27 Şubat 2016 Cumartesi

"Bin yıl sürecek" 28 Şubat’ın 20. yılında yükselen despotizm

Demokrasi hayat boyu süren bir mücadeledir. Hukuk tarafından şeklen güvenceye alınmış, kontrol ve denge misyonuyla yüklü güçler ayrılığı sistemi ile kurumsallaşmış ve geniş kitlelerce içselleştirilmiş ilkeleriyle görünürde muntazam işleyen bir nizam haline gelmiş olsa dahi hukuktan, temel hak ve özgürlüklerden ayrı düşünemeyeceğimiz demokrasiyi hedef alan tehlikelere ve tehditlere karşı hep uyanık olmak, hep teyakkuz halinde bulunmak lazım. Tesisi için büyük mücadelelerin ve eşsiz fedakarlıkların gerektiği demokrasiyi koruyarak sürdürülebilir hale getirmek için de üzerine fasılasız titremek gerekir.
            Genellikle büyük acılar ve bedeller pahasına elde edilen demokrasi, özgürlük ve hukuk sevdalısı demokratların bir anlık rehavetiyle veya gafletiyle dahi zedelenebilecek ve hatta yok olabilecek kadar kırılgan bir rejimdir. Çünkü faşizmin, despotizmin, diktatorya ve keyfi sultanın ne zaman, kimin ya da neyin kılığına girerek karşınıza çıkacağından, temel hak ve özgürlükleri yok ederek demokrasiyi ve hukuk devletini tehdit edeceğinden asla emin olamazsınız. Tarih tanklarıyla, toplarıyla demokrasiyi yıkan askeri darbelerle dolu olduğu gibi bizatihi demokrasinin korunmasız naifliğinden ve imkanlarından yararlanarak, ikiyüzlü riyakarlıklarla yol alıp, demokrasiyi yok eden yoz despotların ahlaksız zorbalıklarının örnekleriyle de doludur.
            20. yılına giren 28 Şubat 1997 post-modern askeri darbe süreci ve açık tehditleriyle dönemin hükümetini erken seçime zorlayan 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi örnekler demokrasiye kasteden askeri darbelerin nasıl şekilden şekle girebildiğine iyi bir örnektir. İnişli çıkışlı demokratikleşme serüveni defalarca askeri darbeler ve müdahalelerle kesintiye uğramış olan Türkiye, maalesef bugün sözde sivil kıyafetlerle kamufle edilmiş en ağır darbe süreçlerinden birini daha yaşıyor.
            28 Şubat post-modern askeri darbe sürecinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, “28 Şubat bin yıl sürecek” derken hiç şüphesiz ki darbeci subaylarla birlikte askeri vesayetten nemalanan ya da askeri darbelerden meden uman anti-demokratik kesimlere güven vermek istemişti. Bugün dönüp baktığımızda Gen. Kıvrıkoğlu’nun kibir kokan bu cüretkar sözünü demokratlara yapılmış yerinde bir uyarı olarak da değerlendirmek mümkün. Kıvrıkoğlu’nun niyeti ve kastı şüphesiz ki o olmasa dahi, bu sözü “Ey demokratlar hep uyanık olun. Temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ve hukuk devletini tehdit edebilecek her türlü tehdite karşı teyakkuz halinde bulunun. Yoksa 28 Şubat süreci şu ya da bu kılık içerisine girerek bin yıl sürer” şeklinde de anlaşılabilir.
            Nitekim öyle de oldu. Sivil bir yönetim görüntüsü altında Türkiye, 28 Şubat post-modern askeri darbe sürecinin adı konularak açıktan icra edildiği o anti-demokratik yıllardan çok daha feci bir noktaya geldi. 2001 yılında 28 Şubat sürecinin oluşturduğu anti-demokratik ve hukuksuz şartlara bir tepki olarak alabildiğine demokrat, alabildiğine özgürlükçü ve liberal bir programla yola çıkan AKP, bugün despotlukta, hukuksuzlukta, keyfilikte, yolsuzlukta, baskı ve zulümde 28 Şubat sürecinin darbeci generallerini bile aratır noktaya geldi.
            Hukuksuz ve keyfi uygulamalarıyla dünyanın en büyük despotlarına dönüştükleri halde kendilerini 28 Şubat sürecinin hala mağduru olarak pazarlamaktan hiç utanmayanlar, 28 Şubat sürecinde halka reva görülen zulümlerin çok ama çok ötesine geçtiler. 28 Şubat sürecinde sözde irticai faaliyetlerde bulundukları iddiasıyla yargısız infaz yapılarak ordudan atılanların sayıları onlarla veya en fazla yüzlerle ifade ediliyordu. Bugün ise sadece polis teşkilatında delilsiz yargısız suçlamalarla binlerce, on binlerce kamu görevlisi tasfiye edildi. Binlerce tecrübeli emniyet müdürü meslekten uzaklaştırıldı. Yüzlerce polis ve polis müdürü hiçbir somut kanıt ortaya konulmaksızın ve yargılanmaksızın hapse atıldı.
            28 Şubat sürecinde yasadışı bir şekilde askerler tarafından oluşturulan Batı Çalışma Grubu’nun fişlediği devlet memurları ya da bürokratlardan bazıları takibata uğradı ve bir kısmı haksız yere mağdur edildiler. O bürokratlar bile ne bugünkü düzeyde bir cadı avına maruz kaldılar, ne yıllara dayalı emeklerinden mahrum bırakıldılar. Ne de işlerinden atılarak ekmeğe muhtaç hale getirildiler. AKP/Erdoğan rejimi altındaki bu depotik dönemde 28 Şubat süreci ile asla mukayese edilemeyecek sayıda gerçekleşen kamu personeli ve bürokrat kıyımına küçük bir örnek olarak sadece TÜBİTAK’ta 1300 civarında çalışanın işine son verildiğinden bahsetmekle yetinelim. Ama şunu da bilelim ki şirazeden çıkmış, gözü dönmüş bir paranoyaklık derecesindeki cadı avcılığının dokunmadığı ne öğretmen kaldı, ne bürokrat, ne savcı, ne hakim, ne gazeteci, ne de aydın...
            Muhafazakar ve dindar kesimlere ait şirketler ya da markalar 28 Şubat sürecinde “yeşil sermaye” diye yaftalanarak fişlendi, uzun uzadıya listeleri yapıldı. Ama darbeci generaller bu şirketler hakkında ordunun alışveriş yapmasını yasaklamaktan öte bir adım da atmadılar. O dönemde fişlenerek isimleri listeler halinde kamuoyuna açıklanan bu şirketlerden ne herhangi birine el konuldu, ne de bu şirketlerin sahiplerine veya çalışanlarına karşı ahlaksız bir cadı avına girişildi. Bugün ise, 2 yıl önce bir anda uydurdukları “paralel devlet yapılanması” diye bir safsatayla mücadele etme adına muhalif gördükleri her kesime karşı “cadı avı” başlatanlar, hiçbir kanıt ortaya koyma ihtiyacı duymadan keyfi bir şekilde “paralel” diye yaftaladıkları özel şirketlere haksız ve hukuksuz bir şekilde el koymakta, el koydukları şirketlerin mallarını gasp etmekte ve sermayesini ahlaksızca yağmalamakta, talan etmektedirler.
            Anti-demokratik 28 Şubat süreci elbette ki bir çeşit askeri darbeydi ama dayanak noktası ordunun silahlı güçlerinden, tanklarından, toplarından, tüfeklerinden ziyade büyük bir kısmını doğrudan kontrol ettikleri medya ve propaganda araçlarıydı. O dönemde darbeci generaller de kendilerinin sözünden çıkmayan, sürekli brife ve endoktirne edilerek hizada tutulan, genelkurmayda belirlenen uyduruk haberleri talimatla manşetlerine taşıyan, uyduruk mizansenler ve yalan haber dosyaları üzerinden günlerce TV yayınları yapan bir medyaya sahipti. Özellikle bankacılık ve madencilik sektörlerinde dönemin medya patronlarına sağladıkları haksız imtiyazlar karşılığında kendilerini darbeci generallerin siyasi ihtiraslarına peşkeş çeken bir kısım medyanın yanısıra, o dönemin şartları altında yine de hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukuk için mücadele veren irili ufaklı bir bağımsız medya da vardı. Buna rağmen darbeci generallerin hiçbirinin aklına, bugün yapıldığı gibi bu gazetelere ve televizyonlara el koymak, muhalif ekranları hukuksuz bir şekilde karartmak, muhalif gazetecilere binlerce dava açarak sindirmeye çalışmak, susmayanları uyduruk mahkemelerde yargılayarak hapse atmak gelmemişti.
            Tıpkı anti-demokratik AKP/Erdoğan rejimi gibi toplumsal ve siyasal mühendisliğe soyunan 28 Şubat post-modern darbe sürecinin de en temel ilgi alanlarından birini hiç şüphesiz eğitim sektörü oluşturuyordu. Darbeci generaller de ilk iş olarak eğitim sistemine el atmış ve dini eğitim veren imam-hatip liselerinin yanı sıra meslek liselerinde okuyan onbinlerce öğrencinin üniversite hayallerine darbe vurmuşlardı. Birer devlet okulları olan bu okulları hedef alan despotik dayatma elbette ki kabul edilemezdi. Ama yine de hiçbirinin aklına bu okulların kapısına doğrudan kilit vurmak gelmemişti.
            Eğitim üzerinden toplum mühendisliğine soyunan AKP/Erdoğan rejimi ise generallerin tersine bu okulların önünü açtı. O kadarına ihtiyaç olmadığı halde ve akademik başarıları yerlerde sürünmesine rağmen yine tepeden inmeci bir dayatmayla yüzlerce yeni imam-hatip lisesi açtı. Ama, çarpık eğitim sisteminin yaralarını sarmakta, eşit eğitim fırsatından mahrum bırakılan yoksul kesimlerin rekabet eder hale gelmesinde önemli bir rol oynayan dershaneleri, üstelik ihtiyaçları ortadan kadırmaksızın, keyfi bir şekilde ortadan kaldırmaya kalktı. Özel okullara ve dershanelere tek tek el koyarak, fiillen gasp etti. Gönüllü öğretmenler tarafından işletilen okuma ve etüd salonlarını kapattı. Türkiye’nin dünyadaki en önemli, belki de tek, markası durumundaki Türk okullarına savaş açtı. Bütçesi birkaç kat artırıldığı halde devlet okulları akademik ve pedagojik bir yıkım yaşarken, AKP/Erdoğan rejimi kalitesini ispatlamış özel eğitim kurumlarını yok etmek için elinden geleni yaptı.
            Anti-demokratik ve hukuksuz işlemleriyle bilinen 28 Şubat süreci yolsuzluklar, kayırmacılıklar, bankacılık sistemindeki hortumlamalar, emekli generallerin önde gelen kamu ve özel şirketlerin yönetim kurullarında haksız kazançlar elde etmesi ve bunlar yüzünden ekonominin dibe vurmasıyla özdeşleşmişti. Ama gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, o dönemdekiler AKP/Erdoğan rejimi döneminde yaşanan yolsuzluklar, kayırmacılıklar ve haksız kazançların yanında devede kulak bile kalmaz. Ne demek istediğimi merak edenler, bu tür pisliklerin çok azını oluşturduğundan emin olduğum 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortalığa saçılan rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, talan ve kara para kanıtlarına şöyle baksın. 
            28 Şubat sürecinin anti-demokratik koşullarına tepki olarak iktidara gelip, bir süreliğine demokratik reformlar gerçekleştirerek iktidarını pekiştiren AKP/Erdoğan rejimi, bugün hukuksuzlukta, keyfilikte, despotlukta 28 Şubat sürecini bile mumla aratır hale gelmiştir. Böylece sadece ilk iki dönemlerinde gerçekleştirdikleri reformları yok etmekle kalmamış, Türkiye’yi askeri darbe dönemlerinin bile çok ama çok gerisine sürüklemişlerdir.
            Öyle ki, bu ülkenin demokratlarını “Mümkün olsa da Türkiye’yi yönetimi AKP’nin devraldığı 2002 Kasım ayı şartlarına yeniden döndürebilsek” der hale getirmişlerdir.
            Ah keşke!
             
             

           
           
           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder