2 Nisan 2015 Perşembe

Suçlama oyunu


Türkiye maalesef hızla kaosa sürükleniyor. Bunun baş müsebbibi de AKP hükümeti ve siyasi ve maddi hırslarına bir türlü gem vuramayan Erdoğan’dan başkası değil. Belki en son söylemem gerekeni en başta söyleyeyim: Ülkeyi yönetme sorumluluğunda olanlar maalesef ülkenin en temel sorunları haline gelmiş durumdalar. Yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet gibi kendilerinin işlediği suçların cezasız kalmasını sağlamak niyetiyle attıkları her hukuk dışı ve anti-demokratik adımla terör ve suç örgütlerinin rahatça hareket edebilecekleri bir ortamın altyapısını oluşturan Erdoğan rejimi, ülkenin mutlaka üstesinden gelmesi gereken sorunun ta kendisi olmuştur.
17/25 Aralık 2013’ye yapılan yolsuzluk operasyonlarından sonra, gırtlağına kadar yolsuzluğa ve rüşvete battığı anlaşılan AKP hükümeti, hem o güne kadar yaptığı yolsuzlukların hesabı sorulmasın, hem de siyasi başarısını borçlu olduğu yolsuzluklardan devşirdiği gayr-i meşru kaynakları dağıtma düzeni devam edebilsin diye hukuk devleti adına ne varsa yıktı geçti. Ortada ne polis teşkilatı bıraktı, ne hukuk sistemi. Kendi suçlarının üzerini örtmek amacıyla koskoca ülkeyi örgütlü suçların cenneti haline getirmekten çekinmedi. Sonra da kendi elleriyle oluşturdukları bu güvensizlik ortamını bahane ederek örneklerine ancak ilkel diktatörlüklerde rastlanacak yasakçı ve baskıcı yasalarla düzenlemeleri ardı ardına uygulamaya koydular.
Son haftalarda Meclis’ten geçen ve yakın zamana kadar yarım yamalak da olsa bir demokrasi ve hukuk devleti olan Türkiye’nin rejimini fiilen ve resmen sıradan bir diktatörlüğe dönüştürecek iç güvenlik paketi buna en iyi örnek. Bu arada diktatörlük yasalarından oluşan iç güvenlik paketine toplumdan herhangi bir itiraz yükselmemesi için halkı güvenliği ve kamu düzenini öncelemeye ikna edecek şüpheli hadiseler de birbirini takip etti. Özgürlükçü ve demokratik hukuk ilkelerine göre yönetmekten tamamen vazgeçen Erdoğan rejimin artık tek amacı ülkeye tahakküm etmekten başkası değildi. Amaç yönetmekten ziyade tahakküm olunca da Erdoğan rejimin kadro tercihlerinde liyakatten ziyade sadakat öne çıktı. Özellikle 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrası polis teşkilatında, yargıda ve bürokraside hukuksuz ve keyfi görevden almaları Erdoğan rejiminin politik hırslarına uyumlu atamalar takip etti. Hukuksuz ve keyfi uygulamalarla Türkiye güvenliksiz ve hukuksuz bir ülke haline gelirken, kutuplaşma ve düşmanlaştırma söylemleri üzerinden toplumsal fay hatlarının kasıtlı olarak hareketlendirildiği siyasal ve sosyal ortam da kaosa ve provokasyonlara açık hale geldi.
Mali suçlarla, terör örgütleriyle, uyuşturucu kartelleriyle ve organize suç örgütleriyle mücadelede başarılarıyla öne çıkan polis teşkilatı bu süreçte sistematik hamlelerle resmen yok edildi. Suçla ve suçluyla mücadele esnasında büyük ölçüde temel hak ve özgürlüklere saygı çerçevesinde hareket etmeyi de başarabilen iyi eğitimli emniyet kadroları bilinçli bir şekilde görevden alındı. 17/25 Aralık 2013 sonrası hükümetin yaptığı on binlerce görevden alma ve yer değiştirmeyle polis teşkilatının tecrübe ve hafızası kasıtlı olarak sıfırlandı. Bu kalifiye kadroları takviye edecek polis kolejleri ve akademilerinin kapısına kilit vuruldu.
Terör örgütleri ve suç şebekeleriyle mücadelede son derece tecrübeli olan, istihbari donanımı güçlü, teknik bilgi ve kabiliyetleri ile takdir toplayan ne kadar emniyet personeli varsa bugün mesnetsiz iddialarla ya hapiste ya da görevden alınmış durumda. 17/25 Aralık yolsuzluklarının üstünü örtmekten başka amacı olmayan Erdoğan rejimi, bir taraftan Türkiye’nin güvenlik mekanizmalarını başarıyla yok ederken, diğer yandan kendi elleriyle oluşturdukları güvensizlik ortamını bahane ederek en temel halk ve özgürlükleri tırpanlama gayretine girdi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi kendi yetersizliklerinden dolayı hep başkalarını suçlamaya ve hedefe koyup tehdit etmeye yöneldiler. Mesela ülkenin göz göre göre kaosa sürüklenmesine sebep olanların yapması gereken tek şey yaşanan rezaletlerin sorumluluğunu kabul edip, özür dileyerek istifa etmekken, tam tersini yapmayı tercih ettiler. Yaşanan sorunlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan masum inşaları suçlayıp, onlara dair suçlar üretmeye, onları hedef haline getirmeye koyuldular.
Sol terör örgütü DHKP-C militanlarının en iyi korunan Çağlayan Adliye Sarayı’na silahlarıyla girerek Berkin Elvan soruşturmasını özel çabasıyla derinleştirmeye çalışan bir savcıyı, üstelik Berkin Elvan’ı bahane göstererek rehin almasından ve akabinde gelişen hazin olaylardan sonra da hükümet ve Erdoğan yine aynı yolu tercih etti. Adliyenin ve savcının güvenliğini sağlamaktaki yetersizliklerinden ve beceriksizliklerinden dolayı özür dileyeceklerine ve üstlendikleri görevleri yerine getiremedikleri için onurlu insanların yapması gerektiği gibi istifa edeceklerine, skandalın sorumluluğunu da başkalarına yıkmaya çalıştılar.
Güvenlik zaafından dolayı hiç kimse sorumluluk üstlenmez, hesap vermez ve istifa etmezken, yaşanan rezaletten dolayı muhalefet partileri ve gazetecilerin suçlanmasına ne yazık ki artık hiçbir tuhaflığın şaşırtmadığı bu ülke alıştı. Doğrudan AKP ile ilişkili olduğu bilinen sosyal medya hesapları üzerinden muhalif gazeteciler ve gazetelerin ölüm tehditleri eşliğinde hedefe konulması bu ülkede bir sorun olarak görülmüyor bile artık. Bunlar yetmezmiş gibi, bizzat Başbakan Davutoğlu’nun talimatıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk de yaşandı. Savcının cenaze töreninde çok geniş kapsamlı bir medya yasağı uygulandı, gazetecilik fiilen yasaklandı. Gazetecilik vasfını çoktan yitirmiş hükümet medyasından olanlar dışında hiçbir gazetecinin cami avlusundaki cenaze törenini izlemesine müsaade edilmedi. Bu da yetmemiş olmalı ki bir savcılık derhal harekete geçti ve rehine olayına dair haber veriş tarzları beğenilmeyen muhalif gazetelere terör soruşturması başlattı. Gazetelere yönelik bu soruşturma Çağlayan Adliyesi’nde yaşanan güvenlik rezaletinden sonra açılan ilk soruşturma olarak tarihe geçti.
Bu arada, ne güvenliği dahil adliyenin yönetiminden sorumlu mercilerden, ne İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden, ne valilikten, ne de hükümetten yaşanan güvenlik skandalına dair sorumluluğu üstlenen tek bir onurlu ses yükselmedi. Sorumluluk duyma onuruna sahip tek yetkilinin sesi duyulmadı, tek bir istifa gelmedi.
Niye gelsin ki? Vatandaşların olduğu gibi savcıların da güvenliği sahi kimin umurunda? Şayet insanların can ve mal güvenliği yolsuzlukları ortaya çıkmasın diye ortada işleyen hiçbir devlet mekanizması bırakmayan bir suç şebekesine dönüşmüş bu hükümet için azıcık önemli olsaydı küçük bir Anadolu şehrinde görev yapan ve o güne kadar polisle, emniyetle, asayişle, istihbaratla en ufak bir ilişkisi olmayan bilinmedik bir vali 15 milyonluk bir metropol olan İstanbul’a Emniyet Müdürü olarak atanmazdı. Tek özelliği, yolsuzlukların üzerini örtmek için verdiği talimatlarla kamu görevlilerini suça teşvik eden dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın okul arkadaşı olmak olan Selami Altınok’un sorumlu olduğu bir Emniyet’in sağlayacağı güvenlikten kim nasıl emin olabilir ki?
Yapılan bu büyük hataların hesabını halka vermek yerine, halkı ve gazetecileri suçlamaya ve tehdit etmeye yönelen Başbakan Davutoğlu ve benzerleri artık demokratik tahammül sınırlarını zorluyor. Davutoğlu ve benzerlerinin tavırları demokratik ve çağdaş bir Türkiye’ye değil, maalesef daha ziyade hukuksuz, baskıcı ve görgüsüz bir ilkel kabile devletine yakışıyor. Davutoğlu ve yönetimi, sebep oldukları güvenlik skandalı üzerine her onurlu demokratik yönetimin yapması gerektiği gibi halka hesap vermek yerine, alakası olmayan çevreleri suçlamayı tercih ederek demokratik nezaket sınırlarını ve hukuki haddini aşmıştır. Tüm muhalifleri, gazetecileri ve hatta “kimse bizden izinsiz sokağa çıkamaz diyerek” halkı tehdit etmek suretiyle Davutoğlu, sadece içinde bulunduğu acziyeti ve mensubu olduğu zihniyetin ne kadar ilkel ve despotik olabileceğini ele vermiştir.
İşin özü Erdoğan rejimi ve kukla Davutoğlu yönetimi ülkeyi yönetme kabiliyetini tamamen yitirmiştir. Geçmiş olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder