Türkiye göz göre göre geliyorum diyen feci bir kaosun içerisinden geçiyor. Görünen o ki, bu kaos kısa sürede geçmeyecek. Ne kadar derinleşip, genişleyeceği ise bilinmiyor. Çünkü Türkiye uzunca bir zamandır ve giderek artan bir şekilde demokratik hukuk devleti olmanın en büyük nimetlerinden biri olan öngörülebilirlikten ve tahmin edilebilirlikten mahrum bulunuyor. Neticede Erdoğan ve ekürisinin marifetiyle Türkiye demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkalı hayli zaman oluyor.
İşin tuhafı bu
yaşadığımız tarih boyunca pek çok milletin başına apansız gelen türden bir kaos
değil. Hatta bizim vakamızda titizlikle kurgulanmış ve ince işçilikle bezenmiş bir
“kaos mühendisliği”nden bile bahsetmek mümkün. Ama kurgulanmış, planlanmış da
olsa kaos bu, ne kadar ince işçilikle bezenmiş olursa olsun bir kez başladıktan
veya başlatıldıktan sonra nerede duracağı, maliyetinin ne kadar ve daha çok kimlere
olacağını kestirmek o kadar da kolay değil.
Son yıllarda oldukça haris
bir liderlik sergileyen Erdoğan ve çevresindekilerin azgın ihtiraslarının
Türkiye’yi uluslararası sistem ve bölgesel ilişkiler açısından nasıl bir
revizyonist ülke haline getirdiği ve bunun dış politikadaki neticelerinin neler
olduğu ortada. “Ortadoğu’da düzen kurucu” ve hatta “Ortadoğu’nun sahibi” olma
iddiası ve ihtirasıyla yola çıkan Erdoğan rejimi geride Ortadoğu’nun ve hatta
dünyanın en yalnızlaşmış ülkesini bıraktı. Bir zamanlar izlediği demokratik
reformcu politikalarla, bölgesine ve dünyaya istikrar ihraç eden yapıcı
tavrıyla ilham kaynağı ve gıpta edilen bir ülke olan Türkiye’nin yerinde şimdi
adeta yangın kalıntısı bir enkazın külleri savruluyor.
Türkiye’nin gücünü
abartan, abarttıkları güç tasavvurunun verdiği cüretkarlıkla ihtiraslı maceralar
girişen ve ülkenin başını beladan belaya sokan Erdoğan ve kuklalarının bugün
elinde bazı radikal örgütlerle alengirli ilişkiler ve itibarı sıfırlanmış bir
Türkiye’den başka bir şey kalmadı. Tıpkı yönettiği ülkenin gücünü abartan ve dönemin
güçler dengesindeki yerini doğru analiz edemediği için hayali güç tasavvuruyla
peşine düştüğü ihtiraslarından dolayı Fransa’yı 1800’lerin Avrupa’sında giderek
etkisiz hale getiren III. Napolyon (kadere bakın III. Napolyon da cumhurbaşkanlığı ile yetinmeyip bir darbeyle kendisini imparator ilan etmişti) gibi, Erdoğan ve çevresi de “Büyük Türkiye”,
“Dünya Gücü Türkiye” sloganları eşliğinde Türkiye’yi etkisizleştirdikçe
etkisizleştirdi, silikleştirdikçe silikleştirdi. III. Napolyon’un izlediği iyi
düşünülmemiş, entelektüel bir zemine oturtulmamış, gerçeklikten uzak, jeopolitk
ve stratejik akıldan yoksun vizyonsuz politikaların neticeleri en azından
bütünlüğünü koruyan ve Avrupa güç dengesi içerisinden yine de hatırı sayılır
bir yeri olan bir Fransa bırakmıştı. Erdoğan’in ihtirasları yüzünden kan
kaybederek acıyla kıvranan Türkiye ise mevcut haliyle vatanseverler için bir
dram, hasımlar için ise bir alay konusu haline geldi.
Ayaklarının altından
zemin kaydıkça, ülkenin gerçek sorunlarını çözmekte ve yönetmekte güçlüğe
düştükçe daha fazla kof hamasete, medya üzerindeki kontrolü artırarak daha da artan
şekilde bir algı yönetimine, tehlikeli ve şoven bir milliyetçiliğe sarılmak zorunda
kalan Erdoğan ve ekürisinin bizzat kendileri artık Türkiye’nin acilen çözülmesi
gereken en önemli sorunu haline gelmiştir. Bir zamanlar istikrar ve umut kaynağı
olan Erdoğan, artık görünür şekilde istikrarsızlık, sorun ve kaos kaynağına
dönüşmüştür. Öyle ki, adı 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortaya saçılan yolsuzluk
iddialarıyla ve Suriye’deki IŞİD benzeri radikal terör unsurlarıyla daha fazla
anıldıkça, kendisinden ve çevresinden hesap sorulamayacak bir Türkiye yaratma
sevdasına daha fazla kapılmıştır.
Geçtiğimiz günlerde
itiraf niteliğinde “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim
sistemi değişmiştir,” diyerek kendisini ve yakınlarını koruma amaçlı içgüdüsel
bir devrimciliğe soyunan Erdoğan’ın kendince tasarladığı “yapıcı kaos –
constructive chaos” tıpkı yanlış varsayımlarla ve güç değerlendirmeleriyle dış
politikada izlediği ihtiraslı revizyonist politikalar gibi geride bir enkaz
bırakma riskini artırmaktadır.
Demokratik hukuk
devletlerinin en mümeyyiz (ayırt edici) özelliği olan iktidarın barışçıl
yollardan el değiştirmesi fonksiyonunu bile işlevsiz hale getirmeye cüret
edecek kadar keskinleşen ihtiraslarıyla Erdoğan, toplumsal bir soruna dönüştüğü
kadar, şahsi ihtiraslarını milletin ve ülkenin ihtiyaçlarının önüne koymak
suretiyle büyük bir milli güvenlik sorununa da dönüşmüştür. Kendisinde ve yakın
çevresinde anayasa ve hukukun men ettiği her türlü suçu işleme ve hukuk
ihlalleri yapma imtiyazı gören Erdoğan, sadece hukuk önünde eşitlik ilkesini
yok etmekle kalmamış, aynı zamanda işine yaradığı dönem boyunca tapınırcasına kutsadığı
milli iradenin 7 Haziran genel seçimleriyle ortaya koyduğu sonuçları da yok
saymıştır.
Böylelikle kendi siyasi
ihtiraslarıyla uyumlu görmediği seçim sonuçlarını yok saymak için bir kanlı
kaos planını maharetle uygulamaya soktuğu yönündeki yaygın ve güçlü spekülasyonlara
daha da inandırıcılık kazandırmıştır. Yeni seçilen Meclis içerisinden bir
hükümet kurulması konusunda izlediği yıkıcı yaklaşımla Anayasa’nın ve
demokratik teamüllerin dışına çıkan Erdoğan, Türkiye’yi sonuçlarını beğenmediği
seçimleri tekrarlanmaya mecbur bırakmak istemiştir. Bu mecburiyetten kaçışın ne
kadar büyük bedelleri olacağını ise, korkunç spekülasyonları adeta doğrular şekilde,
Türkiye’yi kanlı bir kaosa sürükleyerek ispatlamıştır. Analizimizde durumu “spekülasyon”
şeklinde ifade etmem sakın sizleri yanıltmasın. Bu incelikli ifadenin Erdoğan’ın
emrindeki proje mahkemelerin yeni mahkumiyetler vermesinden kaçınma gereği
olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Anayasa gereği tarafsız
olması gerekirken seçimlerden önce “400 milletvekilini verin bu iş huzur
içerisinde çözülsün” diyerek AKP’ye diktatör yetkilerine sahip nev-i şahsına
münhasır (sui generis) bir icracı başkanlık için gerekli düzenlemeleri yapacak
destek isteyen Erdoğan’ın, yaptığı bu şantaja rağmen istediği desteği alamazsa
nasıl bir tehdit oluşturacağı, milletin huzurunu nasıl kaçırabileceği doğrusu
büyük bir merak konusuydu. Seçimlerden hemen sonra başlayan süreçte, ardı ardına
gelen terör saldırıları ve hiçbir reel sebep yokken terör örgütü PKK’nın terör
eylemleriyle ülkeyi hızla kan gölüne çevirmesi bu merakı büyük ölçüde gidermiş
oldu.
Terör örgütü PKK'nın tam
da Erdoğan’ın siyasi ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde ve buna en uygun
zamanlamayla harekete geçmiş olması sizce de tuhaf değil mi? Terör örgütü PKK’nın
Erdoğan’ın çözüm süreci için kurulan masaya tekme atmasından rahatsız olduğu
için terör eylemlerine giriştiği söyleniyor. Oysa PKK’nın kan dökmek yerine süreç
boyunca AKP ile üzerinde anlaştıkları gizli protokolleri açıklaması Erdoğan’a
daha büyük zarar vermez miydi? Kürt siyasi hareketi ilk kez yüzde 13 gibi büyük
bir oy patlamasıyla Meclis’e girmişken, PKK’nın hem bu başarıya gölge
düşürecek, hem de Erdoğan’ın siyasi ihtiyaçlarına cevap verir şekilde
hareketlenmesi tuhaf değil mi?
PKK ile HDP arasında
karmaşık bir ilişki olduğunu bilmeyen yok. Ama PKK’nın son terör eylemlerinin
AKP ve Erdoğan’dan ziyade yüzde 13’lük seçim başarısı sayesinde Erdoğan’ın
başkanlık ihtiraslarını boşa çıkaran HDP’ye zarar verme amacı güttüğünü
görmemek için sanırım kör olmak gerekiyor. Yoksa terör örgütü PKK’nın Erdoğan
ve AKP ile gerçekten bir sorunu olsaydı zaman zaman “açıklarız” diye tehdit
ettiği gizli mutabakatları çoktan açıklamış olurdu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder