29 Haziran 2014 Pazar

Erdoğan despot olmak zorunda


Bazen bir grup ya da bir insan yanlış olduğunu bile bile apaçık bir yanlışa sürüklenebilir. Hele de o insan ya da grup yanlışı erkenden yanlış olarak kabul edip, yüzleşme ve yanlışlığın mağdur veya muhataplarından özür dileme veya hesap verme erdemini gösteremiyorsa yanlışta ısrar veya yanlışı tekrar kaçınılmaz olabilir.
Bilirsiniz, gerçek hayatta olduğu gibi hırsız-polis filmlerinde de olağan sahnelerdendir. Çalışıp hak etmedikleri bir konfora ulaşmak için banka soygununa teşebbüs eden hırsızlar direnişle karşılaşınca banka görevlilerini yaralayabilir, öldürebilirler. Oysa başlangıçtaki amaçları adam öldürmek değildir, sadece para çalmaktır. Böylece silah zoruyla banka soyma suçuna, adam öldürmeyi/yaralamayı da eklerler. Suçları büyümüştür ve suçu kabullenip yargı önünde hesap vermek o an kendileri için cazip bir tercih gibi gözükmez.
Bu yüzden korku ve panikle yeni suçlara kapıyı aralarlar. Mesela, muhtemel bir polis müdahalesine karşı kendilerini garanti altına almak için yanlarına rehine alırlar ve böylece suçlarına yeni bir suç eklerler. Bankadan rehineler sayesinde sağ salim çıksalar bile artık iyice tedirgindirler. Kendilerini yöneten baskın güdü de artık ne akıl ve mantık, ne de şefkat ve merhamet gibi insani duygulardır. Aklın ve insani hislerin yerini korku ve her şeye rağmen kendini koruma/savunma güdüsü alır. İnsanı insan olmaktan çıkaran bu korku ve savunma güdüsü soygun, adam öldürme/yaralama gibi suçların yanına yeni suçların eklenmesine yol açar.
Suçlular panikle kaçarken veya kovalamaca sırasında korkunun sebep olduğu şaşkınlıkla başka sivillere ve mallara da zarar verebilirler. Müdahale edeceğinden endişe duydukları kişi veya polislere de zarar verebilir, öldürebilirler. Bütün güdüleri ve hisleri alt eden kendini koruma güdüsü yeni vahim suçlara yol açar ve durum iyice bir fasit daireye dönüşür. Giderek derinleşen bu fasit daire, şu ya da bu şekilde suçlular yakayı ele verinceye kadar, hem suçlular hem de toplum için büyük bedellere sebep olmaya devam eder. Ne iyi ki, bu tür polisiye filmler genelde iyi bir sonla biter. Suçlular enselenir, kendilerinden hesap sorulur ve adalet tecelli eder.
Türkiye’de son zamanlarda yaşanmakta olan hadiseler de filmlerde sıklıkla karşılaştığımız bu sıradan kurgusal hikayeden farklı değil. Aşağı yukarı 10 yıllık bir başarılı süreçten sonra daha fazla güç ve imkana duydukları hırs ve ihtiras Erdoğan ve çevresindekileri tamamen yoldan çıkardı. Tatmin olmaz hırs ve ihtiraslarının sebep olduğu körlükle yanlış bir yola girdiler. Henüz yanlışlar küçükken yanlış olduklarını kabul etmek yerine, yanlışta ısrar ve itiraz edenlere zulmü tercih ettiler. İşlenen yanlışa engel olabilecek ya da kendilerinden hesap sormasından korkulan tüm kurumsal ve toplumsal yapılar tarumar ederek yapılan yanlış ve işlenen suçlara yenilerini eklediler. Böylece içine düştükleri fasit daireyi her geçen gün derinleştirdiler.
Açık bir zihnin, Erdoğan ve çevresindekilerin yaptığı vahim yanlışların ve işlediği ileri sürülen suçların üstünü örtmek için her geçen gün yeni yanlışlara yöneldiğini ve işlenen suçları derinleştirdiğini görmemesi imkansız. Yine de bu sistematik ve tehlikeli gidişatı daha anlaşılır kılmak için şöyle de izah etmek mümkün: Toplumsal destek sayesinde eski vesayetçi yapılara karşı 10 yıla yakın süredir verdikleri mücadeleden başarıyla çıkan Erdoğan ve çevresindekiler bir noktaya vardıklarında kendilerini artık tam muktedir hissettiler. Oysa yakın geçmişe kadar seçilmiş hükümet ayrı, devlet ise ayrı değerlendirilirdi. Seçilen hükümetler iktidar olur ama devlete söz geçiremedikleri için muktedir olamazlardı. 2010 anayasa referandumunun sağladığı demokratik imkanlar ve AKP’nin yüzde 50 oy aldığı 2011 genel seçimlerinden sonra ise, Erdoğan ve çevresindekiler kendilerini ilk kez muktedir hissetiler.
Böylece, 1990’lı yıllarda demokrasiyi “uygun durakta inilmesi gereken bir tren” olarak tanımlayan Erdoğan zihniyeti, belli ki, artık uygun istasyona varıldığına hükmetti. Madem artık yeterince muktedirlerdi neden siyasal İslamcılık olan kökenlerine yeniden dönmesinlerdi? Üstüne üstlük ulaştıkları kazanımların perspektifinden baktıklarında aşağı yukarı 10 yıllık iktidar dönemlerini de siyasal İslamcılığın emellerine ulaşma açısından bir kayıp olarak değerlendirmekteydiler. Öyleyse bu kaybı telafi edecek bir hızla hareket etmeliydiler. Ama mevcut toplumsal doku, kurumsal yapı, anayasal düzen ve hukuki sistem arzu edilen bu hıza pek uygun değildi. Bu toplumsal dokuyu değiştirmeye, yapı, düzen ve sistemi bypass etmeye yöneldiler.
Devlete tamamen hakim olmak ve emellerine uygun bir toplum tasarlamak için lüzumlu gördükleri propaganda, PR ve psikolojik harekatın gerektirdiği medyayı oluşturma çabalarına hız verdiler. Bu hedefleri hızla gerçekleştirebilmek için anayasal düzenin ve yargının denetleyici ve doğal olarak hız kesici unsurlarını büyük ölçüde paralize ettiler. Parlamentonun denetim işlevini tamamen yok ettiler. Meclis ve halk adına hükümetin icraatlarını denetleyen Sayıştay’ı felç ettiler. Şüpheli hedeflerine doğru hızlı ve keyfi yol alabilmek için evrensel hukuk ilkelerini yok sayan yeni dönemin hukukunu oluşturmaya çabaladılar. Tıpkı kamu ihale yasasında yaptıkları 160’dan fazla değişiklikte olduğu gibi, bunu başardılar. Denetimsiz, hukuksuz ve keyfi hareket edebilecekleri bir ortam oluşturdular.
Bir plan çerçevesinde kendi elleriyle hazırladıkları bu uygun ortamda anayasa, hukuk ve demokratik sistemin gereklerine uyma ihtiyacı duymayacak kadar kendilerini rahat hissettiler. Bu rahatlıkla normal bir hukuk sisteminde suç olan ne varsa yapmaya başladılar. 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarında ortaya çıkan skandallarda örneklerini gördüğümüz normalde suç olan işleri yaptıkça hukuksuzluğa daha da battılar. Suça battıkça bir gün kendilerinden hesap sorulacağı endişe ve korkusuna kapıldılar. Korktukça hukuksuzluğa daha fazla saplandılar. Hukuksuzluğa saplandıkça hukuku ve kurumlarını daha fazla hedef alır hale geldiler. Mesela keyfiliklerine ve hesap vermemezliklerine daha fazla alan açmak için 2010 referandumu sonrası oluşturdukları demokratik yargı sistemini tarumar ettiler. Güçler ayrılığı sistemini çökerterek despotlaşmanın iyice önünü açtılar. Despotlaştıkça daha fazla suç işlediler, suç işledikçe daha fazla korktular ve ne garip ki korkularına çareyi daha fazla despotlaşmakta buldular. Yani kendilerini de ülkeyi de büyük felaketlere yol açabilecek son derece tehlikeli bir kısır döngünün içerisine sürüklediler.
Öyle ki, bu saatten sonra, Erdoğan ve çevresindekilerin kendi inisiyatifleriyle Türkiye’yi yeniden gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti yapma şansları bulunmamaktadır. Tam tersine herhangi bir demokratik hukuk devletinde onlarca hükümeti istifaya zorlayacak ve onları onlarca yıl cezaya çarptıracak suçları örtmek, yargıdan kaçırmak için daha fazla despotlaşmalarını beklemek akla ve gerçeğe daha uygun olacaktır. Zaten bu berbat gidişatın tüm emareleri açık seçik ortaya çıkmış durumdadır. İnternet yasası, HSYK yasası, MİT yasası, Cumhurbaşkanı Gül’ün diğer tüm berbat yasalarda olduğu gibi büyük bir basiretsizlik örneği sergileyerek hafta sonu onayladığı yüksek yargı yasası, yargısız bürokratik tasfiyelere imkan veren düzenlemeler ve uygulamalar Türkiye’nin bu yönde geri döndürülemez bir sürece doğru koşar adım ilerlediğini apaçık göstermektedir.
Bu berbat süreci durdurmak ve yeniden demokratik hukuk devleti rotasına sokmak kudreti, seçim sandıklarının nispeten demokratik fonksiyonunun hala işler olduğu şu dönemde sadece halkta bulunmaktadır. Ama siyasal rekabetin demokratik ve adil olma vasfını yitirdiği mevcut şartlarda halkın demokratik tercihlerinin sağlıklı bir şekilde tecelli etmesini beklemek bile sanırım yanıltıcı olacaktır. Halkın yüzde 50’ye yakınının yoğun bir medyatik kara propagandaya maruz kalarak adeta siyaseten efsunlandığı bir ortamda bu kısır döngüyü kırmanın kolay olmayacağı söylenebilir.  
Tüm bunların ışığında, haklarında ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddiaları bulunan Erdoğan ve çevresindekilerin daha fazla anayasal suç işleme, hukuki kurumları tamamen felç ederek demokratik devleti yok etme ve daha da despotlaşma çabalarının hız kazanacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Çünkü haklarındaki iddialar çerçevesinde gırtlaklarına kadar suç batağına batmış Erdoğan ve çevresindekiler bu yönde ilerlemeye mahkum. Neticede demokrasi ve hukuk yeniden işlerlik kazandığında yakalarını yargıdan kurtarma imkanlarının kalmadığını en iyi kendileri biliyorlar.  
Erdoğan ve çevresindekilerin kendi kendilerini maruz bıraktıkları çaresizliğin ve anaforuna kapıldıkları fasit dairenin oluşturduğu tehlike maalesef çok, ama çok büyük! Bu büyük tehlikeye rağmen, izlediklerimizin aksine tamamen gerçek olan bu gerilim filminin sonu umarım iyi biter!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder