3 Eylül 2015 Perşembe

AKP ve Erdoğan’ın hikayesi bitti


AKP iktidara geldiği 2002 yılından yüzde 50 oy aldığı 2011 yılına kadar Türkiye’nin demokratikleşmesi, sivilleşmesi, kalkınması, temel insan hak ve özgürlüklerinin güçlendirilmesi, hukuk devleti ilkesinin içinin doldurulması, dış politikada yapıcı bir istikrar unsuru haline gelmesi gibi pek çok alanda umut ve ilham kaynağı olmuştu. Özellikle Avrupa Birliği üyelik hedefiyle gerçekleştirilen demokratik, hukuki ve sosyal reformlar ile gerçekleştirilmesi vaat edilenler sayesinde Türkiye gıpta edilir bir ülkeye dönüşmüştü.
Kendisini güç sarhoşluğuna kaptıran Erdoğan’ın akıl almaz ihtirasları ve AKP kadrolarının bu ihtirasları dizginlemek yerine daha da köpürtmesi yüzünden 2011’den bu yana ise Türkiye tam tersi bir istikamete girdi. Erdoğan ve AKP, zor şartlar altında 10 yıl boyunca adım adım yaptıklarını tam muktedir olduğu yeni dönemde bir çırpıda heba etti. Demokratikleşme rotasından tamamen saptı. Sivilleşmenin zirve yaptığı bir dönemde yönetimin baskıcı, despot ve vesayetçi olmayacağı anlamına gelmediğini tüm dünyaya gösterdi. Erdoğan ve AKP, Türkiye’ye umut veren kendi hikayelerini kendi elleriyle hunharca yok etti. Bitirdi.  
Geldiğimiz noktada Erdoğan ve AKP’nin ne Türkiye’ye ne de dünyaya acı, kan, gözyaşı, keyfilik, hukuksuzluk, zulüm ve baskıdan başka verebileceği bir şey kalmadı. Aslında uzunca bir zamandır durum buydu. Ama Türkiye’nin bütün alanlarda apaçık ters yöne girişi, muazzam kötüye gidişine rağmen AKP ve Erdoğan’ın 100 yıllık Kürt sorununu çözme konusunda bir kararlılığı varmış gibi son derece başarılı bir algı oluşturuluyordu. AKP ve Erdoğan’ın hala reformcu ve demokrat olduğuna dair boş sav Kürt sorununa yönelik alabildiğine sorunlu “çözüm sürecine” dayandırılıyordu.
AKP ve dolayısıyla Erdoğan’ın 7 Haziran seçimlerindeki büyük yenilgisinden ve nev-i şahsına münhasır başkanlık hayallerinin suya düşmesinden sonra algı amaçlı sömürülen bu tek pozitif unsur da ortadan kalktı. “Çözüm Süreci”ndeki bariz hataları, eksiklikleri yapıcı şekilde eleştirenleri bile çözüm karşıtı “vatan hainleri” şeklinde yaftalayıp linç eden AKP ve Erdoğan ile çevreleri bir anda “Çözüm Süreci”ni mezara gömdü. Daha düne kadar laf söylettirmedikleri terör örgütü PKK’ya ve uzantılarına yönelik ise top yekün kanlı bir savaşa girişildi.
Herkesin sorduğu can alıcı soru şuydu: Ne olmuştu da 7 Haziran’a kadar azamayan terör bir anda azmış, o güne kadar akmayan kan bir anda oluk oluk akmaya başlamıştı? Olan HDP’nin yüzde 13 oyla seçim barajını aşması ve Meclis’teki dördüncü parti olarak Erdoğan’ın başkanlık hayallerini tamamen suya gömmesiydi. Bizans entrikalarına rahmet okutacak siyasi kurnazlığıyla Erdoğan tabii ki pes edecek değildi. Pes etmek yerine 7 Haziran seçimlerini sanki hiç yapılmamış gibi yok sayacak bir siyasal tezgaha soyundu. Başta MHP olmak üzere, muhalefet partilerinin beceriksizlikleri sayesinde bu emeline ulaşmakta hiç de zorluk çekmedi. Bu sayede sandıkta 13 yıllık tek parti iktidarını kaybeden AKP, tamamen Erdoğan’ın orkestrasyonuyla, sanki seçimleri kaybetmemiş gibi gayr-i meşru da olsa iktidarını sürdürmeye devam etti.
Üstelik bu gayr-i meşru AKP hükümeti vekaleten görev yapan bir hükümet gibi de hareket etmedi, etmiyor. Adeta bir “savaş kabinesi”ymiş gibi toplumun değişik kesimlerine yönelik akıl almaz bir cadı avı ve saldırganlık sergiliyor. Son olarak İpek Medya Grubu’na yapılan baskın gibi muhalif medya organlarına operasyonlar düzenleniyor. Tüm muhalif medya organlarına el koyma tehditleri, muhalif gazetecileri tutuklama söylentileri, planları havada uçuşuyor.
Gerek fiziki koşullar, gerek sosyal çevre ve gerekse akademik şartlar açısından devlet okulları perişan haldeyken, ulusal sınavlarda ve uluslararası bilim yarışmalarında şampiyonlukları toplayan Türkiye’nin en başarılı okullarına bu gayr-i meşru hükümet tarafından, silahlı terörle mücadele polisleri eşliğinde devletin 8-10 kurumundan onlarca müfettişle, baskınlar düzenletiliyor. Anayasa Mahkemesi kararına rağmen dershanelerin açılmasına fiilen engel olunarak pervasızca suç işleniyor. İstanbul’un göbeğinde sadece sohbet için bir araya gelmiş toplumun saygın işadamlarından oluşan bir arkadaş grubuna tıpkı 1940’lardaki faşizan dönemde olduğu gibi baskın düzenleniyor ve hiçbir suçu olmayan bu insanlar gözaltına alınıyor.
2011’e kadar yargı vesayetine karşı olmakla prim toplayan AKP ve Erdoğan, bugün üzerinde görülmedik bir vesayet kurdukları yargıyı tamamen partizanlaştırmış durumdalar. Tarafsızlığını ve bağımsızlığını koruma azmiyle evrensel hukuka uygun nitelikte tek tük işlem yapma veya karar verme cesaretini gösteren savcılar, hakimler ise anında görevden alınıyor. Hatta pek çok savcı, Suriye’deki radikal örgütlere yasadışı silah taşıyan tırlar örneğinde olduğu gibi, konusu suç olan skandalları ortaya çıkardıklarından ya da verdikleri hukuki kararlardan dolayı hapse atılıyor. Yüzlerce savcı oradan oraya sürülüyor, meslek onuruna sadık tüm hakimler cezaevine girme tehdidi altında tutuluyor.
Bilindiği gibi Erdoğan ve AKP, demokratik hukuk devletlerinde hiçbir yeri olmayan, hiçbir meşruiyeti ve yaptırımı bulunmayan “Kırmızı Kitap” diye bilinen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ne karşı yıllarca mücadele etmişti. Ne hazindir ki son zamanlarda aynı “Kırmızı Kitap” Erdoğan ve AKP’nin adeta tapındıkları bir kutsal kitaba dönüşmüş durumda. Sürekli ihlal edip suç işledikleri Anayasa’dan ziyade hep “Kırmız Kitap”tan bahsediyorlar. Tüm muhalif kesimleri bu gayr-i meşru ve hukuk dışı metin üzerinden korkutmaya, sindirmeye, yıldırmaya çalışıyorlar.
Bu durum, hiçbir demokratik yönetimde yeri olamayan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları için de geçerli. Düne kadar MGK’ya karşı olan Erdoğan ve AKP, bugün MGK’yı adeta kutsayan bir yaklaşım sergiliyor. MGK’da aldıkları anti-demokratik, hukuk dışı ve gayr-i meşru kararlarla muhalif kesimler üzerinde adeta terör estiriyorlar. Çarşamba günü yapılan son MGK toplantısında “paralel devlet yapılanması” adı altında hedefe koydukları Hizmet Hareketi’ne karşı “yurt içinde ve yurt dışında, illegal ekonomik boyutu da dâhil olmak üzere sürdürülmekte olan mücadelenin kararlılıkla devam ettirileceği” şeklinde karar aldırmakla sevinecek kadar zavallı bir duruma düşüyorlar.
Zannedilmesin ki tarih ve maşeri vicdan, tüm faaliyetleri ulusal ve uluslararası hukuk ve demokratik meşruiyet çerçevesinde olan insanları “paralel devlet” diye kaydedecek. Tam tersine tarih ve maşeri vicdan, ellerine geçirdikleri iktidar olanaklarıyla ve büyük bir pervasızlıkla ihlal edilmedik Anayasa maddesi, hukuk kuralı ve demokratik ilke bırakmadıkları halde demokratik meşruiyeti tartışmalı MGK’ya bu kararı aldıranları “paralel” olarak kaydedecektir.
Terör faaliyetinde bulunmak şöyle dursun hiçbir suça bulaşmamış muhalif kesimlere karşı bu kararı alanların gerçek terör örgütlerinin finansmanıyla mücadelede ne kadar samimi oldukları ise son derece tartışmalı. Bu konuda ne kadar samimiyetsiz ve ikiyüzlü olduklarını anlamak için saygın Anayasa Profesörü İzzet Özgenç’in Twitter’da yaptığı bazı paylaşımları okumak bile yeterli. Buyurun okuyalım:   
“Türkiye, BM nezdinde hazırlanan 9.12.1999 tarihli ‘Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme’ye taraftır. Bunun yanı sıra, özellikle ABD baskısıyla, 7.2.2013 tarihli ve 6415 Sayılı “Terörizmin Finansmanın Önlenmesi Hakkında Kanun” kabul edilip yürürlüğe konulmuştur.
Bu kanun yürürlüğe girdikten sonra, 24 Ekim 2013 tarihinden itibaren, sonuncusunun yayımlandığı Resmi Gazete tarihi olan 7 Ağustos 2015 tarihine kadar, toplam 51 adet Bakanlar Kurulu kararı çıkarılarak, çeşitli kişi, kuruluş veya organizasyonun Türkiye’deki malvarlığının dondurulması sağlanmıştır. Bütün bu kararlar gözden geçirildiğinde görülecektir ki, bu malvarlığı dondurulanlar arasında PKK ile ilişkili hiçbir kişi, kuruluş veya organizasyon bulunmamaktadır.
Keza, söz konusu 6415 sayılı kanuna göre, Türkiye kendi varlığını tehdit eden terör faaliyetleri karşısında, bir başka devletten bu faaliyetlere destek veren kişi, kuruluş veya organizasyonların malvarlığını dondurma talebinde bulunma yetkisini haizdir. Ancak bugüne kadar bu yetkinin kullanılmasıyla PKK’ya destek veren herhangi bir kişi, kuruluş veya organizasyonun malvarlığının dondurulması sağlanabilmiş değildir.
Hal böyle iken, milletlerarası sözleşme ve kanunların terörle mücadele amacıyla devlete verdiği bu yetkilerin, Türkiye’de terör faaliyeti ve terör örgütü olmadığı açık olan bir takım sosyal veya ekonomik oluşumlarla ilgili olarak işletilmeye çalışılması, bir akıl tutulması örneğidir.”
Tabii bir de buna Prof. Özgenç’in bahsetmediği, el-Kaide ve IŞİD gibi terör örgütlerini destekledikleri için BM, AB ve ABD yaptırımlar listesine giren kamuoyunun yakından bildiği bazı netameli isimlerin AKP, Erdoğan ve çevresi tarafından nasıl kollandığını da ilave etmek gerekir.
Erdoğan ve AKP’nin hikayesinin neden bittiğini anlatmak için örnekler çok, ama bugünlük bu kadar yeter.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder