Türkiye maalesef hızla kaosa
sürükleniyor. Bunun baş müsebbibi de AKP hükümeti ve siyasi ve maddi hırslarına
bir türlü gem vuramayan Erdoğan’dan başkası değil. Belki en son söylemem
gerekeni en başta söyleyeyim: Ülkeyi yönetme sorumluluğunda olanlar maalesef
ülkenin en temel sorunları haline gelmiş durumdalar. Yolsuzluk, hırsızlık ve
rüşvet gibi kendilerinin işlediği suçların cezasız kalmasını sağlamak niyetiyle
attıkları her hukuk dışı ve anti-demokratik adımla terör ve suç örgütlerinin
rahatça hareket edebilecekleri bir ortamın altyapısını oluşturan Erdoğan rejimi,
ülkenin mutlaka üstesinden gelmesi gereken sorunun ta kendisi olmuştur.
17/25 Aralık 2013’ye
yapılan yolsuzluk operasyonlarından sonra, gırtlağına kadar yolsuzluğa ve
rüşvete battığı anlaşılan AKP hükümeti, hem o güne kadar yaptığı yolsuzlukların
hesabı sorulmasın, hem de siyasi başarısını borçlu olduğu yolsuzluklardan
devşirdiği gayr-i meşru kaynakları dağıtma düzeni devam edebilsin diye hukuk
devleti adına ne varsa yıktı geçti. Ortada ne polis teşkilatı bıraktı, ne hukuk
sistemi. Kendi suçlarının üzerini örtmek amacıyla koskoca ülkeyi örgütlü suçların
cenneti haline getirmekten çekinmedi. Sonra da kendi elleriyle oluşturdukları
bu güvensizlik ortamını bahane ederek örneklerine ancak ilkel diktatörlüklerde
rastlanacak yasakçı ve baskıcı yasalarla düzenlemeleri ardı ardına uygulamaya
koydular.
Son haftalarda Meclis’ten
geçen ve yakın zamana kadar yarım yamalak da olsa bir demokrasi ve hukuk
devleti olan Türkiye’nin rejimini fiilen ve resmen sıradan bir diktatörlüğe
dönüştürecek iç güvenlik paketi buna en iyi örnek. Bu arada diktatörlük
yasalarından oluşan iç güvenlik paketine toplumdan herhangi bir itiraz
yükselmemesi için halkı güvenliği ve kamu düzenini öncelemeye ikna edecek
şüpheli hadiseler de birbirini takip etti. Özgürlükçü ve demokratik hukuk ilkelerine
göre yönetmekten tamamen vazgeçen Erdoğan rejimin artık tek amacı ülkeye
tahakküm etmekten başkası değildi. Amaç yönetmekten ziyade tahakküm olunca da Erdoğan
rejimin kadro tercihlerinde liyakatten ziyade sadakat öne çıktı. Özellikle 17/25
Aralık yolsuzluk operasyonları sonrası polis teşkilatında, yargıda ve
bürokraside hukuksuz ve keyfi görevden almaları Erdoğan rejiminin politik
hırslarına uyumlu atamalar takip etti. Hukuksuz ve keyfi uygulamalarla Türkiye
güvenliksiz ve hukuksuz bir ülke haline gelirken, kutuplaşma ve düşmanlaştırma
söylemleri üzerinden toplumsal fay hatlarının kasıtlı olarak
hareketlendirildiği siyasal ve sosyal ortam da kaosa ve provokasyonlara açık hale
geldi.
Mali suçlarla, terör örgütleriyle,
uyuşturucu kartelleriyle ve organize suç örgütleriyle mücadelede başarılarıyla
öne çıkan polis teşkilatı bu süreçte sistematik hamlelerle resmen yok edildi.
Suçla ve suçluyla mücadele esnasında büyük ölçüde temel hak ve özgürlüklere
saygı çerçevesinde hareket etmeyi de başarabilen iyi eğitimli emniyet kadroları
bilinçli bir şekilde görevden alındı. 17/25 Aralık 2013 sonrası hükümetin
yaptığı on binlerce görevden alma ve yer değiştirmeyle polis teşkilatının
tecrübe ve hafızası kasıtlı olarak sıfırlandı. Bu kalifiye kadroları takviye
edecek polis kolejleri ve akademilerinin kapısına kilit vuruldu.
Terör örgütleri ve suç
şebekeleriyle mücadelede son derece tecrübeli olan, istihbari donanımı güçlü, teknik
bilgi ve kabiliyetleri ile takdir toplayan ne kadar emniyet personeli varsa
bugün mesnetsiz iddialarla ya hapiste ya da görevden alınmış durumda. 17/25
Aralık yolsuzluklarının üstünü örtmekten başka amacı olmayan Erdoğan rejimi,
bir taraftan Türkiye’nin güvenlik mekanizmalarını başarıyla yok ederken, diğer
yandan kendi elleriyle oluşturdukları güvensizlik ortamını bahane ederek en
temel halk ve özgürlükleri tırpanlama gayretine girdi. Tüm bunlar yetmezmiş
gibi kendi yetersizliklerinden dolayı hep başkalarını suçlamaya ve hedefe koyup
tehdit etmeye yöneldiler. Mesela ülkenin göz göre göre kaosa sürüklenmesine
sebep olanların yapması gereken tek şey yaşanan rezaletlerin sorumluluğunu
kabul edip, özür dileyerek istifa etmekken, tam tersini yapmayı tercih ettiler.
Yaşanan sorunlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan masum inşaları suçlayıp,
onlara dair suçlar üretmeye, onları hedef haline getirmeye koyuldular.
Sol terör örgütü DHKP-C
militanlarının en iyi korunan Çağlayan Adliye Sarayı’na silahlarıyla girerek
Berkin Elvan soruşturmasını özel çabasıyla derinleştirmeye çalışan bir savcıyı,
üstelik Berkin Elvan’ı bahane göstererek rehin almasından ve akabinde gelişen
hazin olaylardan sonra da hükümet ve Erdoğan yine aynı yolu tercih etti. Adliyenin
ve savcının güvenliğini sağlamaktaki yetersizliklerinden ve
beceriksizliklerinden dolayı özür dileyeceklerine ve üstlendikleri görevleri
yerine getiremedikleri için onurlu insanların yapması gerektiği gibi istifa
edeceklerine, skandalın sorumluluğunu da başkalarına yıkmaya çalıştılar.
Güvenlik zaafından dolayı
hiç kimse sorumluluk üstlenmez, hesap vermez ve istifa etmezken, yaşanan
rezaletten dolayı muhalefet partileri ve gazetecilerin suçlanmasına ne yazık ki
artık hiçbir tuhaflığın şaşırtmadığı bu ülke alıştı. Doğrudan AKP ile ilişkili
olduğu bilinen sosyal medya hesapları üzerinden muhalif gazeteciler ve
gazetelerin ölüm tehditleri eşliğinde hedefe konulması bu ülkede bir sorun
olarak görülmüyor bile artık. Bunlar yetmezmiş gibi, bizzat Başbakan Davutoğlu’nun
talimatıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk de yaşandı. Savcının cenaze
töreninde çok geniş kapsamlı bir medya yasağı uygulandı, gazetecilik fiilen
yasaklandı. Gazetecilik vasfını çoktan yitirmiş hükümet medyasından olanlar
dışında hiçbir gazetecinin cami avlusundaki cenaze törenini izlemesine müsaade
edilmedi. Bu da yetmemiş olmalı ki bir savcılık derhal harekete geçti ve rehine
olayına dair haber veriş tarzları beğenilmeyen muhalif gazetelere terör soruşturması
başlattı. Gazetelere yönelik bu soruşturma Çağlayan Adliyesi’nde yaşanan
güvenlik rezaletinden sonra açılan ilk soruşturma olarak tarihe geçti.
Bu arada, ne güvenliği
dahil adliyenin yönetiminden sorumlu mercilerden, ne İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden,
ne valilikten, ne de hükümetten yaşanan güvenlik skandalına dair sorumluluğu
üstlenen tek bir onurlu ses yükselmedi. Sorumluluk duyma onuruna sahip tek
yetkilinin sesi duyulmadı, tek bir istifa gelmedi.
Niye gelsin ki? Vatandaşların
olduğu gibi savcıların da güvenliği sahi kimin umurunda? Şayet insanların can
ve mal güvenliği yolsuzlukları ortaya çıkmasın diye ortada işleyen hiçbir
devlet mekanizması bırakmayan bir suç şebekesine dönüşmüş bu hükümet için azıcık
önemli olsaydı küçük bir Anadolu şehrinde görev yapan ve o güne kadar polisle,
emniyetle, asayişle, istihbaratla en ufak bir ilişkisi olmayan bilinmedik bir
vali 15 milyonluk bir metropol olan İstanbul’a Emniyet Müdürü olarak atanmazdı.
Tek özelliği, yolsuzlukların üzerini örtmek için verdiği talimatlarla kamu
görevlilerini suça teşvik eden dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın okul
arkadaşı olmak olan Selami Altınok’un sorumlu olduğu bir Emniyet’in sağlayacağı
güvenlikten kim nasıl emin olabilir ki?
Yapılan bu büyük hataların
hesabını halka vermek yerine, halkı ve gazetecileri suçlamaya ve tehdit etmeye
yönelen Başbakan Davutoğlu ve benzerleri artık demokratik tahammül sınırlarını
zorluyor. Davutoğlu ve benzerlerinin tavırları demokratik ve çağdaş bir Türkiye’ye
değil, maalesef daha ziyade hukuksuz, baskıcı ve görgüsüz bir ilkel kabile
devletine yakışıyor. Davutoğlu ve yönetimi, sebep oldukları güvenlik skandalı
üzerine her onurlu demokratik yönetimin yapması gerektiği gibi halka hesap
vermek yerine, alakası olmayan çevreleri suçlamayı tercih ederek demokratik
nezaket sınırlarını ve hukuki haddini aşmıştır. Tüm muhalifleri, gazetecileri
ve hatta “kimse bizden izinsiz sokağa çıkamaz diyerek” halkı tehdit etmek
suretiyle Davutoğlu, sadece içinde bulunduğu acziyeti ve mensubu olduğu
zihniyetin ne kadar ilkel ve despotik olabileceğini ele vermiştir.
İşin özü Erdoğan rejimi ve
kukla Davutoğlu yönetimi ülkeyi yönetme kabiliyetini tamamen yitirmiştir. Geçmiş
olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder