26 Mayıs 2015 Salı

Türkiye adil olmayan bir seçimde kaderini oylayacak


           Türkiye 1950 yılında çok partili sisteme geçtiğinden bu yana demokratik standartları, adil ve eşit rekabet şartları, ahlakiliği bu ölçüde yerlerde sürünen bir seçim süreci yaşamadı. Kampanya döneminde demokratik yarışmacılığın olmazsa olmazı adil ve eşit şartları sağlamayan bir seçim sürecinin sandıkta üreteceği sonucun demokratikliği tartışmalı olacaktır. Bu garabeti sorun etmek sandıktan tamamen ümitsiz olmayı elbette ki gerektirmez. Tüm adaletsizliklere ve olumsuzluklara rağmen şayet en nihayet milletin önüne sandık konuluyorsa o sandığın mevcut demokrasi açığını kapayabileceğine, demokrasiden ve hukuktan vahim sapmaları düzeltebileceğine olan inancı diri tutmak gerekir. Körü körüne olmayan bir ümidi canlı tutmakla birlikte demokrasiye, hukuk devletine ve insanlığın eriştiği gelişmişlik düzeyine yakışmayan ahlaki sefaleti ve anti-demokratik ilkellikleri tarihe not düşmek faydalı olacaktır.
            Bu seçim öncelikle “…üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine and içerim…” diye yemin ettiği halde kah Suudi Arabistan’dan, kah Orta Asya cumhuriyetlerinden, kah İngiltere’den gösterdiği modellerle adına “başkanlık” dediği bir garabetin peşine düşen Erdoğan’ın AKP lehine partizan çabalarıyla anılacaktır. “Eee ama Suudi Arabistan ve İngiltere başkanlık sistemiyle yönetilmiyor ki!..” diye itirazlarınızı duyar gibiyim. Sorun da burada zaten. Erdoğan, en yalın haliyle bir tek adam diktası kurmayı arzu ediyor. Ama istiyor ki tüm yürütme yetkilerini kullandığı halde bugünkü gibi halka ve hukuka karşı sorumsuz kalacağı o dikta rejimini millet “başkanlık sistemi” diye bilsin.
Hırsızlığı, rüşveti, yolsuzluğu, yalanı ve iftirayı kendisine destek verenlere normal ve ahlaki eylemlermiş gibi kabul ettirmeyi başaran Erdoğan’ın model başkanlık sistemi olarak Suudi Arabistan’ın monarşik sistemini kabul ettiremeyeceğini söylemekte doğrusu güçlük çekiyorum. Başkanlık sisteminin tartışıldığı Erdoğan yanlısı SETA’daki toplantıya katılanlar arasında siyaset bilimciler ve hukukçuların varlığı bu yöndeki gayretlerinde epey yol aldığının açık ispatı niteliğinde. Yine doğrudan yabancılara hitap eden Erdoğanist bir İngilizce gazetede “Başkanlık sistemi parlamento seçimlerinin merkezine oturdu - Presidential system takes center stage in parliamentary elections” gibi oksimoron bir ifadenin manşet olarak kullanılabiliyor olması da kat edilen yolun habercisi durumunda. Şurası açık ki Erdoğan, en ceberut dikta yönetimini başkanlık sistemi diye sunsa bile kendisiyle simbiyotik ilişki içerisindeki geniş bir çevrenin bunu anında kabul edeceğinin verdiği büyük bir özgüvenle hareket ediyor.
Seçim kampanyaları sırasında en fazla koşturan, en fazla miting ve toplantı yapan kim denilse en doğru cevabın, normalde teamüller, anayasa ve üzerine ettiği yemin gereği tarafsız kalması; siyasi partilerin adayları arasında yapılan bir seçime dair tek kelime etmemesi gereken Erdoğan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Gittiği her yerde devlet imkanlarını seferber ettiren, kamu çalışanlarını ve öğrencileri mitinglerine katılmayı mecbur tutan, binlerce polisi görevlendiren, halkın vergileriyle oluşturulan kamu kaynaklarını ve devletin örtülü ödeneğini AKP’ye oy istemek için pervasızca kullanan biri olarak Erdoğan, cumhurbaşkanı konumuna asla yakışmayan canhıraş bir performans sergiliyor.
Her günü Sabah Üsküdar’da, öğlen Hakkari’de, akşam Ankara’da seçim toplantıları yaptığı Salı günü gibi geçiyor. Şöyle bir cumhurbaşkanı düşünün ki halk arasına her gün ve sürekli olarak nefret ve kin pompalasın, toplumun muhalif kesimlerine yönelik yalan ve iftiralarla dolu uzun tiratlar çeksin ve bu konuşmaların hepsi en az 10 ulusal TV kanalı tarafından canlı verilsin. Tek başına Erdoğan’ın kamu imkanlarıyla partizan kampanya yürütmesi bile seçimin sıhhatine ve güvenilirliğine gölge düşürmeye yeter.
AKP’nin yürüttüğü hiçbir ahlaki kritere uymayan seçim kampanyasının belki motoru Erdoğan ama kampanyadaki anormallikler ve tuhaflıklar Erdoğan ve yapıp-ettiklerinden ibaret değil. Başbakan Davutoğlu da, partisinin hazineden aldığı yüz milyonlarca dolarlık devlet yardımı yetmiyormuş gibi, sınırsız devlet imkanlarıyla etik ve ahlak dışı bir seçim kampanyası yürütüyor. Öyle ki, objektif kamu yayıncılığı yapması gereken TRT kanalları ve Anadolu Ajansı partizan propaganda makinalarına dönüştürüldü. Muhalif partilere yer verme cesareti gösteren özel medya organları ise hükümetin her türlü baskı ve tehdidinin hedefi durumunda. İşi muhalif kanalların uydu hizmetleri gibi devlet kontörlündeki altyapıdan hizmet almasının durdurulmasını talep edecek noktaya kadar vardırdılar. Gün geçmiyor ki gerek Erdoğan, gerek Davutoğlu veya bir başka hükümet üyesi muhalif medya organlarını tehdit etmesin, gazetelere, televizyonlara veya gazetecilere kendi kurdukları kurgu mahkemelerde çabucak sonuç alabildikleri davalar açmasın.  
Türkiye’de kamu medyası uzunca bir zamandır tamamen AKP ve Erdoğan’a hizmet ediyor. Kamu kaynaklarıyla beslenerek desteklenen özel görünümlü çok güçlü bir Erdoğan medyasının varlığı da artık herkesçe biliniyor. Yalan ve iftiralarla muhalif herkesi sindirmeyi meslek edinen bu medyanın yaptığına gazetecilik demek ise çok zor. Henüz bu kıvama ulaşmamış bazı grupların medya organları tazyikten başını kaldıramaz hale gelmiş durumda. Geriye kalan bir avuç özgür medya da her türlü bedeli göze alarak asli vazifesini yerine getirmenin mücadelesi içerisinde. Her gün gazetecilere yönelik ölüm ve hapis tehditleri, gazetelere ve televizyonlara el koyma tehditleri havalarda uçuşuyor. Davutoğlu ve Erdoğan işte bu şartlarda güya demokratik bir seçim kampanyası yürütüyor.
Erdoğan ve AKP sadece medya üzerinde tahakküm kurmakla kalmıyor. YSK, yargı, polis teşkilatı, valilikler ve belediyeleri kullanarak muhalif partilerin seçim çalışmalarını sürekli engelliyorlar. Sokaklarda, caddelerde AKP ve Davutoğlu’nun afiş ve pankartları dışında afiş ve pankartlara fiilen müsaade edilmiyor. Muhalif partilerin mitinglerine ancak AKP ve Erdoğan’ın miting takvimine uygunsa izin veriliyor. Bütün partilerin demokratik ve hukuki kriterlere uyup uymadığını didik didik inceleyen YSK kurulları konu AKP ve Erdoğan olunca her türlü keyfiliği, hukuksuzluğu ve istismarı meşru görüyor.
AKP ve Erdoğan’ın agresif kampanyasının yakıtını ise yalanlar, yalanalar ve yine yalanlar oluşturuyor. Erdoğan defalarca açılışı yapılmış tesisleri yeniden açma bahanesiyle devlet imkanlarıyla yaptığı seçim mitinglerinde yalanlar ve iftiralarla bezediği toplumu kutuplaştırıcı konuşmalar yapıyor. Davutoğlu ise gerek astırdığı afiş ve pankartlarda, gerekse konuşmalarında sürekli yalan söylüyor, iftiralar atıyor. Mesela, Davutoğlu’na göre Türkiye yüzde yüz yerli bir savaş helikopteri üretmeyi başarmış! Şimdi de yüzde yüz yerli savaş uçağı yapıyormuş! Yüzde yüz yerli dediği helikopterin motorunun Rolls Royce olduğunu söyleyeyim de gerisini siz tahmin edin.
Baskıların, tehditlerin, yalanın ve iftiranın bu kadar havada uçuştuğu bir seçim kampanyası olur da seçimlerin güvenli ve güvenlikli bir şekilde yapılacağına olan inanç hiç sarsılmaz mı? Hırsızlık, rüşvet ve yolsuzlukları meşru gören ve açıkça yalan söylemekten çekinmeyen bir siyasi kadronun oyları şu ya da bu şekilde çalmayacağından kim emin olabilir? Zaten kimse emin olamadığı için seçim güvenliğine dair sivil toplum ve muhalif partiler tam bir teyakkuz halinde. Nedense tüm şüpheler doğal olarak AKP üzerinde odaklanıyor. “Seçim hileleri” denildiğinde AKP tam bir makul şüpheli haline gelmiş durumda. Halk seçimlerde hileyi fiilen engelleyemezse ne iktidar güdümündeki YSK’dan, ne de tamamen AKP kontrolüne girmiş yargı organlarından bu hilelere dair bir sonuç alamayacağının son derece farkında.
İktidar partisinin en temel demokratik ve ahlaki ilkeleri hiçe sayarak rakiplerine karşı yaptıkları bunlardan ibaret değil. Gündem değiştirmek amaçlı her gün feyk operasyonlar yapılıyor. 17/25 Aralık 2013 tarihinde rüşvet ve yolsuzluk yaparken suçüstü yapılınca uydurdukları, ama 18 aydır kanıtlayamadıkları “paralel devlet”in üyesi olduğunu hiçbir somut kanıta dayanmaksızın iddia ettikleri insanlara, sivil toplum örgütlerine, hayır kurumlarına, işadamlarına operasyon üzerine operasyon düzenliyorlar. Her gün onlarca insan gözaltına alınıyor. Yine hiçbir delil ortaya koyamadan hayali suçlamalarla bunlardan birkaçı tutuklanıyor. Daha fecisi bağımsız adaylar bile adaylıklarını açıkladıklarından birkaç gün sonra tutuklanıp içeri atıldı bu ülkede. Bağımsız adaylar adına konuşan ya da kampanya yapanlar da maalesef aynı akıbetle karşılaştı. Erdoğan ve hükümetin gazabından ne gazeteciler, ne sendikalar, ne TÜSİAD gibi en güçlü iş örgütleri kendisini kurtarabiliyor. Hala konuşma/yazma cesareti gösteren akademisyenler ve aydınlar da bu despotluktan nasibini alıyor.
Çok az bir kısmını burada özetemeye çalıştığım baskılar ve hukuksuzluklarla dolu işte böylesine karanlık bir atmosferde Türkiye seçimlere gidiyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türk demokrasisi için ölüm-kalım niteliğindeki bu seçimlere dair umutlar hala dipdiri. Çünkü Türkiye, 7 Haziran günü tarihinin belki de en önemli kararını verecek. Bu seçim Türkiye’yi ya 3-5 had tanımaz muhterisin doymak bilmez ihtiraslarına ve dikta heveslerine teslim edecek ya da demokrasi ve hukukun yeniden rayına sokulmasına bir başlangıç teşkil edecek.  

21 Mayıs 2015 Perşembe

Demokrasi oyunu ve oyunbozanlık


Demokrasi kuralları net olan bir oyundur. Demokrasi oyununu oynamak üzere yola çıkanlar bu kurallara sonuna kadar uymak zorundadır. Demokrasinin olmazsa olmazı sandıktır. Sandık halkın farklı farklı kesimlerinin farklı beklentileriyle şekillenen siyasal iradelerinin iktidara yansımasının aracıdır.
Ama demokrasi elbette sandıktan ibaret değildir. Demokrasi çok daha sofistike bir kurumlar ve kurallar bütünüdür. Demokrasiler hukukun üstünlüğü, hukuk önünde eşitlik, şeffaflık, hesap verebilirlik, çoğulculuk, azınlık haklarının güvence altına alınması, temel hak ve özgürlüklerin korunması, rekabetçi ve yarışmacı ortamın muhafazası gibi daha birçok ilkeyi bünyesinde barındırır. Bir siyasal parti çok güçlü bir şekilde sandıktan çıkarak iktidar olsa dahi, şayet demokrasinin tamamlayıcı ilkelerine uygun hareket etmezse demokratik olma vasfını yitirir. Böyle bir durumda sandıktan çıkmış iktidar partisi hızla despotik bir rejime savrulur.
Her siyasal parti söylemi, vizyonu ve projeleriyle kendisini halka beğendirmek suretiyle rıza oluşturmaya ve iktidar olmaya çabalar. Siyasetin sonuç odaklı doğası gereği hedefine muhalefet partisi olarak kalmayı koyan bir siyasal partiye rastlanmaz. Ancak, bazı siyasi partilerin ideolojik duruşlarından dolayı halktan gerekli desteği göremedikleri için iktidar şansları olmadığı halde o görüşün yasama süreçlerinde temsil edilmesi de demokrasi oyununa dahildir. Bu anlamda çoğulculuğu ve adil temsili ihlal ve imha eden yüzde 10’luk seçim barajı seçim sisteminin anti-demokratlığının açık bir göstergesidir. Her parti iktidara gelmek için siyaset yapar ama muhalefet olmak da demokrasi oyununun bir parçasıdır. Hiçbir parti siyasette sadece iktidar olmak ve oyunun kurallarını hiçe saymak pahasına hep iktidarda kalmak için var olamaz. Bu demokrasi oyununun temel ilkelerine terstir. Demokratlık muhalefette olmayı içine sindirmeyi de içerir.
Demokrasilerin diğer rejim türlerinden ayırt edici en önemli özelliği de zaten budur. Despotik, monarşik ve totaliter sistemlerin aksine demokrasiler iktidara gelmenin ve halkta rıza üretmekte başarısız olan iktidarların barışçıl yollardan iktidarı terk etmelerinin en başarılı yöntemidir. Monarşilerde ve diktatörlüklerde iktidarın el değiştirmesi için ya başka bir diktatör adayının darbe yapması ya da bir halk ihtilalinin gerçekleşmesi gerekir. Oysa bu kanlı ve belalı işi demokrasiler sandık yoluyla barışçıl bir atmosferde yaparlar. Tabii sandığın açık, adil, güvenilir ve güvenlikli bir süreçle halkın iradesine aracılık edebilmesi şartıyla. Seçim sandığından çıkacak sonuçları belirleyecek olan seçim öncesi süreçler de dahil olmak üzere rekabetçi ve yarışmacı bir atmosferden mahrum olan ülkelerin sandıktan çıkardığı sonuçların demokratlığı da tartışmalı hale gelir.
Halkın, yorulup yeterli hizmet üretemeyen, vaat ettiklerini gerçekleştiremeyen veya iktidar olmanın ve hep iktidar kalacakmış gibi düşünmenin verdiği pervasızlıkla yolsuzluklara, hırsızlıklara ve kokuşmalara açık olan bir siyasi iktidarı sandıkta cezalandırması meşrudur. Demokrasinin sağladığı imkanları kullanarak iktidara gelmiş bir siyasal güruhun devletin tüm organlarını, yargıyı, yasamayı ve medyayı anti-demokratik yollardan ele geçirmesi durumunda bu gidişata itirazı olanların söz konusu yozlaşmış iktidarı alaşağı etmek için tüm demokratik ve hukuki yöntemleri kullanması da meşrudur. Bir iktidarın bu meşru imkanları kullanan muhalefete savaş açması sadece o iktidar partisinin demokratik olmadığını ispatlar.
Öte yandan, bir siyasal partinin iktidara demokratik yollardan gelmesi tek başına o iktidarın demokrat olduğunu göstermez. Bir siyasal partinin sahiden demokrat olup olmadığını gösterecek olan iktidarı demokratik yollardan terk etmeye hazır olup olmadığıdır. 13 yıldır iktidarda olan AKP, bu kıstas açısından, demokratlığı henüz test edilmiş bir parti değildir. Partizan cumhurbaşkanı, vesayeti altında tutuğu başbakan ve çevrelerinden gelen sinyaller AKP’nin iktidarı demokratik yollardan terk etmeye ve muhalefete geçmeye pek hazırlıklı bir parti olmadığı yönünde. Oysa bu tavır, evrensel demokrasinin son derece kırılgan ruhuna tamamen aykırıdır.
Üstelik demokrasinin ruhuna ters olan eylemler bundan da ibaret değil. Demokratik ülkelerde bir siyasal parti şayet çok ciddi yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, talan vb. belgelendirilmiş suçlamalarla karşı karşıya kalırsa yapacağı şey bellidir. Hükümetten çekilir ve hukuk kuralları çerçevesinde yargının bu suçlamaları soruşturmasına imkan verir. Böyle bir durumda bir iktidar partisi şayet yargının işini yapmasına imkan vermek yerine yargıyı ortadan kaldırmaya kalkarsa yine bunun ispatlayacağı tek şey o iktidarın demokrat olmadığı kadar hukuksuz ve gayr-i meşru olduğudur.
Öte yandan, hukuk kuralları çerçevesindeki yargısal süreçlerin gereği olarak iktidarı bırakmaya yanaşmayan bir siyasal kadronun seçim sandığından çıkacak sonuçları da anti-demokratik yollarla etkilemeye çalışmasını beklemek doğaldır. Hatta bu kadronun bütün hukuki ve hukuk dışı çabalarına rağmen kaybedecekleri bir seçimin sonuçlarını kabul edeceklerinin de herhangi bir garantisi yoktur. Devleti büyük ölçüde ele geçirmiş, medyayı susturmuş, sivil toplumu sindirmiş, yargıyı yargı olmaktan çıkarmış bir siyasi iktidarın bu tür bir demokratik hezimet esnasında alacağı tavra dair öngörüleri bugüne kadarki bazı söylemleri üzerinden de yapabiliriz.
Malumunuz, geçtiğimiz sonbaharda HSYK’da yapılan kritik seçimler öncesinde hükümette Başbakan Yardımcılığı gibi etkin konumda bulunmuş bazı isimler seçimlerden arzu etmedikleri bir sonuç çıkması durumunda bu seçimleri tanımayacaklarını ve bir darbe olarak göreceklerini ifade etmişlerdi. HSYK seçimleri iktidar partisinin arzuladığı doğrultuda sonuç verip, bu sonuçlar yargıyı tamamen kendi kontrolleri altına alacak bir yapılanmaya imkan verdiği için bu söylem gerçeklik kazanmadı. HSYK seçimlerinde arzu etmedikleri bir sonuç çıkmış olsaydı AKP iktidarının bu seçimler konusunda nasıl tavır alacağı ise hala bir bilinmez olarak duruyor.
Yine hatırlanacağı gibi 10 Ağustos 2014’te yapılan başkanlık seçimlerine Türkiye üç adayla gitti. Bunlardan biri MHP ve CHP’nin liderliğinde birçok partinin destek verdiği ortak aday durumundaki Ekmeleddin İhsanoğlu idi. İhsanoğlu, saygın bir bilim adamı olmasının yanı sıra AKP’nin verdiği siyasi destekle seçilerek İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) iki dönem Genel Sekreterlik yapmış uluslararası bilinirliği olan bir diplomattı. Doğrusu rakibi Erdoğan’la mukayese edildiğinde oldukça birikimli olan İhsanoğlu, centilmence ve saygıdeğer bir kampanya yürüttü. Ama ne yazık ki seçilmeyi başaramadı. Şimdi, Başbakan Davutoğlu’nun İhsanoğlu’nun adaylığı ile ilgili “Çatı aday bir Sisi denemesidir. Bunu Ekmeleddin Bey’in şahsında söylemiyorum. Bir geçiş dönemi yaşatmaya çalışıyorlar. Olmadığını görüyorlar ve koalisyon gibi şeyler söyleyip kırılgan bir Türkiye yaratmaya çalışıyorlar. Biz kırılgan bir siyasete neden olabilecek her teşebbüse karşı çıkarız.” beyanını alın ve Davutoğlu’nun demokratlığını tartın.
Seçimlerde siyasetin farklı uçlarındaki muhalif partilerin zor başarılabilecek bir uzlaşıyla gösterdiği ortak cumhurbaşkanı adayını “darbeci Sisi”ye benzeten, seçimlerin sonucuna göre ortaya çıkacak siyasal tabloya göre yapılacak koalisyon çabalarına bile düşmanca yaklaşan bir zihniyetin demokratik olduğunu kim söyleyebilir? Anketler, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin yine birinci parti olacağında mutabık. Tartışma konusu olan ise tek başına iktidar kurma gücünü koruyup koruyamayacağı. Bu şartlarda bile bir faraziyeden ibaret olan muhalefete düşme tehlikesinden bu kadar korkan bir iktidarın demokrat bir parti olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Bu korkunun iktidar dönemi boyunca AKP’nin hesabını vermekten korktuğu ne türden büyük suçlar ve hukuksuzluklar işlediğine dair anlattıkları ise çoktur.
Unutulmasın ki, demokrasinin sunduğu, yorgun düşmüş ya da yozlaşmış bir iktidarı barışçıl ve meşru yollardan değiştirme imkanına saygı göstermeyen bir siyasal güruhun ne pahasına olursa olsun iktidarını sürdürme çabası pek çok belaya kapı aralar. Demokratik kanalların tıkanması ise iktidar değişimi için demokrasi dışı yollara alan açar. İktidardan zorla kazınarak atılmak ve ülkenin başına bela olmak istemeyen her siyasal iktidar demokrasi oyununun ilkelerine, kurallarına ve kurumlarına saygılı olmak zorundadır. Diğer türlüsünün başta iktidar olmak üzere kimseye faydası olmaz.

19 Mayıs 2015 Salı

Türkiye’nin kaderi ve stratejik oylar


7 Haziran’da yapılacak seçimlere aşağı yukarı 2 hafta kaldı. Türkiye belki de tarihinin en önemli, en kritik seçimlerini gerçekleştirecek. Seçmenler verecekleri oylarla sadece 5 yıllık bir dönem için ülkeyi yönetecek bir siyasal kadroyu değil, ülkenin kaderini de belirleyecek. Gönül isterdi ki 13 yıldır iktidarda bulunan AKP ve AKP üzerindeki vesayetini artırarak sürdüren Erdoğan demokrasiyi içine sindirmiş olsun, bu seçimler de sıradan seçimler olsun ve demokratik hukuk devleti ile Türk tipi bir diktatörlük arasında yapılacak bir seçime dönüşmesin.
Ama ne yazık ki, Erdoğan ve AKP, demokratik kurum ve kural adına ortada hiçbir şey bırakmayarak, Anayasa ihlallerini gündelik bir uğraş haline getirerek sıradan bir demokratik seçimi demokratik rejimin devam edip etmeyeceğine karar verilecek kritik bir oylamaya dönüştürdü. Bu yüzden Türkiye 7 Haziran’da ülkeyi hangi partinin yöneteceğini değil, ülkenin nasıl bir rejime sahip olacağını oylayacak. Alternatifler net. Bir tarafta, bugüne kadar gerçek anlamda bir demokrasiyi becermemiş bir ülke olan Türkiye’nin 150 yıllık demokratikleşme tecrübesinin üzerine oturduğu parlamenter demokratik hukuk devletini kemale erdirme arayışı. Diğer tarafta hukuksuzluk, despotluk ve keyfilikte ne kadar derinleşebileceğini bugünden tahmin edemeyeceğimiz bir tek adam diktatörlüğü…
Siz “başkanlık sistemi”ni dillerine pelesenk etmelerine aldanmayın. Arzuladıkları şey net güçler ayrılığı sistemine, denge ve kontrol mekanizmasına ve adem-i merkeziyete dayalı demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü bir sistem asla değil. Adına gönül rahatlığıyla “diktatörlük” ya da “sultanlık” diyemedikleri için “başkanlık sistemi” diyerek şeytani niyetlerini saklamaya çalışıyorlar. Tıpkı Hitler’in Almanya’da, Mussolini’nin İtalya’da yaptığı gibi sandık yoluyla faşizan bir tek adam rejimi kurmak istiyorlar. Bunun için yapmayacakları herhangi bir hile ya da manüpülasyon ise bulunmuyor.
Gerçek demokrasileri diğer rejim türlerinden ayıran en büyük özelliği halka arzu etmediği siyasi düşünceleri iktidara getirmeme imkanı verdiği gibi, iktidardayken yozlaşan kadroları da şiddet ve kaosa yol açmadan barışçıl yollardan iktidardan uzaklaştırmaya imkan tanımasıdır. Demokrasilerin en büyük zaafı ise demokratik yollarla güç devşiren anti-demokratik zihniyetlerin kolayca kurbanı haline gelebilmesidir. Bunun içindir ki, demokratik kanalları ve imkanları kullanarak iktidara gelen bir zihniyetin yozlaştığı ölçüde demokrasiyi rafa kaldırmasına karşı demokrasiler hukuki ve kurumsal bazı sigortalar oluşturmuştur. Ama ne yazık ki iktidarda uzun süre kalmayı başaran yozlaşmış popülist partiler demokrasilerin emniyet sübabı olan bu sigortaları ortadan kaldırmayı da başarabiliyor. Türkiye’de şu an yaşamakta olduğumuz kaotik süreç bu durumun tipik bir örneği. Demokrasiyi koruyacak hukuki mekanizmalar çoktandır demokrasiyi kökünden kazıyacak despotik gidişatın hoyratça ve pervasızca kullanılan araçlarına dönüştürülmüş durumda.
Doğaları gereği belirli ölçülerde naiflik içeren demokrasileri bu kötü akıbetten korumak için kafa yoran demokrasi teorisyenleri demokratik mücadelenin ve demokratikleşme uğraşısının hiç bitmeyen bir mücadele olduğunu savunurlar. Demokratların bir an olsun demokrasinin emniyetinden yüzde yüz emin olmamaları ve her daim teyakkuz halinde bulunmaları gerektiğini söylerler. Maalesef, Türkiye’deki demokratlar olarak bu teorisyenlerin uyarılarının gereğini yeterince yerine getirdiğimizi söyleyemeyeceğim.
Her türlü milli, manevi, insani değeri istismar ederek izlediği popülist politikalarla halkın aldatabildiği geniş kesimlerinden destek alabilen AKP, bütün demokratların gözleri önünde tüm demokratik kurumları ve hukuk devletini aşama aşama aşındırarak ortadan kaldırmayı başardı. Bu güne kadar fiilen gerçekleştirdiği bu yıkımı önümüzdeki seçimlerde almayı umduğu destekle finale erdirmeyi amaçlıyor. Daha doğrusu yok ettiği parlamenter demokratik hukuk devletini resmen de ortadan kaldırıp, yerine ne idiğü tam belli olmayan diktatoryal bir ucube ikame etmek istiyor. Erdoğan’ın tarafsız kalacağına şerefi ve namusu üzerine ettiği yemine rağmen her gün meydan meydan dolaşıp AKP’ye oy istemesinin başka bir amacı bulunmuyor.  
Peki böylesine açık ve yakın bir tehdit ve tehlike altında farklı ideolojik kulvarlardaki bu ülkenin demokratları ne yapmalı? Geldiği gözle görülen muhtemel felaketleri izlemekle yetinmeli? Yoksa kendi geleneksel siyasi kalıplarının dışına çıkarak parlamenter, çoğulcu, rekabetçi, özgürlükçü demokratik hukuk devletini yeniden rayına oturtacak yeni bir sürecin başlamasına imkan verecek bir siyasal tablonun oluşmasına katkı mı vermeli? Siyasi tercihlerin asgari demokratik yaşam alanının korunması amacıyla ideolojik önceliklerden ziyade bu kadar rasyonel ve mantıklı bir hesap kitap meselesi haline geldiği bir başka seçim hatırlamıyorum. Mademki önümüzdeki sorun bir hesap kitap meselesine dönüştü, o zaman demokrasi oyununu buna göre kurgulamak ve oynamak gerekiyor.
Yapılan tüm kamuoyu araştırmaları Türkiye’yi anti-demokratik bir mecraya sürüklemekte olan AKP’nin ciddi güç kaybettiğini ama buna rağmen seçimlerden birinci parti çıkacağını gösteriyor. Anketler halkın tercihlerini tam olarak göstermekte belki başarılı, belki değil. Daha kötüsü toplumun neredeyse tamamına yakınının AKP’nin yapacağından neredeyse emin olduğu seçim hileleriyle oyların ne kadarının diğer partilerden AKP’ye kanalize edileceğini hesaplamak ise imkansız. Pek çok belirsizliği ve bilinmezliği içeren 7 Haziran seçimlerinin kaderini belki de yaygın şüphe duyulan bu hilelerin boyutu belirleyecek. Bu yüzden herkesin mutlaka sandığa gidip oy vermek kadar verdiği oyun akıbetine sahip çıkması hiçbir seçimde bu seçimdeki kadar önemli olmadı.
Hileleri, oyların çalınması endişelerini bir kenara bıraksak dahi, anket sonuçları üzerinden yapılan tüm simülasyonlar parlamentoya 3 parti girince AKP’nin tek başına yeniden iktidar olacağına işaret ediyor. Ama 4. bir partinin parlamentoya girmesi durumunda yozlaşmaların ve anayasal suçların adresi haline gelmiş olan AKP’nin tek başına iktidar olma şansı bulunmuyor. Mademki bu seçimler demokratik parlamenter sistem ve hukuk devleti için bir ölüm kalım meselesi, o zaman tüm siyasi ekollerden demokratlara düşen görev yozlaştıkça despotik bir hal alan AKP’nin yeniden iktidar olmasını engellemek değil midir? Bunun yolu, yordamı ise apaçık belli… Kimbilir bakarsınız bu 4. parti olma adayı belki de baraj sıkıntısını aşmakla kalmaz, alacağı güçlü oy desteğiyle hızla bir Türkiye partisine dönüşerek yüzyıllık Kürt sorununun çözümünde barışçıl yollardan başka tüm kanalları kapatacak yeni bir dönemin başlamasına da vesile olabilir.
Farklı siyasi geleneklerden gelen demokratların kendi siyasal adresleri olan partilere doğal olarak yönelip verecekleri oylarla sağlayacakları bir-kaç puanlık artış belki demokrasinin yeniden rayına oturtulmasına çok fazla katkı vermeyecektir. Ama hesaplı-kitaplı ve bilinçli bir şekilde oylarını stratejik tercihle kullanan seçmenlerin demokrasinin yeniden ihya edilmesine verecekleri katkıyı mutlaka tarih kayıtlarına geçirecektir.
Mademki önümüzde neredeyse teke yakın çare olarak parlamentoya mutlaka dördüncü bir partinin girmesini sağlamak bulunuyor, o zaman o 4. parti mutlaka parlamentoya girmelidir. Bu seçenek demokratlar için artık bir tercih ya da fantezi olmaktan çıkmıştır. Bu zorunlu tercih, demokratik hukuk devleti için ölüm-kalım meselesine dönüşen bu seçimlerde demokratik çevrelerin ifa etmek zorunda oldukları bir görevdir!