olarak Erdoğan diktasının hedef aldığı Kaynak Holding, Koza-İpek Holding, Boydak Holding, Doğan Holding gibi köklü ve meşru sermaye için bile ülke yaşanmaz hale getirildi. Tabii bunlar olurken rant ve kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesi yoluyla semirtilen Erdoğan yandaşı türedi şirketlerin ve sermayenin önü açıldı. On yıllarca süren çileli süreçlerle büyümüş olan Anadolu Kaplanları batırılmaya çalışılırken, köksüz/temelsiz ve gücünü tamamen Erdoğan ile ilişkisinden alan kuşkulu sermaye grupları bugün büyüdükçe büyüyor.
Daha da kötüsü Türkiye adeta bir kara ve gri para cenneti haline gelmiş durumda. Yaptırımlar altında uluslararası finans sisteminden dışlandığı dönemde İran’ın yarı-meşru milyarlarca dolarını Türkiye’nin finansal sistemine sokan Reza Zarrab ve Babek Zencani örneklerinde olduğu gibi Türk finans sistemi de patolojik bir hale bürünmüş durumda. Öyle ki İran, Zencani ile ilgili yürüttüğü soruşturma kapsamında en az 12 milyar dolarının Türkiye’de kaybolduğunu ileri sürüyor. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin ise Türkiye’nin çarpık finans sistemine petrol gelirlerinden 6 milyar dolarını kaptırdığı dedikodusu kulaktan kulağa yayılıyor.
Öte yandan, temiz ve meşru yabancı sermaye ülkeyi hızla terk ederken son dönemde her yıl Türkiye’ye miyarlarca dolar kaynağı belirsiz para girişi oluyor. Sadece son 7 ay içinde bu rakamın 9 milyar dolara ulaştığı biliniyor.
Yani neresinden bakarsınız bakın, hukuku, demokrasiyi, teşebbüs hürriyetini ve özel mülkiyet dokunulmazlığını askıya alarak mafyatik bir çete görüntüsü sergileyen Erdoğan rejiminin oluşturduğu bu boğucu iklimde kötü para iyi parayı kovuyor. Üstelik bu kendiliğinden ya da gizli de olmuyor. Erdoğan ve adamlarının adeta ellerinde büyük büyük sopalarla temiz ve meşru parayı nasıl kovduğunu herkes görüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder