26 Kasım 2015 Perşembe

Erdoğan’ın savaşı

Salı sabahı kritik Türkiye-Suriye sınırında koruma uçuşu yapan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçaklarının defaatle uyarmasına rağmen 17 saniyelik de olsa sınır ihlali yaparak ülkenin güvenliğine tehdit oluşturan Rus savaş uçaklarının düşürülmesi Türkiye’nin 2012’de Doğu Akdeniz’de bir askeri uçağının düşürülmesinden sonra deklare ettiği angajman kuralları çerçevesinde hukukidir ve hukukiliği nispetinde de meşrudur. Ancak, böyle bir hamlenin taa en başından tahmini zor olmayacak yıkıcı askeri, diplomatik, siyasi ve ekonomik sonuçları göz önüne alındığında kısa süreliğine sınır ihlali yapan Rus savaş uçağının düşürülmesi yapılması gereken ilk şey midir, tartışılır.  
Şayet büyük bir uluslararası krize yol açan olayı kısa süreli sınır ihlalinden ibaret bir angajman kuralları ihlalinin sonucu ortaya konan bir tasarrufmuş gibi ele alırsak, Rus uçağının düşürülmesinin hukuken ve teknik açıdan değil belki ama askeri, siyasi ve diplomatik perspektiften izahını yapmakta zorlanırız. Neticede ülkelerin hava sahaları ve hava sınırları çoğunlukla komşularının savaş uçakları tarafından sıklıkla ihlal edilebilmektedir. Şayet her hava sahası ihlalinde uçak düşürülecek olunsa bugün birbiriyle sıcak savaş içerisinde olmayan tek bir dünya ülkesi ya da barış içerisinde yaşamaya devam eden komşu ülkeler diye bir şey kalmazdı.
Bu konuda somut örnek için ise uzaklara gitmeye gerek yok. Mesela, Türkiye ile Yunanistan arasında kıta sahanlığı, FIR hattı, ada ve adacıkların statüsü gibi birçok tartışma ve husumet konusu olan Ege Denizi’nde her hava ihlali uçak düşürmekle sonuçlansaydı sanırım bugün Yunanistan ve Türkiye’nin hava savunma envanterindeki yüzlerce savaş uçağı Ege Denizi’nin dibinde olurdu. Yunanistan’la en gerilimli dönemlerde bile Ege’de sıklıkla vuku bulan hava sahası ihlalleri iki ülke pilotlarının, eminim ki ileriki yıllarda çocuklarına ve torunlarına birer tatlı macera olarak anlatacakları, it dalaşlarından öteye geçmemiştir. Salı günü yaşanılan kriz on yıllar boyunca net düşmanlık ilişkisi içerisindeki bu iki gergin komşu ülke arasında bile benzeri yaşanmamış büyük bir fecaattir.
Kaldı ki Rusya, ne o gerilim yıllarındaki Yunanistan gibi Türkiye’nin düşman olarak gördüğü bir ülke, ne de Türkiye en azından Salı gününe kadar ki Rusya tarafından toprakları ve halkının güvenliğini tehdit eden bir ülke durumundaydı. Burada ekonomik, ticari, siyasi ve diplomatik ilişkileri son derece ileri düzeyde olan iki dost ülkeden bahsediyoruz. Dünya politikasındaki tercihleri ve iç siyasi rejimleri açısından ciddi farklılıkları bulunsa da ikili ticaret hacmi 40 milyar dolarları zorlayan, turizmde birbirlerinin tercihi olan, enerjiden gıdaya karşılıklı bağımlılık (interdependency) içerisinde bulunan, Suriye, Gürcistan, Ukrayna gibi iki tarafı da ilgilendiren tüm uluslararası krizlerin yıpratıcılığına rağmen ikili münasebetlerine iyi komşuluk ilişkilerinin hakim olduğu iki ülke ve iki halktan bahsediyoruz.
Her ne kadar küresel meselelere yönelik siyasi, diplomatik, ekonomik ve stratejik bakımlardan farklı perspektiflere sahip olsalar da, iki ülke arasında uzunca bir zamandır birbirlerinin hassasiyetlerini önemseyen, o hassasiyetleri kaşımaktan imtina eden iki taraflı (bilateral) bir siyaset çerçevesinde halklarının vizesiz seyahat edebileceği karşılıklı bir güven ve barış ortamı bulunmaktaydı. Erdoğan rejiminin Suriye’de izlediği “Esedsiz rejim” politikalarıyla Rusya’nın Esed’i korumacı ve destekleyici politikaları en başından beri karşıt olsa da, bu soruna rağmen başarıyla kompartmantalize edilen konular sayesinde ikili iyi ilişkiler geliştirilerek sürdürülebilmişti. Yani Rusya Türkiye için, velev ki uyarılara rağmen olsun, 17 saniyelik bir hava sahası ihlalinden dolayı savaş uçağı düşürülecek bir hasım ülke değildi.
Mevcut şartlarda gerek siyasi, gerekse askeri karar alma süreçlerinde bulunan yetkililerin bunun böyle olduğunu bizim gibi gazetecilerden çok daha iyi bildiklerinden şüphe duyamayız. Öyleyse sonuçlarının, kısa ya da orta vadede onarılamayacak, ikili ilişkilere ve bölge güvenliğine mutlaka kalıcı hasarlar verecek kadar vahim olacağından şüphe duyulmayan böyle bir hamleye kim, neden gerek duydu? Sadece Türkiye ile Rusya arasında değil, Türkiye’nin NATO üyeliğinden dolayı küresel çapta da büyük risklere ve tehditlere yol açarak dünyayı daha belirsiz ve istikrarsız bir noktaya taşıyan bu siyasi kararı kim, hangi saiklerle verdi?
Çarşamba günü grup toplantısında yaptığı kendi açıklamalarından anlıyoruz ki tamiri hayli zaman ve enerji gerektirecek feci sonuçlar doğurması beklenen bu karar Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından verilmiş. Oysa Salı sabahı konuyla ilgili yapılan ilk resmi açıklamanın Erdoğan’ın Sarayı’ndan gelmesi bu konuda karar merciinin tam da denildiği gibi olmayabileceğine işaret ediyor. İlk dakikalarda düşürülen uçağın Rus uçağı olduğunu açıklamak suretiyle stratejik açıdan Türkiye’yi çok zor durumda bırakan bu açıklamanın Saray’dan yapılması bu fecaatin sorumluluğu konusunda ana aktörün de kim olduğunu gösterdiği gibi bu aktörün motivasyonunu da tartışmaya açmıştır.
Sınırlı bir çerçevede tutulmak kastıyla başlatıldığı tahmin edilen bu gerilim, bu kriz, bu savaş tahmin edildiği gibi Erdoğan’ın bir savaşı ise bu savaşını motivasyonunu, amaçlarını ve kapsamını anlamak ve anlamlandırmak daha kolay olacaktır. Bu durumda elbette ki krizin hem iç siyasete, hem de uluslararası siyasete bakan yönlerinin tafsilatlı bir şekilde analiz edilmesi gerekecektir.
Öncelikle kontrollü bir kriz ya da sınırlı tutulabileceği varsayılan bir savaş Erdoğan’ın Türkiye’de bir oldu-bittiyle ihdas edip, hukuksuz fiili adımlarla konsolide etmeye çalıştığı tek adam rejimini kurma çabalarını kolaylaştıracaktır. Savaş ve hatta ciddi bir gerilim ortamında Erdoğan’ın diktatoryal adımlarını sorgulamak, eleştirmek ve bunlara karşı çıkmak daha da zorlaşacaktır. Savaş-kriz şartları bahane edilerek muhalif görüşteki her kesim daha kolay terörist ya da hain ilan edilebilecek ve sesleri kısılabilecektir. Şayet Hitler Almanyası, 1979 İran Devrimi sonrası ve benzeri süreçlere bakılacak olursa hepsinde yeni rejimlerin ancak savaş koşullarının sağladığı imkanlarla konsolide edilebildiğini rahatlıkla görebiliriz. Sınırlı ve kontrollü olacağı varsayılan kriz ve savaşların çabucak kontrolden çıkabileceğini de.
Diyeceğim o ki, Erdoğan rejimi Türkiye’nin NATO üyeliğinin verdiği güvenceyle uluslararası güç dengelerinin kontrolden çıkmasına müsaade etmeyeceği Rusya ile girişilecek bir gerilimin içerideki tek adam rejimini kurma sürecini kolaylaştırdığını hesap etmiş olabilir. Şayet öyleyse, yani üretilen bir dış gerilimle iç siyasi dizayn amaçlanıyorsa, bu Erdoğan’ın kamuflajlı ters köşe hamlelerinin ilkini oluşturmayacaktır.
Malumunuz uluslararası toplumda oluşan hassasiyetler ve baskılar neticesinde Erdoğan rejimi gönülsüzce de olsa IŞİD karşıtı cephede yer almıştır. Ancak, Erdoğan rejimi IŞİD mevzilerini vurmak üzere elde ettiği sınır aşan operasyon meşruiyetini çok nadiren IŞİD’e karşı kullanmış ve bu imkanı daha ziyade terör örgütü PKK ve Suriye’nin kuzeyindeki uzantılarına yönelik değerlendirmiştir. Tek bir şiddet eylemine bulaşmamış Hizmet Hareketi’ni “terör örgütü” diye yaftalayıp, sıradan masum sivillere karşı cadı avı yürütmekten geri durmayan Erdoğan rejiminin, sınır ötesindeki IŞİD ve el-Kaide unsurları şöyle dursun Türkiye içindeki IŞİD ve el-Kaide unsurlarına karşı bile ciddi bir hamlesi gerçekleşmemiştir.
Öte yandan, IŞİD’in ve el-Kaide uzantısı radikal grupların Suriye’de güçlenmesinde Erdoğan rejiminin doğrudan ya da dolaylı kolaylaştırıcı rolü tüm dünyanın dilindeyken, Antalya’daki G-20 Liderler Zirvesi’nde Rusya lideri Putin isim vermeden G-20 üyesi ülkeler arasında IŞİD destekçileri olduğunu açıktan ifade etmiştir. Rus uçakları ve füzeleri tarafından vurulan IŞİD petrolü taşıyan tırlar üzerinden ise açıkça Türkiye’yi ima etmiştir. Dünyanın belli başlı güçleri arasında terör örgütü IŞİD’e karşı ortak hareket imkanlarının ele alındığı bu zirvede Putin’in bu ters köşe salvosu Erdoğan açısından kolay sindirilebilecek bir hamle olmamıştır. Şayet sınırımızda düşürülen Rus uçağına dair herhangi bir Saray etkisi varsa hiç şüpheniz olmasın ki bu etkinin tohumları G-20 Zirvesi’nde yaşananlarla atılmıştır.
Geriye ise sadece kitleleri ikna ederek iç kamuoyunu hazırlayacak bir mazeret bulmak kalmıştır. Bu bakımdan da Bayır-Bucak Türkmenlerinin yaşadığı trajedi kullanılmıştır. Suriye’de Türkiye sınırına yakın bir bölgede iki ateş arasında kalan Bayır-Bucak Türkmenlerinin içler acısı durumu elbette ki her türlü dayanışmayı gerektirecek niteliktedir. Ancak daha önce IŞİD’in katlettiği Türkmenler konusunda kılını kıpırdatmayan, hatta Türkmen sığınmacılara bile kapısını açmayan Erdoğan rejiminin birden bire zirve yapan Türkmen hassasiyeti her türlü şüpheyi celbetmektedir.  
Rus uçağının düşürülmesi Erdoğan rejiminin ta başından beri yanlış bir rotada ve ulusal çıkarlardan ziyade kişisel ihtiraslarla şekillendirdiği Suriye politikasının Türkiye ve uluslararası topluma oluşturduğu riskler ve tehditler ne ilktir, ne de son olacaktır. Ancak, Rusya ile yaşanan gerilimin çok farklı bir boyutu var ki üzerinde mutlaka durulmayı hak etmektedir. BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi 5 ülkeden biri olan Rusya, savaş uçağı düşürülür düşürülmez Erdoğan rejiminin IŞİD ve benzeri radikal terör örgütleriyle muhtemel siyasi, askeri ve finansal ilişkilerini hedef alacak şekilde BM’den bir soruşturma başlatmasını talep edeceğini açıkladı.
Rusya, BM aracılığıyla böyle bir uluslararası soruşturmayı başlatmayı başarabilirse bu sürecin nasıl sonuçlanacağını tahmin etmek zor değil. 2005 yılında Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye düzenlenen bombalı suikasti araştıran BM araştırma komisyonunun bulguları sonrası somut delillerle suçlanan Suriye ve Esed rejiminin başına gelenler bu konuda ciddi bir fikir verebilir. Kaldı ki kimyasal gaz gibi kitle imha silahlarının bile kullanıldığı Suriye’de 4 yıl boyunca yaşananlar Hariri suikasti ile mukayese edilemeyecek kadar vahim.
Uluslararası hukukun zembereğini tetiklemesi durumunda Rusya’nın ve başta Esed rejimi olmak üzere bölgesel ve uluslararası müttefiklerinin bu soruşturmanın ihtiyaç duyacağı belge ve delilleri sağlamakta tereddüt etmeyeceği şimdiden tahmin edilebilir. Türkiye’ye masum Türk halkına şimdiden büyük zararlar veren Erdoğan’ın savaşı bakalım Erdoğan için zaferle mi, yoksa hezimetle mi sonuçlanacak? Allah, Türkiye’yi ve bölge halklarını kişisel ihtiraslarla verilen şahsi savaşların gazabından ve yıkımından korusun.  



19 Kasım 2015 Perşembe

Hukuk devleti ve intikam


Rejim farklılıklarına rağmen hukuk devletlerini ilkel kabile devletlerinden ve despotik diktatörlüklerden ayıran bazı temel özellikler vardır. Hiç şüphesiz bu özelliklerin başında  bağımsız ve tarafsız yargı ile hukuk önünde herkesin eşitliği ilkeleri gelir. Şu ya da bu şekilde iktidar gücünü eline geçirmiş birileri halka hizmet için kullanması gereken bu gücü şahsi kin ve intikamının aracı haline getirmişse orada hukuk devletinden bahsedilemez. Hele hele o birileri yargıyı emir-komuta düzeni içine sokmuşsa, tek tük de olsa evrensel hukuk ilkelerine ve vicdani kanaatlerine göre karar veren hakimleri görevden aldırtıp hapse attırmışsa, daha da ileri gidip önceden müjdesini verdiği proje hakimlikler ve savcılıklar ihdas ederek özel motivasyonlarla donattığı savcı ve hakimleri buralarda istihdam etmişse o ülkeye her şey denilebilir ama bir hukuk devleti denilemez.
Demokratik hukuk devletlerinde halka hizmet etmeleri maksadıyla görev verilen herkesin ve her pozisyonun hakları, yetkileri, sorumlulukları ve sınırları bellidir. Bu net çizgilere rağmen hiç kimse anayasal sınırlarını mütemadiyen aşarak hukuksuz ve gayr-i meşru fiili durumlar oluşturamaz. Sırf canı öyle istiyor diye anayasal olarak hala parlamenter sistem olan bir düzende adeta bir “icracı başkanlık” sistemine geçilmiş gibi hiç kimse davranamaz. Demokrasilerin olmazsa olmazı olan güçler ayrılığı sitemini, kontrol ve denge mekanizmalarını yok sayarak attığı her yeni adımla apaçık anayasal suçlar işleyemez.
Hiç kimse demokratik hukuk devletine adeta sivil bir darbe yaparak demokratik yasalara, evrensel temel hak ve özgürlük ilkelerine, hukuk kurallarına ve demokratik teamüllere uymamazlık edemez. Eline geçirdiği devlet gücünü hukuksuzluğuna, keyfiliğine, şahsi kin ve intikam duygularına alet ederek toplumun değişik kesimlerine karşı düşmanca davranamaz. Ürettiği hukuksuz araçlarla kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye yeltenemez. Çünkü demokratik hukuk devletlerinde böyle davranmak anayasal suçtur ve bu suçları işleyenlerin konumları suçların ağırlığını hafifletmez. Kaldı ki bu suçların sürekli işlenerek devamlılık kazandığı yerlere de artık demokratik hukuk devleti denemez.
Çarşamba akşamı emrindeki yandaş bir TV kanalına verdiği söyleşide Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kesif bir şekilde kin ve intikam kokan sözleri bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bugüne kadar somut hiçbir suça adları karışmamış oldukları halde mesnetsiz iddialar ve tutarsız iftiralarla haklarında “cadı avı” başlatılan Hizmet hareketine yönelik, tüm mesnetsiz ithamlar zorlamayla da olsa yargının alanına girmiş olmasına rağmen, bir cumhurbaşkanı çıkıp “attığımız bazı özel adımlar var ki, bu adımlar da onlara çok daha farklı bir gelecek yaşatacak,” şeklinde bir dil ve üslup kullanamaz. Şayet kullanırsa, kendisine “pardon ama siz kimsiniz? Savcı mısınız, hakim misiniz?” sorularını sormak kaçınılmaz olur. “Savcı ve hakim değilseniz kurduğunuz proje savcılıklar ve hakimliklerin patronu musunuz? Yargının üzerinde patronluk yapma hak ve yetkisini nereden alıyorsunuz?” soruları da meşru olur.  
Şöyle böyle bir anayasası olan, kendisine şöyle böyle bir demokratik hukuk devleti diyen hiçbir ülkede bir cumhurbaşkanı televizyonlara çıkıp, 2 yıldır sürdürülen keyfi cadı avına rağmen tek bir suçuna dair tek bir somut delil ortaya konamamış bir sivil toplum hareketine yönelik “Şahıs olarak onlar beni çok iyi tanıyor, ben de onları çok iyi tanıyorum. Onlar Tayyip Erdoğan’a ihanet ettiler, ben onlara ihanet etmiyorum. Ben sadece milletin hakkını onlardan geri alma mücadelesini veriyorum. Yalnız dahi kalsam sonuna kadar bunu sürdüreceğimi söyledim” diyemez. Şayet derse ne o ülkenin demokratik bir hukuk devleti olduğundan, ne de bunu söyleyenin demokratik ve medeni bir cumhurbaşkanı olduğundan kimse bahsedemez.
 “Cadı avıysa cadı avı. Biz bu cadı avını yapacağız” diyebilecek kadar işi şirazesinden çıkarmış, özellikle son 2 yıldır hak ve hukuk nosyonunu tamamen yitirmiş bir anlayışın ele geçirdiği devlet gücünü şahsi kin ve intikam duygularını tatmin etmek için kullanmasına hiçbir medeni ülkede göz yumulamaz. Bunlara göz yumulan rejimlere ise ne demokrasi, ne de hukuk devleti denilebilir. Bu tür rejimlere denilse denilse tek adam diktatörlüğü denir ki, Türkiye’de uzun süredir yaşananlar maalesef bu tanıma daha fazla uyuyor.
Erdoğan’ın sırf şahsi kin ve intikam duygularını tatmin etmek için tarafsız ve bağımsız olması, ayrım gözetmeksizin herkese adalet dağıtması gereken yargı, gerçek bir yargı olmaktan çıkarılıyor. Polis partizan bir milis gücüne dönüştürülüyor. Muktedirlerin suç işlemesi “sen denileni yap gerekirse yeni bir kanun yapar ve yaptığını suç olmaktan çıkarırız” pervasızlığıyla yaygınlaşıyor. Hür teşebbüs ürünü şirketlere keyfi şekilde el konuluyor ya da hukuksuz bir şekilde kapılarına kilit vuruluyor. Mülkiyet dokunulmazlığı tarih öncesi ilkel zamanlardakine benzer bir talan furyasına kurban ediliyor. Hukuk güvenliğinin ve güvencesinin kalmadığı bir ortamda insanların can güvenliği bile bulunmuyor.
Sırf eleştirel fikirlerinden dolayı aydınlar, gazeteciler Erdoğan yanlısı vandallar tarafından sokak ortasında dövülüyor. Gözü dönmüş kalabalıklar gazete binalarına giriyor ve hiçbiri hiçbir adli soruşturmaya tabii olmuyor. Korumacı bir cezasızlıkla yapanın yaptığı yanına kar kalıyor. Farklı düşünen gazeteciler işlerinden atılıyor. Yetmiyor haklarında onlarca dava açılıyor. O da yetmiyor tutuklanıp hapse atılıyorlar. Bir şekilde hala çalışan gazetecilerin çalıştıkları televizyonlara ve gazetelere hukuksuz ve keyfi bir şekilde el konuluyor. Eleştirel yayın yapan TV kanalları milletin vergileri ile alınan ve kamu hizmeti vermek zorunda olan tekel durumundaki uydudan keyfi bir şekilde atılıyor. Bir günde 14 TV kanalı birden karartılıyor.
Hakkında 1,5 yıldır sürdürülen tüm soruşturmalara rağmen tek bir suç delili ortaya konulamadığı halde Türkiye’nin en büyük yayıncı şirketine keyfi şekilde el konuluyor. Atanan kayyım yönetimi ilk iş olarak bu şirketin kitap/dergi basımı ve kitap satışlarını engelliyor. Kasabalar, şehirler haftalarca kuşatılarak dünyaya kapatılıyor. Düne kadar tüm faaliyetlerine göz yumulan PKK terör örgütü ile mücadele adı altında on binlerce insanın yaşadığı kasabalar ve şehirler yoğun ateş altına alınarak sivil halka zulmediliyor.
Hayatı boyunca eline silah almamış, adları tek bir suça karışmamış olan, tek dertleri ayrım gözetmeksizin tüm insanlara kaliteli eğitim sağlayarak barış içerisinde mürrefeh bir dünyanın kurulmasına katkı vermek olan eğitimciler ve hayırseverler “terör örgütü”, “paralel devlet yapılanması” gibi ipe sapa gelmez iddia ve iftiralarla baskı üzerine baskı görüyor. Gece yarıları keyfi şekilde gözaltına alınıyorlar. İtilip kakılıyorlar. Bileklerine kelepçeler vuruluyor. Uyduruk mahkemeler tarafından tutuklanıyorlar. Yargılanmadan senelerce hapislerde tutuluyorlar.
Herkesin gözleri önünde koskoca bir devlet, sırf çevresindekiler yolsuzluk yaparken suçüstü yakalandığı için kin ve nefretle nevri dönmüş bir adamın intikam duygularını tatmin etmesinin aracına dönüşüyor. O adamın kin ve nefretiyle köpürttüğü intikam duygularına göre hizalanan partisinin, kitlesinin ve devlet aygıtlarının oluşturduğu devasa zulüm makinası sayesinde tüm ülkenin üzerinde kapkaranlık bir totaliter faşizm kol geziyor. Daha kötüsü ahlaksız ve ilkesiz bu faşizm yaygınlık kazandıkça insanlar aklını, izanını, vicdanını ve insafını daha fazla yitiriyor.
Hoyratlık, yobazlık ve bağnazlık kitlelere yayıldıkça yayılıyor. El-Kaide’den, IŞİD’den ve benzeri radikal terör örgütlerinden özenle esirgenen öfke ve nefret tüm dünyada eğitim merkezli insani faaliyetleriyle bilinen Hizmet hareketine ve radikal örgütlerin katlettiği masum kurbanlara yöneliyor. Sonra bütün dünya “nasıl oluyor da binlerce futbol taraftarı katil IŞİD’i kınamak yerine, Paris’te öldürülen masumları protesto ediyor?” diye büyük bir şaşkınlık içerisinde kara kara düşünüyor.

15 Kasım 2015 Pazar

Fransa’da katliam, Türkiye’de karartma


Dünyayı çepeçevre saran karanlığın neferleri bir an olsun boş durmuyor. Aydınlığa, medeniyete, demokrasiye, özgürlüklere, insan onuruna, hukuka, kardeşliğe, barış içinde bir arada yaşama iradesine, estetiğe, sanata, düşünceye ve iyi olan her şeye saldırı üzerine saldırı gerçekleştiriyorlar. Hiçbir ahlaki sınır tanımadıkları despotluk, zulüm ve katliamlarıyla iblislere parmak ısırtacak derecede ileri gidiyorlar üstelik.
En kutsal değerlerin arkasına sığınacak kadar alçaklaşan, şeytani planlarını ve ahlaksız eylemlerini insanlığın en kutsallarını istismar ederek gerçekleştiren İblis’in bu karanlık tohumları Paris’te kendi halinde yaşayıp giden sıradan masum insanları alçakça hedef alabiliyor. Hiçbir hedef gözetmeden, şeytani bir soğukkanlılıkla 130 kişinin canına kastedebiliyor. Sırf öldürmüş olmak için öldürmek üzere hedef aldıkları 350’den fazla insanın kanını hunharca dökebiliyor, ağır şekilde yaralayabiliyor.
Türkiye’de ise mafyatik bir suç şebekesine dönüşen muktedir güruh, zulüm ve despotik baskıların her gün bir yenisini icat ediyor. Sırf hırsızlıklarına ve ahlaksızlıklarına ortak olmadıkları, zulümlerine ve keyfiliklerine göz yummadıkları için ya da sırf kendileri gibi düşünmedikleri için toplumun en temiz ve en duyarlı kesimlerine karşı Şeytani bir hazla, ahlaksız bir zevkle ve arsız bir şehvetle  baskı üzerine baskı, saldırı üzerine saldırı gerçekleştiriyorlar. Mesela, bir gün dünyanın tüm mağdur ve yoksullarının yakından tanıdığı bir yardım kuruluşunu hedefe koyuyorlar, ertesi gün toplumun en hayırsever insanlarını. Bir gün dürüstlükleriyle tanınan işadamlarını şeytanlaştırıyorlar, ertesi gün Türkiye’de evrensel basın ahlak ilkelerine en sadık yayın gruplarını, yayın organlarını.
Tıpkı Paris’te masum insanları gözünü kırpmadan katleden ahlaksız teröristler gibi dinin ve dini değerlerin arkasına saklanan Türkiye’deki iki yüzlü muktedir güruh da topluma ışık olmuş kim ya da ne varsa ayrım gözetmeksizin yok etmeye çabalıyor. İster liberal ister solcu olsun, ister muhafazakar kesimden isterse çevreci olsun hak ve hakikat adına sesini çıkaran, iş işten geçmeden sürüklendiği karanlığa karşı halkı uyarma cesaretini gösteren kim varsa hedef alınıp yok edilmeye çalışılıyor.
Gazeteler, o kağıt parçalarına ruh katan en donanımlı aydınlardan hoyratça arındırılıp çölleştiriliyor. Onurlu duruşları, birikimleri ve tecrübeleriyle topluma ışık olan aydınlar, yüzde 90-95’i iktidar tarafından kontrol altına alınarak adi birer propaganda makinasına dönüştürülen televizyonlardan ve radyolardan uzak tutuluyor. Tüm demokratik değerler ve demokratik kurumlar tek tek yok edilirken ahlaki bir duruşla hala demokrasi, özgürlük, adalet ve hukuk diyen entelektüellerin seslerinin halka ulaşmasını sağlayan kanallar tek tek ortadan kaldırılıyor ya da  karartılıyor.  
 Ortadoğu’yu Cehenneme çevirdikleri gibi stratejik ahmaklıklar sonucu Ortadoğulaştıkça Cehenneme dönen Türkiye’yi de kan gölüne dönüştüren karanlığın neferleriyle zihniyet akrabalığı içerisindeki bu muktedir güruhun sorun etmediği tek kesimi ise kendileri gibi karanlığın neferleri oluşturuyor. Her türlü eleştirel düşünceden esirgedikleri hoşgörüyü eli kanlı IŞİD teröristlerine, el-Kaide hücrelerine gösteriyorlar. Türkiye’nin medeni dünyanın özgür ve demokratik bir parçası olması ve öyle kalması için çabalayan kim ve ne varsa hedef alıp büyük bir gaddarlıkla yok ederken, IŞİD, el-Kaide ve bu caniler güruhunun yerli versiyonlarından hiçbir desteği esirgemiyorlar.
Hasan Cemal, Ekrem Dumanlı, Ahmet Altan, Can Dündar ve daha pek çok farklı görüşten demokrat aydın sistematik kampanyalarla yok edilmeye çalışılırken, IŞİD, el-Kaide, İBDA-C ve benzeri cihadist terör grupları ülkenin her yerinde rahatça hareket edebiliyor. IŞİD ve benzeri radikal terör örgütlerinin yayın faaliyetlerine dokunmayan Erdoğan rejimi ve AKP hükümeti evrensel basın-ahlak ilkeleri çerçevesinde demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, hukuk, şeffaflık, barış, kardeşlik için yayın yapan tüm medya organlarını tek tek ya da toplu halde karartıyor. Üstelik bunlar arsız bir cesaret ve pervasızlıkla tüm dünyanın gözleri önünde kanırta kanırta yapılıyor.
Her gün gazeteciler gözaltına alınıyor. Her gün dergiler, televizyonlar, gazeteler saçma sapan gerekçelerle polis tarafından basılıyor. Tüm baskılara ve tehditlere rağmen gerçekleri halka duyurmaktan vazgeçmeyen gazeteciler, bir adım daha ileri gidilerek, yani ya hapse atılarak ya da yayın organlarına el konularak susturulmaya çalışılıyor. Daha 3 hafta önce televizyonları, radyoları ve gazeteleriyle Türkiye’nin en önemli yayın kuruluşu olan İpek Medya Grubu’na haydutvari bir tarzda, hukuksuz ve keyfi bir şekilde el koydular. Pervasızlık ve cüretkarlığın şahikasına çıkan AKP iktidarı ve Erdoğan rejimi, G-20 liderler zirvesinden sadece bir gün önce ise bünyesinde tam 16 radyo ve televizyon bulunan, toplumun farklı kesimlerinin seslerine mecra olan Samanyolu Yayın Grubu’nu tekel durumundaki TÜRKSAT uydusundan atarak fiilen kararttılar.
Daha önce birçok TV platformundan keyfi bir şekilde çıkarılan Samanyolu Grubu’na ait TV kanalları bu sefer hiçbir somut gerekçe gösterilmeksizin, üstelik tüm ticari ve hukuki hakları yapılan bir sözleşmeyle 2024’e kadar garanti altına alınmış olduğu halde, milletin vergileriyle uzaya fırlatılmış bir milli uydu olan TÜRKSAT’tan keyfi bir şekilde çıkarıldı. Amaç belli ki muhalif ve eleştirel gördükleri tüm yayın organlarını ve gazeteleri susturmak ve yok etmek. Belki amaç tek ama her bir medya organının susturulması için ayrı bir bahane üretmeyi, farklı bir yöntem ve taktik uygulamayı da ihmal etmiyorlar.
İpek Medya Grubu’na, bağlı olduğu holdingle ilgili tek bir delilini sunamadıkları mali suç iddialarıyla el koyan karanlığın neferleri, Samanyolu televizyon ve radyolarını ise böyle bir yalandan gerekçe üretme ihtiyacı bile duymadan karartma yoluna gittiler. Sol-Kemalist gelenekten gelen Cumhuriyet gazetesine yönelik ayyuka çıkan baskı ve el koyma çabaları için “teröre destek” bahanesini üreten karanlığın IŞİD kafalı neferleri, Ulusalcı (neo-nationalist) çizgideki Sözcü gazetesine ise farklı bir bahaneyle baskı uyguluyor. Doğan Medya Grubu’nu yine alakasız bir terör örgütüne destek olmak bahanesiyle hedefe koyan ve bu medya grubunu büyük ölçüde sindirerek sonuç alan Erdoğan rejimi ve AKP iktidarı, Zaman Medya Grubu’na ise yine benzer temelsiz iddialarla el koymanın hazırlığı içerisinde bulunuyor.
Paris’te katliam yapan IŞİD’in karanlığı Avrupa üzerinden tüm dünyaya çökerken, IŞID kafalı muktedir bir militan azınlık Türkiye’yi farklı ses ve fikirlerin bir daha hayat hakkı bulamayacağı çölleşmiş bir karanlığa doğru sürüklüyor. Üstelik de bunu tüm dünyanın gözleri önünde ve belli başlı dünya liderleri tam da G-20 liderler zirvesi için Türkiye’de bulunuyorken yapıyor. Belli ki hukuksuz ve despotik muktedirler tüm dünyanın dikkatlerinin Türkiye’ye odaklandığı bir esnada gerçekleştirdikleri baskı ve karartma hamleleriyle Yeni Türkiye’nin road showunu yapıyorlar. Yeni Türkiye’nin böyle despotik bir ülke olduğunu ve bu çerçevede hareket etmeleri gerektiğini liderlere anlatmaya çalışıyorlar.
Obama, Cameron, Merkel, Trudaeu başta olmak üzere G-20’nin demokratik ülke liderleri tam da kendileri Türkiye’deyken gerçekleştirilen bu despotlukları ya olup biteni “ulusal çıkarlar” deyip sineye çekme bedbahtlığına düşme ya da baskıların müsebbibi Türk muhataplarının yüzüne doğrudan söyleme ahlaki sorumluluğuyla karşı karşıyalar.