19 Kasım 2015 Perşembe

Hukuk devleti ve intikam


Rejim farklılıklarına rağmen hukuk devletlerini ilkel kabile devletlerinden ve despotik diktatörlüklerden ayıran bazı temel özellikler vardır. Hiç şüphesiz bu özelliklerin başında  bağımsız ve tarafsız yargı ile hukuk önünde herkesin eşitliği ilkeleri gelir. Şu ya da bu şekilde iktidar gücünü eline geçirmiş birileri halka hizmet için kullanması gereken bu gücü şahsi kin ve intikamının aracı haline getirmişse orada hukuk devletinden bahsedilemez. Hele hele o birileri yargıyı emir-komuta düzeni içine sokmuşsa, tek tük de olsa evrensel hukuk ilkelerine ve vicdani kanaatlerine göre karar veren hakimleri görevden aldırtıp hapse attırmışsa, daha da ileri gidip önceden müjdesini verdiği proje hakimlikler ve savcılıklar ihdas ederek özel motivasyonlarla donattığı savcı ve hakimleri buralarda istihdam etmişse o ülkeye her şey denilebilir ama bir hukuk devleti denilemez.
Demokratik hukuk devletlerinde halka hizmet etmeleri maksadıyla görev verilen herkesin ve her pozisyonun hakları, yetkileri, sorumlulukları ve sınırları bellidir. Bu net çizgilere rağmen hiç kimse anayasal sınırlarını mütemadiyen aşarak hukuksuz ve gayr-i meşru fiili durumlar oluşturamaz. Sırf canı öyle istiyor diye anayasal olarak hala parlamenter sistem olan bir düzende adeta bir “icracı başkanlık” sistemine geçilmiş gibi hiç kimse davranamaz. Demokrasilerin olmazsa olmazı olan güçler ayrılığı sitemini, kontrol ve denge mekanizmalarını yok sayarak attığı her yeni adımla apaçık anayasal suçlar işleyemez.
Hiç kimse demokratik hukuk devletine adeta sivil bir darbe yaparak demokratik yasalara, evrensel temel hak ve özgürlük ilkelerine, hukuk kurallarına ve demokratik teamüllere uymamazlık edemez. Eline geçirdiği devlet gücünü hukuksuzluğuna, keyfiliğine, şahsi kin ve intikam duygularına alet ederek toplumun değişik kesimlerine karşı düşmanca davranamaz. Ürettiği hukuksuz araçlarla kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye yeltenemez. Çünkü demokratik hukuk devletlerinde böyle davranmak anayasal suçtur ve bu suçları işleyenlerin konumları suçların ağırlığını hafifletmez. Kaldı ki bu suçların sürekli işlenerek devamlılık kazandığı yerlere de artık demokratik hukuk devleti denemez.
Çarşamba akşamı emrindeki yandaş bir TV kanalına verdiği söyleşide Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kesif bir şekilde kin ve intikam kokan sözleri bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bugüne kadar somut hiçbir suça adları karışmamış oldukları halde mesnetsiz iddialar ve tutarsız iftiralarla haklarında “cadı avı” başlatılan Hizmet hareketine yönelik, tüm mesnetsiz ithamlar zorlamayla da olsa yargının alanına girmiş olmasına rağmen, bir cumhurbaşkanı çıkıp “attığımız bazı özel adımlar var ki, bu adımlar da onlara çok daha farklı bir gelecek yaşatacak,” şeklinde bir dil ve üslup kullanamaz. Şayet kullanırsa, kendisine “pardon ama siz kimsiniz? Savcı mısınız, hakim misiniz?” sorularını sormak kaçınılmaz olur. “Savcı ve hakim değilseniz kurduğunuz proje savcılıklar ve hakimliklerin patronu musunuz? Yargının üzerinde patronluk yapma hak ve yetkisini nereden alıyorsunuz?” soruları da meşru olur.  
Şöyle böyle bir anayasası olan, kendisine şöyle böyle bir demokratik hukuk devleti diyen hiçbir ülkede bir cumhurbaşkanı televizyonlara çıkıp, 2 yıldır sürdürülen keyfi cadı avına rağmen tek bir suçuna dair tek bir somut delil ortaya konamamış bir sivil toplum hareketine yönelik “Şahıs olarak onlar beni çok iyi tanıyor, ben de onları çok iyi tanıyorum. Onlar Tayyip Erdoğan’a ihanet ettiler, ben onlara ihanet etmiyorum. Ben sadece milletin hakkını onlardan geri alma mücadelesini veriyorum. Yalnız dahi kalsam sonuna kadar bunu sürdüreceğimi söyledim” diyemez. Şayet derse ne o ülkenin demokratik bir hukuk devleti olduğundan, ne de bunu söyleyenin demokratik ve medeni bir cumhurbaşkanı olduğundan kimse bahsedemez.
 “Cadı avıysa cadı avı. Biz bu cadı avını yapacağız” diyebilecek kadar işi şirazesinden çıkarmış, özellikle son 2 yıldır hak ve hukuk nosyonunu tamamen yitirmiş bir anlayışın ele geçirdiği devlet gücünü şahsi kin ve intikam duygularını tatmin etmek için kullanmasına hiçbir medeni ülkede göz yumulamaz. Bunlara göz yumulan rejimlere ise ne demokrasi, ne de hukuk devleti denilebilir. Bu tür rejimlere denilse denilse tek adam diktatörlüğü denir ki, Türkiye’de uzun süredir yaşananlar maalesef bu tanıma daha fazla uyuyor.
Erdoğan’ın sırf şahsi kin ve intikam duygularını tatmin etmek için tarafsız ve bağımsız olması, ayrım gözetmeksizin herkese adalet dağıtması gereken yargı, gerçek bir yargı olmaktan çıkarılıyor. Polis partizan bir milis gücüne dönüştürülüyor. Muktedirlerin suç işlemesi “sen denileni yap gerekirse yeni bir kanun yapar ve yaptığını suç olmaktan çıkarırız” pervasızlığıyla yaygınlaşıyor. Hür teşebbüs ürünü şirketlere keyfi şekilde el konuluyor ya da hukuksuz bir şekilde kapılarına kilit vuruluyor. Mülkiyet dokunulmazlığı tarih öncesi ilkel zamanlardakine benzer bir talan furyasına kurban ediliyor. Hukuk güvenliğinin ve güvencesinin kalmadığı bir ortamda insanların can güvenliği bile bulunmuyor.
Sırf eleştirel fikirlerinden dolayı aydınlar, gazeteciler Erdoğan yanlısı vandallar tarafından sokak ortasında dövülüyor. Gözü dönmüş kalabalıklar gazete binalarına giriyor ve hiçbiri hiçbir adli soruşturmaya tabii olmuyor. Korumacı bir cezasızlıkla yapanın yaptığı yanına kar kalıyor. Farklı düşünen gazeteciler işlerinden atılıyor. Yetmiyor haklarında onlarca dava açılıyor. O da yetmiyor tutuklanıp hapse atılıyorlar. Bir şekilde hala çalışan gazetecilerin çalıştıkları televizyonlara ve gazetelere hukuksuz ve keyfi bir şekilde el konuluyor. Eleştirel yayın yapan TV kanalları milletin vergileri ile alınan ve kamu hizmeti vermek zorunda olan tekel durumundaki uydudan keyfi bir şekilde atılıyor. Bir günde 14 TV kanalı birden karartılıyor.
Hakkında 1,5 yıldır sürdürülen tüm soruşturmalara rağmen tek bir suç delili ortaya konulamadığı halde Türkiye’nin en büyük yayıncı şirketine keyfi şekilde el konuluyor. Atanan kayyım yönetimi ilk iş olarak bu şirketin kitap/dergi basımı ve kitap satışlarını engelliyor. Kasabalar, şehirler haftalarca kuşatılarak dünyaya kapatılıyor. Düne kadar tüm faaliyetlerine göz yumulan PKK terör örgütü ile mücadele adı altında on binlerce insanın yaşadığı kasabalar ve şehirler yoğun ateş altına alınarak sivil halka zulmediliyor.
Hayatı boyunca eline silah almamış, adları tek bir suça karışmamış olan, tek dertleri ayrım gözetmeksizin tüm insanlara kaliteli eğitim sağlayarak barış içerisinde mürrefeh bir dünyanın kurulmasına katkı vermek olan eğitimciler ve hayırseverler “terör örgütü”, “paralel devlet yapılanması” gibi ipe sapa gelmez iddia ve iftiralarla baskı üzerine baskı görüyor. Gece yarıları keyfi şekilde gözaltına alınıyorlar. İtilip kakılıyorlar. Bileklerine kelepçeler vuruluyor. Uyduruk mahkemeler tarafından tutuklanıyorlar. Yargılanmadan senelerce hapislerde tutuluyorlar.
Herkesin gözleri önünde koskoca bir devlet, sırf çevresindekiler yolsuzluk yaparken suçüstü yakalandığı için kin ve nefretle nevri dönmüş bir adamın intikam duygularını tatmin etmesinin aracına dönüşüyor. O adamın kin ve nefretiyle köpürttüğü intikam duygularına göre hizalanan partisinin, kitlesinin ve devlet aygıtlarının oluşturduğu devasa zulüm makinası sayesinde tüm ülkenin üzerinde kapkaranlık bir totaliter faşizm kol geziyor. Daha kötüsü ahlaksız ve ilkesiz bu faşizm yaygınlık kazandıkça insanlar aklını, izanını, vicdanını ve insafını daha fazla yitiriyor.
Hoyratlık, yobazlık ve bağnazlık kitlelere yayıldıkça yayılıyor. El-Kaide’den, IŞİD’den ve benzeri radikal terör örgütlerinden özenle esirgenen öfke ve nefret tüm dünyada eğitim merkezli insani faaliyetleriyle bilinen Hizmet hareketine ve radikal örgütlerin katlettiği masum kurbanlara yöneliyor. Sonra bütün dünya “nasıl oluyor da binlerce futbol taraftarı katil IŞİD’i kınamak yerine, Paris’te öldürülen masumları protesto ediyor?” diye büyük bir şaşkınlık içerisinde kara kara düşünüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder