30 Ağustos 2015 Pazar

Savaş kabinesi


Türkiye bir seçime mi, yoksa bir felakete mi gidiyor çok yakında anlaşılacak. AKP’nin 13 yıllık iktidarını resmen elinden alan 7 Haziran’daki seçimlerin Erdoğan ve hükmettiği AKP’nin Bizans oyunlarıyla yok sayılmasıyla başlayan tuhaflıklar ve skandallar serisine her gün bir yenisi ekleniyor. En baştaki düğme yanlış iliklenince doğal olarak alttaki düğmeler de onu takip ediyor. Gırtlağına kadar suça batmış olan bir siyaset güruhunun iktidarı şu ya da bu meşru yolla devretmeyecekleri de bu sayede her geçen gün daha iyi anlaşılmış oluyor.
 Erdoğan’ın kurnazca bir kareografiyle Bizans oyunlarına rahmet okutacak siyasi entrikalarının damga vurduğu 7 Haziran seçiminden bu yana yaşanan hukuksuzluklar ve işlenen anayasal suçların büyüklüğü bile sadece korkarım ki 1 Kasım’da AKP’nin alacağı daha büyük bir yenilgi sonrası da 7 Haziran benzeri bir tavır almalarına yol açacak. Tüm çabalarına rağmen bugüne kadar işledikleri devasa suçları, hukuksuzlukları, hırsızlıkları ve yolsuzlukları örtme şansları olmadığı için Başbakan eski Yardımcısı Bülent Arınç’ın dediği gibi, bu saatten sonra, “iktidara daha da mahkumlar”. Erdoğan ve AKP’nin ne yapıp edip, gerekiyorsa daha büyük ve geri döndürülemez tahribatlara yol açacak daha vahim anayasal suçlar işleme pahasına, iktidara bütün varlıklarıyla yapışmaları gerekiyor.
Zaten, Erdoğan ve vesayetindeki AKP de bunu yapıyor. Tarihin görüp göreceği en büyük yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık skandalına rağmen, yargıyı ve polisi dağıtmak, demokratik hukuk devletini işlemez hale getirmek, Türkiye’yi dünyadan koparmak, ekonomiyi krize atmak pahasına tüm hukuki kurum, kural, ilke ve süreçleri yok sayarak iktidara yapışmış durumdalar. Neticede herhangi bir demokratik hukuk devletinde yüzde biri ortaya saçılsa yüz hükümeti iktidardan edecek boyuttaki yolsuzluklara rağmen Erdoğan daha yüksek bir mercie gelmeyi, AKP ise iktidara daha da yapışmayı başarmadı mı? Yozlaşmış iktidarların barışçıl yollardan devrini sağlayan meşru yöntemlerden biri olan hukuk böylece devre dışı kalmadı mı?
13 yıldır sürdürdüğü tek başına iktidar olma lüksünü 7 Haziran’da kaybetmesine rağmen, Erdoğan merkezli uygulamaya giren siyasi entrikalar sayesine AKP 80 gün boyunca seçim kazanmış bir tek parti iktidarı gibi icraatlarına ve hukuksuzluklarına devam etmedi mi? Samimi olmayan ve sonuç almayı hedeflemeyen koalisyon görüşmeleri süresince demokratik nezakete, devlet teamüllerine ve siyasi ahlaka sığmayacak vahamette önemli kararlar, anlaşmalar ve üst düzey bürokratik atamalar ve hukuksuz operasyonlar yapılmadı mı?
Malumunuz, seçimlerde birinci parti olan AKP’nin bir koalisyon hükümeti kurmakta başarısız olması üzerine, Anayasa, demokratik teamüller ve siyasi ahlak gereği hükümet kurma görevi sırasıyla ikinci parti olan CHP’ye, CHP de başarısız olursa üçüncü parti olan MHP’ye ve en son HDP’ye görev vermesi gerekirken, Erdoğan bunları yapmayıp Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez yetki kullanarak bir erken seçim kararı aldı. Bu karar sonrası, görünür ve elle tutulur hiçbir siyasi başarısı bulunmayan Davutoğlu’na bir yılda 3. kez hükümet kurma görevi verdi. Bu seçim hükümetinin Anayasa’nın 114. Maddesi gereği Meclis’teki temsili oranlarında partilerin belirleyeceği bakanları içermesini gerekli kılmasına rağmen, Davutoğlu yine Anayasa’yı, demokratik teamülleri ve siyasi ahlakı hiçe sayararak muhalefet partilerinin milletvekillerine doğrudan teklif götürme nezaketsizliği sergiledi. Bu süreçte öylesine büyük skandallara imza atıldı ki, tarafsız ve bağımsız bir seçim hükümeti kurmaya çalışmaktan ziyade, bu fırsat rakip partileri bölmek ve yeniden dizayn etmek amacıyla bir araç olarak kullanıldı. Doğal olarak bu sakillik partilerin ve kamuoyunun büyük tepkisini çekti. MHP’den devşirilen bir isim ve HDP’nin yeşil ışık yaktığı iki isim dışında bakanlık teklifi götürülen vekiller bu teklifi reddettiler.
Neticede Davutoğlu, buram buram Saray etkisi kokan bir kabineyi kurmayı başardı. Ancak maalesef, bu kabineyi oluşturan isimler kabine oluşturma sürecindeki garabetlerden  çok daha feci bir tabloyu gözler önüne serdi. MHP’den devşirdikleri bir isim ve partilerinin rızasıyla kabinede yer alan 2 HDP’li üye dışında, kurulan seçim hükümeti Anayasa’nın zorladığı temsil niteliğinden ve bağımsızlıktan binlerce ışık yılı uzakta. Öyle ki, bağımsız isimler diye kabineye alınan bazı bürokratların varlığı bu kabinenin bir seçim hükümeti olmaktan ziyade bir savaş kabinesi olduğu yorumlarına bile yol açıyor.
Yargıyı partizanca dizayn ederek güçler ayrılığı sisteminin denetleyici bir unsuru olmaktan çıkarmakta baskın rol oynayan bir bürokrat olan Kenan İpek’in, 7 Haziran seçimleri öncesi Anayasa gereği atandığı Adalet Bakanlığı görevinde tutulması başlı başına bir fecaat. Yine 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk skandalı sonrası polisliğe ve emniyete dair hiçbir tecrübesi olmadığı halde apar topar İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevine getirilerek her türlü suçta tetikçilik yaptırılan ve işlenen korkunç Anayasal suçlarda maşa olarak kullanılan Selami Altınok’un İçişleri Bakanlığı’na getirilmesi bu yorumları güçlendiriyor.
3 isim dışında tamamı AKP’lilerden ya da yıllarca AKP’nin yakın çalıştığı isimlerden oluşan kabinenin bu tuhaf formasyonu son zamanlarda gündeme oturan muhalif medya gruplarına ve iş adamlarına yönelik mal varlıklarına el koymayı hedefleyen operasyonların gerçekleşme olasılığını güçlendiriyor. Bugüne kadar hükümet ve cumhurbaşkanlığı çevrelerinden sızdırdığı doğruluğu yaşanarak tescil edilmiş bilgilerle bilinen Twitter fenomeni @fuatavni_f de zaten iki gün ard arda yaptığı paylaşımlarda bu yönde ciddi hazırlıkların olduğunu duyurdu.
1 Kasım seçimleri öncesi yapılacak operasyonlarla muhalif gazetecilerin susturulacağını, muhalif medya organlarına el konulacağını yazan Fuat Avni, Türkiye’nin önde gelen iş adamlarına ve şirketlerinin de operasyonların hedefinde olduğunu söyledi. Buna göre Eczacıbaşı, Boyner ve Koç gruplarına, Osman Kavala ve eski TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz gibi işadamlarına operasyonlar planlanıyor. Medya şirketleri bulunan Aydın Doğan ve Akın İpek’e yönelik operasyonun ise eli kulağında. Fuat Avni’ye göre, operasyonlar bu işadamlarının sahibi oldukları medya organlarını susturmanın yanı sıra bu mal varlıklarına el koymayı da kapsıyor.
Erdoğan ve AKP belli ki, tamamen siyasi hesaplarla rafa kaldırdıkları “çözüm süreci” sonrası başlayan terör hadiselerinden ve yapılan operasyonlardan arzu ettikleri siyasi sonuçlara ulaşamamalarının faturasını muhalif medyaya kesmiş bulunuyor. Yani Fuat Avni’nin de yazdığı gibi, Erdoğan ve AKP, “muhalif medyayı susturamazsa, terör üzerinden hedeflediği oy artışını sağlayamayacağını anlamış” durumda. Bu da 1 Kasım seçimleri öncesi özellikle medyaya yönelik kapsamlı susturma ve el koyma operasyonları ihtimaline güç kazandırıyor. Bu yüzden olsa gerek, tarafsız ve bağımsız olması gereken seçim hükümetine bu operasyonlarda kullanılmak üzere daha önce ne kadar kullanışlı oldukları tescilli isimler atanmış bulunuyor.
Şurası kesin ki, kamu adına muktedirleri denetleme görevini yerine getiren muhalif medyayı hiçbir iktidar sevmez. Hele hele gömüldükleri suç batağından dolayı hukuksuzluktan, despotluktan, diktatörlükten başka çaresi kalmamış yoz bir iktidar muhalif medyaya hiç tahammül edemez. Bu tahammülsüzlüğün vahim örneklerini dünya tarihi Sovyetler dönemi Rusyasında, Mussolini İtalyasında, Hitler Almanyasında, Franco İspanyasında, Pinochet Şilisinde ve komşumuz İran’da fazlasıyla gördü.
Belli ki, bizim ülkemizde de adları pek çok vahim suça karışan yoz muktedirler ne pahasına olursa olsun hukuk önünde asla hesap vermemek için tam teşekküllü bir diktatörlük kurmaya karar vermişler. Bu kararın yargı önünde ya da sandıkta hesap vermek istemeyen ve bu yüzden iktidarı başkalarına devretme lüksü bulunmayan yoz muktedirler için rasyonel bir tercih olmadığını söyleyemeyeceğim. Kaos mimarlığına soyunarak oradan bir dikta rejimi kurmanın kendi amaçları açısından rasyonel olması bunun ahlaki ve hukuki olduğu anlamına elbette ki gelmez. Elbette ki bu, çok büyük oynayıp çok büyük mağduriyetler ve maliyetler pahasına çok büyük bir hukuksuzluklar yaparak çok büyük kazanmak isteyen yoz muhterislerin çok büyük kaybetmeyecekleri anlamına da asla gelmez.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Meşru iktidar boşluğu ve muhalefet sorunu


Bugün Türkiye’de ne gerçek ve meşru bir iktidardan, ne de gerçek bir muhalefetten söz etmek mümkün. 13 yıldır tek başına iktidar olan AKP, 7 Haziran’da yapılan seçimlerde 9 puan birden kaybederek bu imtiyazını kaybetti. Halk, hukuk dışına çıkan, keyfiliği norm haline getiren, geride demokratik hukuk devletine yakışır işlerlikte tek bir kurum bırakmayan, dahası yolsuzlukları, hırsızlıkları ve radikal terör örgütleriyle giriştiği alengirli ilişkilerle her türden örgütlü suçların odağı haline gelen AKP’ye “artık yeter” dedi.
Her ne kadar seçimlerden birinci parti çıksa da, yaşadığı bu büyük seçim hezimetine rağmen AKP, daha doğrusu Erdoğan, Şeytan’a pabucunu ters giydirecek maharetteki politik entrikalarıyla ve kendisini normal gören her insanı tiksindirecek şark kurnazlıklarıyla bu seçimi fiilen geçersiz kılmayı başardı. Dahası halkın kendilerine vermediği, kendilerinin almayı başaramadığı sanal bir siyasi güce ve yetkiye dayanarak hak etmedikleri iktidar koltuğuna adeta yapıştılar.
AKP 80 günü aşkın bir süredir demokratik teamülleri, Anayasa’nın açık hükümlerini, en asgarisinden politik nezaketi ve en temel ahlaki ilkeleri hiçe sayarak sanki iktidarmış gibi yapmaya devam ediyor. Oysa ortada ne seçilmiş bir irade, ne de demokratik ve hukuki meşruiyeti olan herhangi bir iktidar bulunmuyor. Durum o kadar teamüller dışı, o kadar demokratik nezaket ve hukuktan uzak ki, bu çakma ve gayr-i meşru iktidarın bazı kabine üyelerine maaş vermek için uzun süre hukuki bir formül bile bulunamadı. Maliye bakanlığı herhangi bir hukuki çerçevesi olmaksızın fiili ödeme yapmak suretiyle sorunu güya halletti. Sadece bu skandal bile aslında AKP’nin nasıl bir gayr-i meşruluk ve hukuksuzluk içerisinde debelendiğini aklı ve vicdanı körleşmemiş herkese göstermeye yeter.
Aslında burada ben de herkesin düştüğü bir yanlışa düşüyorum. İktidardan bahsederken, AKP’den ve özellikle Başbakan Davutoğlu’ndan sanki iktidarmış gibi bahsetmek yanlış. Asıl iktidar, Anayasa’yı, yasaları, hukuku, mahkeme kararlarını, demokratik teamülleri, devlet sistemini, en temel siyasi ahlak kriterlerini hiçe sayan başka bir adreste. Oyun planını kurgulayan ve bu kurgu kapsamında AKP’yi ve muhalefet partilerini istediği gibi maniple etmeyi başaran Erdoğan’dan başkası değil. Peki Erdoğan, Anayasal olarak sembolik yetkilerle donatılmış bir konumu işgal ettiği halde sürekli gayr-i meşru icraatlarıyla kendisini gösteren bir iktidar odağı olmayı nasıl başarıyor? Bence sorulması gereken asıl soru bu…
Bu soruyu bizzat kendisinin ifadeleriyle cevaplamak mümkün. İşin sırrını, sıkıştıkça “Anayasa’ya uygun olmayan hiçbir eylemim yok” diyerek milleti kandırmaya çalışan Erdoğan’ın “Ben alışılmış bir Cumhurbaşkanı değilim”, “Yönetim sistemi fiilen değişmiştir” sözlerinde aramak gerekiyor. Hem Anayasa’ya uygun, hem de alışılmış cumhurbaşkanı olmamanın nasıl mümkün olabileceğini açıklama ihtiyacı bile duymuyor. Ayrıca, laf olsun diye söylenmemiş bu sözlerin gereğinin gerçekleşmesi için ise, “400’ü verin, bu iş huzur içerisinde çözülsün” sözüne bir göz atmak gerekiyor. Erdoğan’ın hukuksuzluklarını hayata geçirmek için güç aldığı AKP’nin 7 Haziran’da 400 vekil alamaması üzerine ülkenin neden bir anda kan gölüne döndüğünün sırrı da sanırım burada saklı.
Aslında Erdoğan “Alışılmış bir cumhurbaşkanı değilim” demekte haklı. Çünkü bu ülkede yakın geçmişe kadar hep gerçekten de alışılmış cumhurbaşkanları oldu. Sivil ve demokratik yollardan o konuma gelmiş cumhurbaşkanları bir yana, askeri darbe yaparak demokratik olmayan süreçler sonrası o konuma gelen Kenan Evren gibi cumhurbaşkanlarının bile belli bir devlet terbiyesi, belli ölçüde hukuk devleti ilkelerine sadakati vardı. Bu cumhurbaşkanlarının en nefret edilenlerinde bile en nefret ettikleri toplumsal kesimlere karşı belli bir siyasi nezaketi olurdu. Ellerine geçirdikleri konumu ve hükmettikleri devlet gücünü muhalif gördükleri toplumsal kesimlere yönelik bir zulüm ve intikam aracına dönüştürmeyecek kadar belirli bir ahlaki düzeyleri vardı. Hiçbiri ne devleti, ne ülkeyi babasının çiftliği gibi görmüyordu. Milleti de kendilerinin kulu, kölesi görme densizliğine düçar olmamışlardı.
Partizan Erdoğan ise koskoca devleti, demokratik ilkeleri, güçler ayrılığını, temel insan hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü hiçe sayan bir partizan örgüte çevirdi. Siyasi hesaplarına uyuyorsa en radikal terör örgütlerini bile masumlaştırmakta sorun görmedi. Uluslararası suç çetelerine ve liderlerine bile “hayırsever” diyebilen Erdoğan’ın keyfi şekilde “terör örgütü” dediği kesimlere karşı devleti bir zulüm ve örgütlü suç aracına dönüştürdüğünü görmemek için ise kör, aptal ya da vicdansız olmak gerekiyor.
Her ne kadar görünürde demokratik ve hukuki meşruiyetten yoksun iktidar koltuğunda oturanlar Davutoğlu ve benzeri isimler olsa da, onların da hakiki iktidar olmaktan fersah fersah uzak olduklarını görmek gerekiyor. İşin gerçeği Türkiye’de şu an ne alışılmış anlamda bir hükümet, ne de bir Cumhurbaşkanı bulunuyor. Yani iktidar koltuğunu işgal edenler hükümet değil, cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden ise meşru bir cumhurbaşkanı değil. Türkiye, fiilen anayasal sınırlarının dışına taşmış, demokratik meşruiyetten tamamen yoksun, suç üstüne suç işlemeyi huy edinmiş, vatandaşlarının haklarını sürekli ihlal eden, tehdit ve şantajı bir yönetim tarzı olarak benimseyen bir suç çetesinin tahakkümü altında bulunuyor.
Bugün Türkiye’de maalesef demokratik, hukuki ve ahlaki meşruiyeti olan bir iktidar bulunmuyor. Peki demokrasi, özgürlükler, haklar ve hukuk alanındaki felaketleri sahiden kendilerine sorun eden ve bunları engellemek için demokratik yöntemler konusunda ciddi kafa yorup, fiili tepkiler geliştirebilen ve bu sayede suça batmış AKP’ye alternatif bir adres ve umut olmayı başarabilen bir muhalefet bulunuyor mu? Maalesef, o da yok.
Neticede Erdoğan’ın “Yönetim sistemi fiilen değişmiştir” şeklindeki haddini aşan pervasızlığı karşısında “Hukuk yok. Demokrasi askıya alınmış, Anayasa çalışmıyor. Sivil darbeyle karşı karşıyayız” diyen ve bu vahim tespitleri yaptıktan sonra her şey sanki son derece normalmiş gibi evlerine dağılan bir muhalefetimiz var. Gırtlağına kadar suça batmış, her açıdan gaspçı ve yozlaşmış bir iktidarı yerine dibine sokmak, dünyayı ona dar etmek yerine, sürekli o iktidarın kurguladığı entrikaları savuşturmakla meşgul bir muhalefet olabilir mi? Tek dertleri, demokratik ve hukuki meşruiyetini yitirerek adi bir suç çetesine dönüşüp Türkiye’nin başını beladan belaya sokan iktidar partisi olması gerekirken, kendisi gibi muhalif diğer partilerin etkisini kırmaya, oyun planlarını bozmaya çalışan bir muhalefet olabilir mi?
Türkiye’de özel bankalara, özel şirketlere, özel mülkiyete hukuksuz ve keyfi el konulması karşısında; ortalık terör örgütlerinin eylemlerinden geçilmezken adı tek bir suça bile karışmamış yüzlerce özel okul, dershane ve kreşlere keyfi polis baskınları karşısında kılı bile kıpırdamayan bir muhalefet olabilir mi? Erdoğan’ın yaptığı son açıklamalarla resmen teyit ettiği Türkiye’nin tüm muhalif medya organlarına el konulması ve muhalif gazetecilerin tutuklanması planlarına karşı son derece cılız demeçler vermekle yetinen bir muhalefet olabilir mi? Türkiye’nin ve belki de dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yolsuzluk ve hırsızlık skandalını, şu yaşanan kaotik ortamın sebeplerini görüşmek üzere bile Meclis’i açık tutmayı başaramayan bir muhalefet olabilir mi? Siyasetin tabiatı gereği muhalefetle iktidarın bazı konularda bir araya gelmesi zor olabilir. Peki Türkiye’yi felakete sürükleyen iktidarın rezilliklerine karşı ortak tavır belirlemek ve sonuç alıcı etkili hamleler yapmak için muhalefet partilerinin birbirleriyle görüşmelerinin önünde hangi engel var?
Olağanüstü şartları, anti-demokratik ve hukuk dışı faktörleri devreye sokmazlarsa AKP’nin ve doğal olarak Erdoğan’ın tıpkı 7 Haziran’daki gibi 1 Kasım seçimlerinde de en büyük kaybeden olması için sebepler çok. Peki AKP’nin kaybedecek olmasının, toplumsal ve siyasal potansiyelini mobilize etmekte yetersiz kalan bu tarzı ve anlayışıyla muhalefet partilerini sonuç üreten bir alternatif haline getirmesinin bir garantisi var mı? Sanmam…

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Revizyonist dış politika, devrimci kaos


Türkiye göz göre göre geliyorum diyen feci bir kaosun içerisinden geçiyor. Görünen o ki, bu kaos kısa sürede geçmeyecek. Ne kadar derinleşip, genişleyeceği ise bilinmiyor. Çünkü Türkiye uzunca bir zamandır ve giderek artan bir şekilde demokratik hukuk devleti olmanın en büyük nimetlerinden biri olan öngörülebilirlikten ve tahmin edilebilirlikten mahrum bulunuyor. Neticede Erdoğan ve ekürisinin marifetiyle Türkiye demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkalı hayli zaman oluyor.
İşin tuhafı bu yaşadığımız tarih boyunca pek çok milletin başına apansız gelen türden bir kaos değil. Hatta bizim vakamızda titizlikle kurgulanmış ve ince işçilikle bezenmiş bir “kaos mühendisliği”nden bile bahsetmek mümkün. Ama kurgulanmış, planlanmış da olsa kaos bu, ne kadar ince işçilikle bezenmiş olursa olsun bir kez başladıktan veya başlatıldıktan sonra nerede duracağı, maliyetinin ne kadar ve daha çok kimlere olacağını kestirmek o kadar da kolay değil.
Son yıllarda oldukça haris bir liderlik sergileyen Erdoğan ve çevresindekilerin azgın ihtiraslarının Türkiye’yi uluslararası sistem ve bölgesel ilişkiler açısından nasıl bir revizyonist ülke haline getirdiği ve bunun dış politikadaki neticelerinin neler olduğu ortada. “Ortadoğu’da düzen kurucu” ve hatta “Ortadoğu’nun sahibi” olma iddiası ve ihtirasıyla yola çıkan Erdoğan rejimi geride Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın en yalnızlaşmış ülkesini bıraktı. Bir zamanlar izlediği demokratik reformcu politikalarla, bölgesine ve dünyaya istikrar ihraç eden yapıcı tavrıyla ilham kaynağı ve gıpta edilen bir ülke olan Türkiye’nin yerinde şimdi adeta yangın kalıntısı bir enkazın külleri savruluyor.
Türkiye’nin gücünü abartan, abarttıkları güç tasavvurunun verdiği cüretkarlıkla ihtiraslı maceralar girişen ve ülkenin başını beladan belaya sokan Erdoğan ve kuklalarının bugün elinde bazı radikal örgütlerle alengirli ilişkiler ve itibarı sıfırlanmış bir Türkiye’den başka bir şey kalmadı. Tıpkı yönettiği ülkenin gücünü abartan ve dönemin güçler dengesindeki yerini doğru analiz edemediği için hayali güç tasavvuruyla peşine düştüğü ihtiraslarından dolayı Fransa’yı 1800’lerin Avrupa’sında giderek etkisiz hale getiren III. Napolyon (kadere bakın III. Napolyon da cumhurbaşkanlığı ile yetinmeyip bir darbeyle kendisini imparator ilan etmişti) gibi, Erdoğan ve çevresi de “Büyük Türkiye”, “Dünya Gücü Türkiye” sloganları eşliğinde Türkiye’yi etkisizleştirdikçe etkisizleştirdi, silikleştirdikçe silikleştirdi. III. Napolyon’un izlediği iyi düşünülmemiş, entelektüel bir zemine oturtulmamış, gerçeklikten uzak, jeopolitk ve stratejik akıldan yoksun vizyonsuz politikaların neticeleri en azından bütünlüğünü koruyan ve Avrupa güç dengesi içerisinden yine de hatırı sayılır bir yeri olan bir Fransa bırakmıştı. Erdoğan’in ihtirasları yüzünden kan kaybederek acıyla kıvranan Türkiye ise mevcut haliyle vatanseverler için bir dram, hasımlar için ise bir alay konusu haline geldi.
Ayaklarının altından zemin kaydıkça, ülkenin gerçek sorunlarını çözmekte ve yönetmekte güçlüğe düştükçe daha fazla kof hamasete, medya üzerindeki kontrolü artırarak daha da artan şekilde bir algı yönetimine, tehlikeli ve şoven bir milliyetçiliğe sarılmak zorunda kalan Erdoğan ve ekürisinin bizzat kendileri artık Türkiye’nin acilen çözülmesi gereken en önemli sorunu haline gelmiştir. Bir zamanlar istikrar ve umut kaynağı olan Erdoğan, artık görünür şekilde istikrarsızlık, sorun ve kaos kaynağına dönüşmüştür. Öyle ki, adı 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortaya saçılan yolsuzluk iddialarıyla ve Suriye’deki IŞİD benzeri radikal terör unsurlarıyla daha fazla anıldıkça, kendisinden ve çevresinden hesap sorulamayacak bir Türkiye yaratma sevdasına daha fazla kapılmıştır.
Geçtiğimiz günlerde itiraf niteliğinde “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir,” diyerek kendisini ve yakınlarını koruma amaçlı içgüdüsel bir devrimciliğe soyunan Erdoğan’ın kendince tasarladığı “yapıcı kaos – constructive chaos” tıpkı yanlış varsayımlarla ve güç değerlendirmeleriyle dış politikada izlediği ihtiraslı revizyonist politikalar gibi geride bir enkaz bırakma riskini artırmaktadır.
Demokratik hukuk devletlerinin en mümeyyiz (ayırt edici) özelliği olan iktidarın barışçıl yollardan el değiştirmesi fonksiyonunu bile işlevsiz hale getirmeye cüret edecek kadar keskinleşen ihtiraslarıyla Erdoğan, toplumsal bir soruna dönüştüğü kadar, şahsi ihtiraslarını milletin ve ülkenin ihtiyaçlarının önüne koymak suretiyle büyük bir milli güvenlik sorununa da dönüşmüştür. Kendisinde ve yakın çevresinde anayasa ve hukukun men ettiği her türlü suçu işleme ve hukuk ihlalleri yapma imtiyazı gören Erdoğan, sadece hukuk önünde eşitlik ilkesini yok etmekle kalmamış, aynı zamanda işine yaradığı dönem boyunca tapınırcasına kutsadığı milli iradenin 7 Haziran genel seçimleriyle ortaya koyduğu sonuçları da yok saymıştır.
Böylelikle kendi siyasi ihtiraslarıyla uyumlu görmediği seçim sonuçlarını yok saymak için bir kanlı kaos planını maharetle uygulamaya soktuğu yönündeki yaygın ve güçlü spekülasyonlara daha da inandırıcılık kazandırmıştır. Yeni seçilen Meclis içerisinden bir hükümet kurulması konusunda izlediği yıkıcı yaklaşımla Anayasa’nın ve demokratik teamüllerin dışına çıkan Erdoğan, Türkiye’yi sonuçlarını beğenmediği seçimleri tekrarlanmaya mecbur bırakmak istemiştir. Bu mecburiyetten kaçışın ne kadar büyük bedelleri olacağını ise, korkunç spekülasyonları adeta doğrular şekilde, Türkiye’yi kanlı bir kaosa sürükleyerek ispatlamıştır. Analizimizde durumu “spekülasyon” şeklinde ifade etmem sakın sizleri yanıltmasın. Bu incelikli ifadenin Erdoğan’ın emrindeki proje mahkemelerin yeni mahkumiyetler vermesinden kaçınma gereği olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Anayasa gereği tarafsız olması gerekirken seçimlerden önce “400 milletvekilini verin bu iş huzur içerisinde çözülsün” diyerek AKP’ye diktatör yetkilerine sahip nev-i şahsına münhasır (sui generis) bir icracı başkanlık için gerekli düzenlemeleri yapacak destek isteyen Erdoğan’ın, yaptığı bu şantaja rağmen istediği desteği alamazsa nasıl bir tehdit oluşturacağı, milletin huzurunu nasıl kaçırabileceği doğrusu büyük bir merak konusuydu. Seçimlerden hemen sonra başlayan süreçte, ardı ardına gelen terör saldırıları ve hiçbir reel sebep yokken terör örgütü PKK’nın terör eylemleriyle ülkeyi hızla kan gölüne çevirmesi bu merakı büyük ölçüde gidermiş oldu.
Terör örgütü PKK'nın tam da Erdoğan’ın siyasi ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde ve buna en uygun zamanlamayla harekete geçmiş olması sizce de tuhaf değil mi? Terör örgütü PKK’nın Erdoğan’ın çözüm süreci için kurulan masaya tekme atmasından rahatsız olduğu için terör eylemlerine giriştiği söyleniyor. Oysa PKK’nın kan dökmek yerine süreç boyunca AKP ile üzerinde anlaştıkları gizli protokolleri açıklaması Erdoğan’a daha büyük zarar vermez miydi? Kürt siyasi hareketi ilk kez yüzde 13 gibi büyük bir oy patlamasıyla Meclis’e girmişken, PKK’nın hem bu başarıya gölge düşürecek, hem de Erdoğan’ın siyasi ihtiyaçlarına cevap verir şekilde hareketlenmesi tuhaf değil mi?
PKK ile HDP arasında karmaşık bir ilişki olduğunu bilmeyen yok. Ama PKK’nın son terör eylemlerinin AKP ve Erdoğan’dan ziyade yüzde 13’lük seçim başarısı sayesinde Erdoğan’ın başkanlık ihtiraslarını boşa çıkaran HDP’ye zarar verme amacı güttüğünü görmemek için sanırım kör olmak gerekiyor. Yoksa terör örgütü PKK’nın Erdoğan ve AKP ile gerçekten bir sorunu olsaydı zaman zaman “açıklarız” diye tehdit ettiği gizli mutabakatları çoktan açıklamış olurdu!