AKP iktidara geldiği 2002 yılından yüzde 50 oy aldığı 2011 yılına kadar Türkiye’nin demokratikleşmesi, sivilleşmesi, kalkınması, temel insan hak ve özgürlüklerinin güçlendirilmesi, hukuk devleti ilkesinin içinin doldurulması, dış politikada yapıcı bir istikrar unsuru haline gelmesi gibi pek çok alanda umut ve ilham kaynağı olmuştu. Özellikle Avrupa Birliği üyelik hedefiyle gerçekleştirilen demokratik, hukuki ve sosyal reformlar ile gerçekleştirilmesi vaat edilenler sayesinde Türkiye gıpta edilir bir ülkeye dönüşmüştü.
Kendisini güç
sarhoşluğuna kaptıran Erdoğan’ın akıl almaz ihtirasları ve AKP kadrolarının bu
ihtirasları dizginlemek yerine daha da köpürtmesi yüzünden 2011’den bu yana ise
Türkiye tam tersi bir istikamete girdi. Erdoğan ve AKP, zor şartlar altında 10
yıl boyunca adım adım yaptıklarını tam muktedir olduğu yeni dönemde bir çırpıda
heba etti. Demokratikleşme rotasından tamamen saptı. Sivilleşmenin zirve
yaptığı bir dönemde yönetimin baskıcı, despot ve vesayetçi olmayacağı anlamına
gelmediğini tüm dünyaya gösterdi. Erdoğan ve AKP, Türkiye’ye umut veren kendi
hikayelerini kendi elleriyle hunharca yok etti. Bitirdi.
Geldiğimiz noktada Erdoğan
ve AKP’nin ne Türkiye’ye ne de dünyaya acı, kan, gözyaşı, keyfilik,
hukuksuzluk, zulüm ve baskıdan başka verebileceği bir şey kalmadı. Aslında
uzunca bir zamandır durum buydu. Ama Türkiye’nin bütün alanlarda apaçık ters
yöne girişi, muazzam kötüye gidişine rağmen AKP ve Erdoğan’ın 100 yıllık Kürt
sorununu çözme konusunda bir kararlılığı varmış gibi son derece başarılı bir
algı oluşturuluyordu. AKP ve Erdoğan’ın hala reformcu ve demokrat olduğuna dair
boş sav Kürt sorununa yönelik alabildiğine sorunlu “çözüm sürecine”
dayandırılıyordu.
AKP ve dolayısıyla Erdoğan’ın
7 Haziran seçimlerindeki büyük yenilgisinden ve nev-i şahsına münhasır başkanlık
hayallerinin suya düşmesinden sonra algı amaçlı sömürülen bu tek pozitif unsur
da ortadan kalktı. “Çözüm Süreci”ndeki bariz hataları, eksiklikleri yapıcı
şekilde eleştirenleri bile çözüm karşıtı “vatan hainleri” şeklinde yaftalayıp linç
eden AKP ve Erdoğan ile çevreleri bir anda “Çözüm Süreci”ni mezara gömdü. Daha
düne kadar laf söylettirmedikleri terör örgütü PKK’ya ve uzantılarına yönelik
ise top yekün kanlı bir savaşa girişildi.
Herkesin sorduğu can alıcı
soru şuydu: Ne olmuştu da 7 Haziran’a kadar azamayan terör bir anda azmış, o
güne kadar akmayan kan bir anda oluk oluk akmaya başlamıştı? Olan HDP’nin yüzde
13 oyla seçim barajını aşması ve Meclis’teki dördüncü parti olarak Erdoğan’ın başkanlık
hayallerini tamamen suya gömmesiydi. Bizans entrikalarına rahmet okutacak
siyasi kurnazlığıyla Erdoğan tabii ki pes edecek değildi. Pes etmek yerine 7
Haziran seçimlerini sanki hiç yapılmamış gibi yok sayacak bir siyasal tezgaha
soyundu. Başta MHP olmak üzere, muhalefet partilerinin beceriksizlikleri
sayesinde bu emeline ulaşmakta hiç de zorluk çekmedi. Bu sayede sandıkta 13
yıllık tek parti iktidarını kaybeden AKP, tamamen Erdoğan’ın orkestrasyonuyla,
sanki seçimleri kaybetmemiş gibi gayr-i meşru da olsa iktidarını sürdürmeye
devam etti.
Üstelik bu gayr-i meşru
AKP hükümeti vekaleten görev yapan bir hükümet gibi de hareket etmedi, etmiyor.
Adeta bir “savaş kabinesi”ymiş gibi toplumun değişik kesimlerine yönelik akıl
almaz bir cadı avı ve saldırganlık sergiliyor. Son olarak İpek Medya Grubu’na
yapılan baskın gibi muhalif medya organlarına operasyonlar düzenleniyor. Tüm
muhalif medya organlarına el koyma tehditleri, muhalif gazetecileri tutuklama söylentileri,
planları havada uçuşuyor.
Gerek fiziki koşullar,
gerek sosyal çevre ve gerekse akademik şartlar açısından devlet okulları
perişan haldeyken, ulusal sınavlarda ve uluslararası bilim yarışmalarında
şampiyonlukları toplayan Türkiye’nin en başarılı okullarına bu gayr-i meşru
hükümet tarafından, silahlı terörle mücadele polisleri eşliğinde devletin 8-10
kurumundan onlarca müfettişle, baskınlar düzenletiliyor. Anayasa Mahkemesi
kararına rağmen dershanelerin açılmasına fiilen engel olunarak pervasızca suç
işleniyor. İstanbul’un göbeğinde sadece sohbet için bir araya gelmiş toplumun
saygın işadamlarından oluşan bir arkadaş grubuna tıpkı 1940’lardaki faşizan dönemde
olduğu gibi baskın düzenleniyor ve hiçbir suçu olmayan bu insanlar gözaltına
alınıyor.
2011’e kadar yargı
vesayetine karşı olmakla prim toplayan AKP ve Erdoğan, bugün üzerinde görülmedik
bir vesayet kurdukları yargıyı tamamen partizanlaştırmış durumdalar. Tarafsızlığını
ve bağımsızlığını koruma azmiyle evrensel hukuka uygun nitelikte tek tük işlem
yapma veya karar verme cesaretini gösteren savcılar, hakimler ise anında
görevden alınıyor. Hatta pek çok savcı, Suriye’deki radikal örgütlere yasadışı
silah taşıyan tırlar örneğinde olduğu gibi, konusu suç olan skandalları ortaya
çıkardıklarından ya da verdikleri hukuki kararlardan dolayı hapse atılıyor. Yüzlerce
savcı oradan oraya sürülüyor, meslek onuruna sadık tüm hakimler cezaevine girme
tehdidi altında tutuluyor.
Bilindiği gibi Erdoğan ve
AKP, demokratik hukuk devletlerinde hiçbir yeri olmayan, hiçbir meşruiyeti ve
yaptırımı bulunmayan “Kırmızı Kitap” diye bilinen “Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi”ne karşı yıllarca mücadele etmişti. Ne hazindir ki son zamanlarda aynı “Kırmızı
Kitap” Erdoğan ve AKP’nin adeta tapındıkları bir kutsal kitaba dönüşmüş
durumda. Sürekli ihlal edip suç işledikleri Anayasa’dan ziyade hep “Kırmız Kitap”tan
bahsediyorlar. Tüm muhalif kesimleri bu gayr-i meşru ve hukuk dışı metin
üzerinden korkutmaya, sindirmeye, yıldırmaya çalışıyorlar.
Bu durum, hiçbir
demokratik yönetimde yeri olamayan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları için
de geçerli. Düne kadar MGK’ya karşı olan Erdoğan ve AKP, bugün MGK’yı adeta
kutsayan bir yaklaşım sergiliyor. MGK’da aldıkları anti-demokratik, hukuk dışı
ve gayr-i meşru kararlarla muhalif kesimler üzerinde adeta terör estiriyorlar.
Çarşamba günü yapılan son MGK toplantısında “paralel devlet yapılanması” adı
altında hedefe koydukları Hizmet Hareketi’ne karşı “yurt içinde ve yurt
dışında, illegal ekonomik boyutu da dâhil olmak üzere sürdürülmekte olan
mücadelenin kararlılıkla devam ettirileceği” şeklinde karar aldırmakla
sevinecek kadar zavallı bir duruma düşüyorlar.
Zannedilmesin ki tarih ve
maşeri vicdan, tüm faaliyetleri ulusal ve uluslararası hukuk ve demokratik
meşruiyet çerçevesinde olan insanları “paralel devlet” diye kaydedecek. Tam
tersine tarih ve maşeri vicdan, ellerine geçirdikleri iktidar olanaklarıyla ve
büyük bir pervasızlıkla ihlal edilmedik Anayasa maddesi, hukuk kuralı ve
demokratik ilke bırakmadıkları halde demokratik meşruiyeti tartışmalı MGK’ya bu
kararı aldıranları “paralel” olarak kaydedecektir.
Terör faaliyetinde
bulunmak şöyle dursun hiçbir suça bulaşmamış muhalif kesimlere karşı bu kararı
alanların gerçek terör örgütlerinin finansmanıyla mücadelede ne kadar samimi
oldukları ise son derece tartışmalı. Bu konuda ne kadar samimiyetsiz ve ikiyüzlü
olduklarını anlamak için saygın Anayasa Profesörü İzzet Özgenç’in Twitter’da yaptığı
bazı paylaşımları okumak bile yeterli. Buyurun okuyalım:
“Türkiye, BM nezdinde
hazırlanan 9.12.1999 tarihli ‘Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair
Uluslararası Sözleşme’ye taraftır. Bunun yanı sıra, özellikle ABD baskısıyla,
7.2.2013 tarihli ve 6415 Sayılı “Terörizmin Finansmanın Önlenmesi Hakkında
Kanun” kabul edilip yürürlüğe konulmuştur.
Bu kanun yürürlüğe
girdikten sonra, 24 Ekim 2013 tarihinden itibaren, sonuncusunun yayımlandığı
Resmi Gazete tarihi olan 7 Ağustos 2015 tarihine kadar, toplam 51 adet Bakanlar
Kurulu kararı çıkarılarak, çeşitli kişi, kuruluş veya organizasyonun Türkiye’deki
malvarlığının dondurulması sağlanmıştır. Bütün bu kararlar gözden
geçirildiğinde görülecektir ki, bu malvarlığı dondurulanlar arasında PKK ile
ilişkili hiçbir kişi, kuruluş veya organizasyon bulunmamaktadır.
Keza, söz konusu 6415
sayılı kanuna göre, Türkiye kendi varlığını tehdit eden terör faaliyetleri
karşısında, bir başka devletten bu faaliyetlere destek veren kişi, kuruluş veya
organizasyonların malvarlığını dondurma talebinde bulunma yetkisini haizdir. Ancak
bugüne kadar bu yetkinin kullanılmasıyla PKK’ya destek veren herhangi bir kişi,
kuruluş veya organizasyonun malvarlığının dondurulması sağlanabilmiş değildir.
Hal böyle iken, milletlerarası
sözleşme ve kanunların terörle mücadele amacıyla devlete verdiği bu yetkilerin,
Türkiye’de terör faaliyeti ve terör örgütü olmadığı açık olan bir takım sosyal
veya ekonomik oluşumlarla ilgili olarak işletilmeye çalışılması, bir akıl
tutulması örneğidir.”
Tabii bir de buna Prof.
Özgenç’in bahsetmediği, el-Kaide ve IŞİD gibi terör örgütlerini destekledikleri
için BM, AB ve ABD yaptırımlar listesine giren kamuoyunun yakından bildiği bazı
netameli isimlerin AKP, Erdoğan ve çevresi tarafından nasıl kollandığını da
ilave etmek gerekir.
Erdoğan ve AKP’nin
hikayesinin neden bittiğini anlatmak için örnekler çok, ama bugünlük bu kadar
yeter.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder