Bazen bir grup ya da
bir insan yanlış olduğunu bile bile apaçık bir yanlışa sürüklenebilir. Hele de o
insan ya da grup yanlışı erkenden yanlış olarak kabul edip, yüzleşme ve
yanlışlığın mağdur veya muhataplarından özür dileme veya hesap verme erdemini
gösteremiyorsa yanlışta ısrar veya yanlışı tekrar kaçınılmaz olabilir.
Bilirsiniz, gerçek
hayatta olduğu gibi hırsız-polis filmlerinde de olağan sahnelerdendir. Çalışıp
hak etmedikleri bir konfora ulaşmak için banka soygununa teşebbüs eden
hırsızlar direnişle karşılaşınca banka görevlilerini yaralayabilir,
öldürebilirler. Oysa başlangıçtaki amaçları adam öldürmek değildir, sadece para
çalmaktır. Böylece silah zoruyla banka soyma suçuna, adam öldürmeyi/yaralamayı
da eklerler. Suçları büyümüştür ve suçu kabullenip yargı önünde hesap vermek o
an kendileri için cazip bir tercih gibi gözükmez.
Bu yüzden korku ve
panikle yeni suçlara kapıyı aralarlar. Mesela, muhtemel bir polis müdahalesine
karşı kendilerini garanti altına almak için yanlarına rehine alırlar ve böylece
suçlarına yeni bir suç eklerler. Bankadan rehineler sayesinde sağ salim çıksalar
bile artık iyice tedirgindirler. Kendilerini yöneten baskın güdü de artık ne akıl
ve mantık, ne de şefkat ve merhamet gibi insani duygulardır. Aklın ve insani
hislerin yerini korku ve her şeye rağmen kendini koruma/savunma güdüsü alır. İnsanı
insan olmaktan çıkaran bu korku ve savunma güdüsü soygun, adam öldürme/yaralama
gibi suçların yanına yeni suçların eklenmesine yol açar.
Suçlular panikle
kaçarken veya kovalamaca sırasında korkunun sebep olduğu şaşkınlıkla başka
sivillere ve mallara da zarar verebilirler. Müdahale edeceğinden endişe duydukları
kişi veya polislere de zarar verebilir, öldürebilirler. Bütün güdüleri ve
hisleri alt eden kendini koruma güdüsü yeni vahim suçlara yol açar ve durum iyice
bir fasit daireye dönüşür. Giderek derinleşen bu fasit daire, şu ya da bu
şekilde suçlular yakayı ele verinceye kadar, hem suçlular hem de toplum için büyük
bedellere sebep olmaya devam eder. Ne iyi ki, bu tür polisiye filmler genelde iyi
bir sonla biter. Suçlular enselenir, kendilerinden hesap sorulur ve adalet
tecelli eder.
Türkiye’de son
zamanlarda yaşanmakta olan hadiseler de filmlerde sıklıkla karşılaştığımız bu sıradan
kurgusal hikayeden farklı değil. Aşağı yukarı 10 yıllık bir başarılı süreçten
sonra daha fazla güç ve imkana duydukları hırs ve ihtiras Erdoğan ve
çevresindekileri tamamen yoldan çıkardı. Tatmin olmaz hırs ve ihtiraslarının sebep
olduğu körlükle yanlış bir yola girdiler. Henüz yanlışlar küçükken yanlış olduklarını
kabul etmek yerine, yanlışta ısrar ve itiraz edenlere zulmü tercih ettiler. İşlenen
yanlışa engel olabilecek ya da kendilerinden hesap sormasından korkulan tüm
kurumsal ve toplumsal yapılar tarumar ederek yapılan yanlış ve işlenen suçlara
yenilerini eklediler. Böylece içine düştükleri fasit daireyi her geçen gün
derinleştirdiler.
Açık bir zihnin, Erdoğan
ve çevresindekilerin yaptığı vahim yanlışların ve işlediği ileri sürülen
suçların üstünü örtmek için her geçen gün yeni yanlışlara yöneldiğini ve işlenen
suçları derinleştirdiğini görmemesi imkansız. Yine de bu sistematik ve tehlikeli
gidişatı daha anlaşılır kılmak için şöyle de izah etmek mümkün: Toplumsal
destek sayesinde eski vesayetçi yapılara karşı 10 yıla yakın süredir verdikleri
mücadeleden başarıyla çıkan Erdoğan ve çevresindekiler bir noktaya
vardıklarında kendilerini artık tam muktedir hissettiler. Oysa yakın geçmişe
kadar seçilmiş hükümet ayrı, devlet ise ayrı değerlendirilirdi. Seçilen
hükümetler iktidar olur ama devlete söz geçiremedikleri için muktedir
olamazlardı. 2010 anayasa referandumunun sağladığı demokratik imkanlar ve AKP’nin
yüzde 50 oy aldığı 2011 genel seçimlerinden sonra ise, Erdoğan ve
çevresindekiler kendilerini ilk kez muktedir hissetiler.
Böylece, 1990’lı
yıllarda demokrasiyi “uygun durakta inilmesi gereken bir tren” olarak tanımlayan
Erdoğan zihniyeti, belli ki, artık uygun istasyona varıldığına hükmetti. Madem artık
yeterince muktedirlerdi neden siyasal İslamcılık olan kökenlerine yeniden
dönmesinlerdi? Üstüne üstlük ulaştıkları kazanımların perspektifinden
baktıklarında aşağı yukarı 10 yıllık iktidar dönemlerini de siyasal
İslamcılığın emellerine ulaşma açısından bir kayıp olarak değerlendirmekteydiler.
Öyleyse bu kaybı telafi edecek bir hızla hareket etmeliydiler. Ama mevcut toplumsal
doku, kurumsal yapı, anayasal düzen ve hukuki sistem arzu edilen bu hıza pek
uygun değildi. Bu toplumsal dokuyu değiştirmeye, yapı, düzen ve sistemi bypass
etmeye yöneldiler.
Devlete tamamen hakim
olmak ve emellerine uygun bir toplum tasarlamak için lüzumlu gördükleri propaganda,
PR ve psikolojik harekatın gerektirdiği medyayı oluşturma çabalarına hız
verdiler. Bu hedefleri hızla gerçekleştirebilmek için anayasal düzenin ve
yargının denetleyici ve doğal olarak hız kesici unsurlarını büyük ölçüde paralize
ettiler. Parlamentonun denetim işlevini tamamen yok ettiler. Meclis ve halk
adına hükümetin icraatlarını denetleyen Sayıştay’ı felç ettiler. Şüpheli hedeflerine
doğru hızlı ve keyfi yol alabilmek için evrensel hukuk ilkelerini yok sayan yeni
dönemin hukukunu oluşturmaya çabaladılar. Tıpkı kamu ihale yasasında yaptıkları
160’dan fazla değişiklikte olduğu gibi, bunu başardılar. Denetimsiz, hukuksuz
ve keyfi hareket edebilecekleri bir ortam oluşturdular.
Bir plan çerçevesinde kendi
elleriyle hazırladıkları bu uygun ortamda anayasa, hukuk ve demokratik sistemin
gereklerine uyma ihtiyacı duymayacak kadar kendilerini rahat hissettiler. Bu
rahatlıkla normal bir hukuk sisteminde suç olan ne varsa yapmaya başladılar. 17/25
Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarında ortaya çıkan skandallarda örneklerini
gördüğümüz normalde suç olan işleri yaptıkça hukuksuzluğa daha da battılar.
Suça battıkça bir gün kendilerinden hesap sorulacağı endişe ve korkusuna
kapıldılar. Korktukça hukuksuzluğa daha fazla saplandılar. Hukuksuzluğa
saplandıkça hukuku ve kurumlarını daha fazla hedef alır hale geldiler. Mesela keyfiliklerine
ve hesap vermemezliklerine daha fazla alan açmak için 2010 referandumu sonrası
oluşturdukları demokratik yargı sistemini tarumar ettiler. Güçler ayrılığı
sistemini çökerterek despotlaşmanın iyice önünü açtılar. Despotlaştıkça daha
fazla suç işlediler, suç işledikçe daha fazla korktular ve ne garip ki korkularına
çareyi daha fazla despotlaşmakta buldular. Yani kendilerini de ülkeyi de büyük felaketlere
yol açabilecek son derece tehlikeli bir kısır döngünün içerisine sürüklediler.
Öyle ki, bu saatten
sonra, Erdoğan ve çevresindekilerin kendi inisiyatifleriyle Türkiye’yi yeniden
gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti yapma şansları bulunmamaktadır. Tam
tersine herhangi bir demokratik hukuk devletinde onlarca hükümeti istifaya
zorlayacak ve onları onlarca yıl cezaya çarptıracak suçları örtmek, yargıdan
kaçırmak için daha fazla despotlaşmalarını beklemek akla ve gerçeğe daha uygun
olacaktır. Zaten bu berbat gidişatın tüm emareleri açık seçik ortaya çıkmış
durumdadır. İnternet yasası, HSYK yasası, MİT yasası, Cumhurbaşkanı Gül’ün diğer
tüm berbat yasalarda olduğu gibi büyük bir basiretsizlik örneği sergileyerek hafta
sonu onayladığı yüksek yargı yasası, yargısız bürokratik tasfiyelere imkan
veren düzenlemeler ve uygulamalar Türkiye’nin bu yönde geri döndürülemez bir
sürece doğru koşar adım ilerlediğini apaçık göstermektedir.
Bu berbat süreci durdurmak
ve yeniden demokratik hukuk devleti rotasına sokmak kudreti, seçim sandıklarının
nispeten demokratik fonksiyonunun hala işler olduğu şu dönemde sadece halkta
bulunmaktadır. Ama siyasal rekabetin demokratik ve adil olma vasfını yitirdiği mevcut
şartlarda halkın demokratik tercihlerinin sağlıklı bir şekilde tecelli etmesini
beklemek bile sanırım yanıltıcı olacaktır. Halkın yüzde 50’ye yakınının yoğun
bir medyatik kara propagandaya maruz kalarak adeta siyaseten efsunlandığı bir
ortamda bu kısır döngüyü kırmanın kolay olmayacağı söylenebilir.
Tüm bunların ışığında,
haklarında ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddiaları bulunan Erdoğan ve
çevresindekilerin daha fazla anayasal suç işleme, hukuki kurumları tamamen felç
ederek demokratik devleti yok etme ve daha da despotlaşma çabalarının hız
kazanacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Çünkü haklarındaki
iddialar çerçevesinde gırtlaklarına kadar suç batağına batmış Erdoğan ve çevresindekiler
bu yönde ilerlemeye mahkum. Neticede demokrasi ve hukuk yeniden işlerlik
kazandığında yakalarını yargıdan kurtarma imkanlarının kalmadığını en iyi
kendileri biliyorlar.
Erdoğan ve
çevresindekilerin kendi kendilerini maruz bıraktıkları çaresizliğin ve anaforuna
kapıldıkları fasit dairenin oluşturduğu tehlike maalesef çok, ama çok büyük! Bu
büyük tehlikeye rağmen, izlediklerimizin aksine tamamen gerçek olan bu gerilim filminin
sonu umarım iyi biter!