24 Ağustos 2015 Pazartesi

Revizyonist dış politika, devrimci kaos


Türkiye göz göre göre geliyorum diyen feci bir kaosun içerisinden geçiyor. Görünen o ki, bu kaos kısa sürede geçmeyecek. Ne kadar derinleşip, genişleyeceği ise bilinmiyor. Çünkü Türkiye uzunca bir zamandır ve giderek artan bir şekilde demokratik hukuk devleti olmanın en büyük nimetlerinden biri olan öngörülebilirlikten ve tahmin edilebilirlikten mahrum bulunuyor. Neticede Erdoğan ve ekürisinin marifetiyle Türkiye demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkalı hayli zaman oluyor.
İşin tuhafı bu yaşadığımız tarih boyunca pek çok milletin başına apansız gelen türden bir kaos değil. Hatta bizim vakamızda titizlikle kurgulanmış ve ince işçilikle bezenmiş bir “kaos mühendisliği”nden bile bahsetmek mümkün. Ama kurgulanmış, planlanmış da olsa kaos bu, ne kadar ince işçilikle bezenmiş olursa olsun bir kez başladıktan veya başlatıldıktan sonra nerede duracağı, maliyetinin ne kadar ve daha çok kimlere olacağını kestirmek o kadar da kolay değil.
Son yıllarda oldukça haris bir liderlik sergileyen Erdoğan ve çevresindekilerin azgın ihtiraslarının Türkiye’yi uluslararası sistem ve bölgesel ilişkiler açısından nasıl bir revizyonist ülke haline getirdiği ve bunun dış politikadaki neticelerinin neler olduğu ortada. “Ortadoğu’da düzen kurucu” ve hatta “Ortadoğu’nun sahibi” olma iddiası ve ihtirasıyla yola çıkan Erdoğan rejimi geride Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın en yalnızlaşmış ülkesini bıraktı. Bir zamanlar izlediği demokratik reformcu politikalarla, bölgesine ve dünyaya istikrar ihraç eden yapıcı tavrıyla ilham kaynağı ve gıpta edilen bir ülke olan Türkiye’nin yerinde şimdi adeta yangın kalıntısı bir enkazın külleri savruluyor.
Türkiye’nin gücünü abartan, abarttıkları güç tasavvurunun verdiği cüretkarlıkla ihtiraslı maceralar girişen ve ülkenin başını beladan belaya sokan Erdoğan ve kuklalarının bugün elinde bazı radikal örgütlerle alengirli ilişkiler ve itibarı sıfırlanmış bir Türkiye’den başka bir şey kalmadı. Tıpkı yönettiği ülkenin gücünü abartan ve dönemin güçler dengesindeki yerini doğru analiz edemediği için hayali güç tasavvuruyla peşine düştüğü ihtiraslarından dolayı Fransa’yı 1800’lerin Avrupa’sında giderek etkisiz hale getiren III. Napolyon (kadere bakın III. Napolyon da cumhurbaşkanlığı ile yetinmeyip bir darbeyle kendisini imparator ilan etmişti) gibi, Erdoğan ve çevresi de “Büyük Türkiye”, “Dünya Gücü Türkiye” sloganları eşliğinde Türkiye’yi etkisizleştirdikçe etkisizleştirdi, silikleştirdikçe silikleştirdi. III. Napolyon’un izlediği iyi düşünülmemiş, entelektüel bir zemine oturtulmamış, gerçeklikten uzak, jeopolitk ve stratejik akıldan yoksun vizyonsuz politikaların neticeleri en azından bütünlüğünü koruyan ve Avrupa güç dengesi içerisinden yine de hatırı sayılır bir yeri olan bir Fransa bırakmıştı. Erdoğan’in ihtirasları yüzünden kan kaybederek acıyla kıvranan Türkiye ise mevcut haliyle vatanseverler için bir dram, hasımlar için ise bir alay konusu haline geldi.
Ayaklarının altından zemin kaydıkça, ülkenin gerçek sorunlarını çözmekte ve yönetmekte güçlüğe düştükçe daha fazla kof hamasete, medya üzerindeki kontrolü artırarak daha da artan şekilde bir algı yönetimine, tehlikeli ve şoven bir milliyetçiliğe sarılmak zorunda kalan Erdoğan ve ekürisinin bizzat kendileri artık Türkiye’nin acilen çözülmesi gereken en önemli sorunu haline gelmiştir. Bir zamanlar istikrar ve umut kaynağı olan Erdoğan, artık görünür şekilde istikrarsızlık, sorun ve kaos kaynağına dönüşmüştür. Öyle ki, adı 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortaya saçılan yolsuzluk iddialarıyla ve Suriye’deki IŞİD benzeri radikal terör unsurlarıyla daha fazla anıldıkça, kendisinden ve çevresinden hesap sorulamayacak bir Türkiye yaratma sevdasına daha fazla kapılmıştır.
Geçtiğimiz günlerde itiraf niteliğinde “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir,” diyerek kendisini ve yakınlarını koruma amaçlı içgüdüsel bir devrimciliğe soyunan Erdoğan’ın kendince tasarladığı “yapıcı kaos – constructive chaos” tıpkı yanlış varsayımlarla ve güç değerlendirmeleriyle dış politikada izlediği ihtiraslı revizyonist politikalar gibi geride bir enkaz bırakma riskini artırmaktadır.
Demokratik hukuk devletlerinin en mümeyyiz (ayırt edici) özelliği olan iktidarın barışçıl yollardan el değiştirmesi fonksiyonunu bile işlevsiz hale getirmeye cüret edecek kadar keskinleşen ihtiraslarıyla Erdoğan, toplumsal bir soruna dönüştüğü kadar, şahsi ihtiraslarını milletin ve ülkenin ihtiyaçlarının önüne koymak suretiyle büyük bir milli güvenlik sorununa da dönüşmüştür. Kendisinde ve yakın çevresinde anayasa ve hukukun men ettiği her türlü suçu işleme ve hukuk ihlalleri yapma imtiyazı gören Erdoğan, sadece hukuk önünde eşitlik ilkesini yok etmekle kalmamış, aynı zamanda işine yaradığı dönem boyunca tapınırcasına kutsadığı milli iradenin 7 Haziran genel seçimleriyle ortaya koyduğu sonuçları da yok saymıştır.
Böylelikle kendi siyasi ihtiraslarıyla uyumlu görmediği seçim sonuçlarını yok saymak için bir kanlı kaos planını maharetle uygulamaya soktuğu yönündeki yaygın ve güçlü spekülasyonlara daha da inandırıcılık kazandırmıştır. Yeni seçilen Meclis içerisinden bir hükümet kurulması konusunda izlediği yıkıcı yaklaşımla Anayasa’nın ve demokratik teamüllerin dışına çıkan Erdoğan, Türkiye’yi sonuçlarını beğenmediği seçimleri tekrarlanmaya mecbur bırakmak istemiştir. Bu mecburiyetten kaçışın ne kadar büyük bedelleri olacağını ise, korkunç spekülasyonları adeta doğrular şekilde, Türkiye’yi kanlı bir kaosa sürükleyerek ispatlamıştır. Analizimizde durumu “spekülasyon” şeklinde ifade etmem sakın sizleri yanıltmasın. Bu incelikli ifadenin Erdoğan’ın emrindeki proje mahkemelerin yeni mahkumiyetler vermesinden kaçınma gereği olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Anayasa gereği tarafsız olması gerekirken seçimlerden önce “400 milletvekilini verin bu iş huzur içerisinde çözülsün” diyerek AKP’ye diktatör yetkilerine sahip nev-i şahsına münhasır (sui generis) bir icracı başkanlık için gerekli düzenlemeleri yapacak destek isteyen Erdoğan’ın, yaptığı bu şantaja rağmen istediği desteği alamazsa nasıl bir tehdit oluşturacağı, milletin huzurunu nasıl kaçırabileceği doğrusu büyük bir merak konusuydu. Seçimlerden hemen sonra başlayan süreçte, ardı ardına gelen terör saldırıları ve hiçbir reel sebep yokken terör örgütü PKK’nın terör eylemleriyle ülkeyi hızla kan gölüne çevirmesi bu merakı büyük ölçüde gidermiş oldu.
Terör örgütü PKK'nın tam da Erdoğan’ın siyasi ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde ve buna en uygun zamanlamayla harekete geçmiş olması sizce de tuhaf değil mi? Terör örgütü PKK’nın Erdoğan’ın çözüm süreci için kurulan masaya tekme atmasından rahatsız olduğu için terör eylemlerine giriştiği söyleniyor. Oysa PKK’nın kan dökmek yerine süreç boyunca AKP ile üzerinde anlaştıkları gizli protokolleri açıklaması Erdoğan’a daha büyük zarar vermez miydi? Kürt siyasi hareketi ilk kez yüzde 13 gibi büyük bir oy patlamasıyla Meclis’e girmişken, PKK’nın hem bu başarıya gölge düşürecek, hem de Erdoğan’ın siyasi ihtiyaçlarına cevap verir şekilde hareketlenmesi tuhaf değil mi?
PKK ile HDP arasında karmaşık bir ilişki olduğunu bilmeyen yok. Ama PKK’nın son terör eylemlerinin AKP ve Erdoğan’dan ziyade yüzde 13’lük seçim başarısı sayesinde Erdoğan’ın başkanlık ihtiraslarını boşa çıkaran HDP’ye zarar verme amacı güttüğünü görmemek için sanırım kör olmak gerekiyor. Yoksa terör örgütü PKK’nın Erdoğan ve AKP ile gerçekten bir sorunu olsaydı zaman zaman “açıklarız” diye tehdit ettiği gizli mutabakatları çoktan açıklamış olurdu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder