Rejim farklılıklarına rağmen hukuk devletlerini ilkel kabile devletlerinden ve despotik diktatörlüklerden ayıran bazı temel özellikler vardır. Hiç şüphesiz bu özelliklerin başında bağımsız ve tarafsız yargı ile hukuk önünde herkesin eşitliği ilkeleri gelir. Şu ya da bu şekilde iktidar gücünü eline geçirmiş birileri halka hizmet için kullanması gereken bu gücü şahsi kin ve intikamının aracı haline getirmişse orada hukuk devletinden bahsedilemez. Hele hele o birileri yargıyı emir-komuta düzeni içine sokmuşsa, tek tük de olsa evrensel hukuk ilkelerine ve vicdani kanaatlerine göre karar veren hakimleri görevden aldırtıp hapse attırmışsa, daha da ileri gidip önceden müjdesini verdiği proje hakimlikler ve savcılıklar ihdas ederek özel motivasyonlarla donattığı savcı ve hakimleri buralarda istihdam etmişse o ülkeye her şey denilebilir ama bir hukuk devleti denilemez.
Demokratik hukuk
devletlerinde halka hizmet etmeleri maksadıyla görev verilen herkesin ve her
pozisyonun hakları, yetkileri, sorumlulukları ve sınırları bellidir. Bu net
çizgilere rağmen hiç kimse anayasal sınırlarını mütemadiyen aşarak hukuksuz ve
gayr-i meşru fiili durumlar oluşturamaz. Sırf canı öyle istiyor diye anayasal
olarak hala parlamenter sistem olan bir düzende adeta bir “icracı başkanlık”
sistemine geçilmiş gibi hiç kimse davranamaz. Demokrasilerin olmazsa olmazı
olan güçler ayrılığı sitemini, kontrol ve denge mekanizmalarını yok sayarak attığı
her yeni adımla apaçık anayasal suçlar işleyemez.
Hiç kimse demokratik
hukuk devletine adeta sivil bir darbe yaparak demokratik yasalara, evrensel
temel hak ve özgürlük ilkelerine, hukuk kurallarına ve demokratik teamüllere
uymamazlık edemez. Eline geçirdiği devlet gücünü hukuksuzluğuna, keyfiliğine,
şahsi kin ve intikam duygularına alet ederek toplumun değişik kesimlerine karşı
düşmanca davranamaz. Ürettiği hukuksuz araçlarla kendisi gibi düşünmeyenleri yok
etmeye yeltenemez. Çünkü demokratik hukuk devletlerinde böyle davranmak anayasal
suçtur ve bu suçları işleyenlerin konumları suçların ağırlığını hafifletmez. Kaldı
ki bu suçların sürekli işlenerek devamlılık kazandığı yerlere de artık
demokratik hukuk devleti denemez.
Çarşamba akşamı emrindeki
yandaş bir TV kanalına verdiği söyleşide Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kesif
bir şekilde kin ve intikam kokan sözleri bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bugüne
kadar somut hiçbir suça adları karışmamış oldukları halde mesnetsiz iddialar ve
tutarsız iftiralarla haklarında “cadı avı” başlatılan Hizmet hareketine yönelik,
tüm mesnetsiz ithamlar zorlamayla da olsa yargının alanına girmiş olmasına
rağmen, bir cumhurbaşkanı çıkıp “attığımız bazı özel adımlar var ki, bu adımlar
da onlara çok daha farklı bir gelecek yaşatacak,” şeklinde bir dil ve üslup
kullanamaz. Şayet kullanırsa, kendisine “pardon ama siz kimsiniz? Savcı mısınız,
hakim misiniz?” sorularını sormak kaçınılmaz olur. “Savcı ve hakim değilseniz
kurduğunuz proje savcılıklar ve hakimliklerin patronu musunuz? Yargının
üzerinde patronluk yapma hak ve yetkisini nereden alıyorsunuz?” soruları da
meşru olur.
Şöyle böyle bir anayasası
olan, kendisine şöyle böyle bir demokratik hukuk devleti diyen hiçbir ülkede
bir cumhurbaşkanı televizyonlara çıkıp, 2 yıldır sürdürülen keyfi cadı avına
rağmen tek bir suçuna dair tek bir somut delil ortaya konamamış bir sivil
toplum hareketine yönelik “Şahıs olarak onlar beni çok iyi tanıyor, ben de
onları çok iyi tanıyorum. Onlar Tayyip Erdoğan’a ihanet ettiler, ben onlara
ihanet etmiyorum. Ben sadece milletin hakkını onlardan geri alma mücadelesini
veriyorum. Yalnız dahi kalsam sonuna kadar bunu sürdüreceğimi söyledim”
diyemez. Şayet derse ne o ülkenin demokratik bir hukuk devleti olduğundan, ne
de bunu söyleyenin demokratik ve medeni bir cumhurbaşkanı olduğundan kimse
bahsedemez.
“Cadı avıysa cadı avı. Biz bu cadı avını yapacağız”
diyebilecek kadar işi şirazesinden çıkarmış, özellikle son 2 yıldır hak ve
hukuk nosyonunu tamamen yitirmiş bir anlayışın ele geçirdiği devlet gücünü
şahsi kin ve intikam duygularını tatmin etmek için kullanmasına hiçbir medeni
ülkede göz yumulamaz. Bunlara göz yumulan rejimlere ise ne demokrasi, ne de
hukuk devleti denilebilir. Bu tür rejimlere denilse denilse tek adam
diktatörlüğü denir ki, Türkiye’de uzun süredir yaşananlar maalesef bu tanıma
daha fazla uyuyor.
Erdoğan’ın sırf şahsi kin
ve intikam duygularını tatmin etmek için tarafsız ve bağımsız olması, ayrım
gözetmeksizin herkese adalet dağıtması gereken yargı, gerçek bir yargı olmaktan
çıkarılıyor. Polis partizan bir milis gücüne dönüştürülüyor. Muktedirlerin suç
işlemesi “sen denileni yap gerekirse yeni bir kanun yapar ve yaptığını suç
olmaktan çıkarırız” pervasızlığıyla yaygınlaşıyor. Hür teşebbüs ürünü
şirketlere keyfi şekilde el konuluyor ya da hukuksuz bir şekilde kapılarına
kilit vuruluyor. Mülkiyet dokunulmazlığı tarih öncesi ilkel zamanlardakine
benzer bir talan furyasına kurban ediliyor. Hukuk güvenliğinin ve güvencesinin
kalmadığı bir ortamda insanların can güvenliği bile bulunmuyor.
Sırf eleştirel fikirlerinden
dolayı aydınlar, gazeteciler Erdoğan yanlısı vandallar tarafından sokak
ortasında dövülüyor. Gözü dönmüş kalabalıklar gazete binalarına giriyor ve hiçbiri
hiçbir adli soruşturmaya tabii olmuyor. Korumacı bir cezasızlıkla yapanın
yaptığı yanına kar kalıyor. Farklı düşünen gazeteciler işlerinden atılıyor.
Yetmiyor haklarında onlarca dava açılıyor. O da yetmiyor tutuklanıp hapse
atılıyorlar. Bir şekilde hala çalışan gazetecilerin çalıştıkları televizyonlara
ve gazetelere hukuksuz ve keyfi bir şekilde el konuluyor. Eleştirel yayın yapan
TV kanalları milletin vergileri ile alınan ve kamu hizmeti vermek zorunda olan
tekel durumundaki uydudan keyfi bir şekilde atılıyor. Bir günde 14 TV kanalı
birden karartılıyor.
Hakkında 1,5 yıldır
sürdürülen tüm soruşturmalara rağmen tek bir suç delili ortaya konulamadığı
halde Türkiye’nin en büyük yayıncı şirketine keyfi şekilde el konuluyor. Atanan
kayyım yönetimi ilk iş olarak bu şirketin kitap/dergi basımı ve kitap satışlarını
engelliyor. Kasabalar, şehirler haftalarca kuşatılarak dünyaya kapatılıyor. Düne
kadar tüm faaliyetlerine göz yumulan PKK terör örgütü ile mücadele adı altında on
binlerce insanın yaşadığı kasabalar ve şehirler yoğun ateş altına alınarak
sivil halka zulmediliyor.
Hayatı boyunca eline
silah almamış, adları tek bir suça karışmamış olan, tek dertleri ayrım
gözetmeksizin tüm insanlara kaliteli eğitim sağlayarak barış içerisinde mürrefeh
bir dünyanın kurulmasına katkı vermek olan eğitimciler ve hayırseverler “terör
örgütü”, “paralel devlet yapılanması” gibi ipe sapa gelmez iddia ve iftiralarla
baskı üzerine baskı görüyor. Gece yarıları keyfi şekilde gözaltına alınıyorlar.
İtilip kakılıyorlar. Bileklerine kelepçeler vuruluyor. Uyduruk mahkemeler
tarafından tutuklanıyorlar. Yargılanmadan senelerce hapislerde tutuluyorlar.
Herkesin gözleri önünde koskoca
bir devlet, sırf çevresindekiler yolsuzluk yaparken suçüstü yakalandığı için kin
ve nefretle nevri dönmüş bir adamın intikam duygularını tatmin etmesinin
aracına dönüşüyor. O adamın kin ve nefretiyle köpürttüğü intikam duygularına
göre hizalanan partisinin, kitlesinin ve devlet aygıtlarının oluşturduğu devasa
zulüm makinası sayesinde tüm ülkenin üzerinde kapkaranlık bir totaliter faşizm
kol geziyor. Daha kötüsü ahlaksız ve ilkesiz bu faşizm yaygınlık kazandıkça
insanlar aklını, izanını, vicdanını ve insafını daha fazla yitiriyor.
Hoyratlık, yobazlık ve
bağnazlık kitlelere yayıldıkça yayılıyor. El-Kaide’den, IŞİD’den ve benzeri
radikal terör örgütlerinden özenle esirgenen öfke ve nefret tüm dünyada eğitim
merkezli insani faaliyetleriyle bilinen Hizmet hareketine ve radikal örgütlerin
katlettiği masum kurbanlara yöneliyor. Sonra bütün dünya “nasıl oluyor da
binlerce futbol taraftarı katil IŞİD’i kınamak yerine, Paris’te öldürülen
masumları protesto ediyor?” diye büyük bir şaşkınlık içerisinde kara kara
düşünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder