28 Nisan 2015 Salı

Kimler çalıyor? Nelerimizi çalıyor?


Türkiye’nin en büyük sorunu hırsızlık! Diğer tüm sorunlar daha büyük hırsızlıklara daha müsait bir ortam oluşturmak için yapılanların sebep olduğu vahim sıkıntılardan ibaret. Daha fazla ve daha rahat çalmak isteyen, bu amaçlarına uygun ortam oluşturmak için gerekli gücü kendisinde görenlerin çaldıkları elbette ki sadece maddi varlıklardan ibaret kalmıyor.
Mesela doymak bilmez çalma ihtiraslarını tatmin için, olmazsa olmazlarından biri şeffaflık ve hesap verebilirlik olan, demokrasiyi kurum ve kuralları ile birlikte çalıyorlar. Kimse kendilerinden hesap sormasın diye adil ve bağımsız yargıyla birlikte hukuku ve hukuka olan güveni de çalıyorlar. Hukuku ve yargıyı tarumar ederek “hukuk önünde herkes eşittir” evrensel ilkesine olan inancı da çalıyorlar. Kimse çalınanlara itiraz edemesin, hırsızlıklar karşısında sesini çıkaramasın diye hak ve özgürlüklerin üzerine inşa edildiği insanların onur, izzet, haysiyet ve iradelerini çalıyorlar.
Durmuyorlar, insan olmaktan kaynaklanan ve hırsızlıklara itirazların gelmesine potansiyel atmosfer oluşturan en temel hak ve özgürlükleri tek tek ya da toplu halde çalıyorlar. Hırsızlıkları kimse sorgulayamasın diye özgür medyaya baskı uyguluyor, kalan medyayı açgözlülükle çalıyorlar. Böylece düşünce ve ifade özgürlüğünü çalıyorlar. Toplanma, örgütlenme ve protesto hakkını çalıyorlar. Hırsızlara karşı bu hakları kullanmakta direnenleri düzmece yargılamalarla cezaevlerine atarak cesur yüreklerin özgürlüklerini çalıyorlar. Hala direnmekte ısrar edenlerin belki de çok yakın bir zamanda kuşkulu senaryolar eşliğinde hayat haklarını bile çalacaklar.
Sadece çalmakla kalmıyorlar! Çaldıklarının bir kısmıyla “çalışıyorlar” görüntüsü vererek hırsızlıkları sağlıklı algılama iradeleri ile birlikte insanların vicdanlarını çalıyorlar. Bununla da yetinmiyorlar! Çaldıklarının çok küçük bir kısmını paylaşmak suretiyle, ateşin cazibesine kapılan sinekler gibi üşüşerek aşağılık suç ve günahlarına ortak ettikleri insanların ahlak ve şereflerini çalıyorlar. Çalma suç ve günahına ortak edemediklerine ise görülmedik gaddarlıkla şahsiyet suikastleri, linç kampanyaları düzenleyip dürüst insanların onurlarıyla oynuyor, haysiyetlerini ahlaksızca lekeliyor, toplum nezdindeki itibar ve şereflerini çalıyorlar.
Ortamı daha fazla çalabilmeye uygun hale getirmek için bir milleti millet yapan tüm ahlaki, manevi ve milli hasletleri tek tek çalıyorlar. Çalmayı, gaspı, soygunu, rüşveti, yolsuzluğu günah gören dinin içini boşaltarak Allah’ın iyi insanlar olmaları için insanlığa gönderdiği dini çalıyorlar. Karakteri müsait herkesi bir şekilde hırsızlıklarına ortak ederek hırsızlığı normalleştiriyor ve topluma yayıyorlar. Hırsızlığın yeni norm ve normal olduğu toplumda karşılıklı şüpheler zirve yaparken insanların birbirine olan güven ve itimadını çalıyorlar. İnsani değerler, ahlaki ilkeler zemininde oluşması gereken toplumsal dayanışmayı çalıyor ve yerine suç, günah ve ayıp ortaklığının zorladığı suçlular arası dayanışmayı koyuyorlar.
Birlikte yaşama kültürünü yok ederek milleti millet yapan her şeyi çalıyorlar. Devleti devlet yapan çok şeyi çalıyorlar. Hukuku hukuk yapan ne varsa çalıyorlar. Ahlak, din, insanlık adına geriye çalınmadık bir şey bırakmıyorlar. Yeni düzenlerinde ahlak ve şeref tehlikeli birer anomaliyken hırsızlık, soygun, rüşvet, yolsuzluk, talan, özel şirketlere ve özel mülkiyete mafyavari yöntemlerle çökmeyi yeni norm haline getiriyorlar. Bu çarpık yeni normlarına uydurdukları güruhları her geçen gün daha da çoğaltarak çalmayı, çırpmayı, yolsuzluğu, talanı normalleştiriyorlar. Bu normalleşme için yalan ve iftiradan oluşan dağlar inşa ediyorlar. Milletin bugününü çalıyorlar! Çocuklarının ve gelecek nesillerinin de geleceğini çalıyorlar. Geriye bir nebze umut bile bırakmıyorlar!
Bu söylediklerim size bir edebiyat, bir belagat gibi geliyor olabilir. Ama inanın öyle değil. Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve irtikab bu ülkenin giderek büyüyen çok acı bir gerçeği. Bu gidişata çok güçlü bir şekilde “dur” denilemezse korkarım ki yarın bu toplumda üzerine konuşabileceğimiz, referanslar verebileceğimiz ya da fiiliyat olanları kıyas ederek değerlendirmeler yapabileceğimiz ne bir değer, ne bir ilke kalacak. Bunu ben söylemiyorum. Anlayanlar için yolsuzluklar üzerine yaptığı kapsamlı bir kamuoyu araştırmasını açıklayan Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün verileri söylüyor.
Bu araştırma sonuçlarına göre de hırsızlık ve yolsuzluklar artıyor ve üstelik halk bunun farkında. Farkında belki ama her nedense çok tepkisiz. Kimbilir belki de duayen gazeteci-yazar Çetin Altan haklı. Belki de Altan’ın dediği gibi “halk yolsuzlukları, hırsızlıkları biliyor ama bir piyango gibi görüyor ve bu piyangonun bir gün kendisine de çıkabileceğini düşünüyor.” Toplumsal yozlaşmanın ve ahlaki çürümenin bundan daha edebi bir ifadesi olabilir mi?
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün araştırma sonuçları maalesef Çetin Altan’ı doğruluyor. Araştırma sonuçlarına göre halkın yüzde 67’si son iki yıl içerisinde Türkiye’de yolsuzluğun arttığına inanıyorsa nasıl oluyor da aynı halk yolsuzluğun müsebbibi olanlara yüzde 50’lere varan destek verebiliyor? Hele hele yüzde 54’ü önümüzdeki 2 yıl içerisinde yolsuzlukların daha da artacağını düşündüğü halde nasıl oluyor da milletin ve ülkenin geleceğini yolsuzlukların müsebbibi olan kadrolara emanet edebiliyor?
Yolsuzlukların nedenleri arasında en başta “dokunulmazlık ve yolsuzlukların cezasız kalması”nı sayan bir halk nasıl oluyor da o yolsuzlukları yapanları geriye kalan yarım yamalak demokratik imkanlarla siyaseten cezalandırmıyor? Halkın yüzde 55’i hükümetin yolsuzlukla mücadele çabalarını yetersiz buluyorsa, yolsuzlukların kaynağı olan bu hükümetten bu görevi beklemenin tutarsızlığını nasıl göremiyor?
Araştırmaya göre yolsuzluğun en yaygın olduğu kurumların başında yüzde 50’yle belediyeler ve siyasi partiler geliyor. Peki şu vahamete bakar mısınız? Dini kurumlarda yolsuzluk yapıldığına inananların oranı yüzde 25’i buluyor. Nasıl bulmasın ki! Diyanet İşleri Başkanı’nın lüks ve şatafata dalıp milyonluk makam aracına bindiği, debdebeli rezidansına son derece lüks masajlı jakuziler kurdurduğu bir ülkede dine, dini kurumlara ve din adamlarına güven kalır mı?
Halk sistematik yolsuzluklardan ve yaygın hırsızlıklardan şikayet ediyor, ama ne tuhaftır ki, bunlarla mücadele etmek yerine şikayet ettiklerinin giderek daha fazla parçası haline gelmekte de bir sorun görmüyor. 2013 yılında halkın yüzde 21’i rüşvet vermek zorunda kaldığını söylerken, bu oran 2014 yılında yüzde 28,35’i bulmuş durumda. Oysa aynı halk yolsuzlukların nedenleri arasında ilk sırayı on üzerinden 8,14 ile dokunulmazlık ve yolsuzlukların cezasız kalmasına veriyor. Bunu, on üzerinden 7,97 ile siyaset-sermeye ilişkisi, 7,95 ile ihale sistemleri, 7,94 ile medya-sermaye ilişkisi, 7,89 ile toplumsal bilinç eksikliği, yolsuzluğu denetleyen kurumların yetersiz olması ve yargının tarafsız olmaması izliyor.
Nedense halkın aklına bu yolsuzlukları yapanları her seçimde ödüllendirerek tescilli hırsızlara yeniden yolsuzluk imkanı verme konusundaki kendi berbat rolü bir türlü gelmiyor. Halbuki halkın yüzde 50’si yolsuzluğun en çok belediyeler ve siyasi partilerde olduğunu söylüyor. Yani kendisinin seçme hakkı olduğu kurumlarda. Bu oranları, yüzde 47 ile kamu hizmetleri, yüzde 37 ile Meclis, yüzde 34’le sağlık kurumları ve yüzde 30’la medya takip ediyor.
Yine de kendimizi zorlayalım biraz ve umutsuz olmayalım! Çünkü halkın yüzde 52’si yolsuzluk iddialarının oy tercihlerini olumsuz yönde etkileyeceğini de söylüyor. Halkın yüzde 84’ü “devlet memuruna hediye ve bahşiş vermek yolsuzluktur” diyor ama memurları rüşvete, yolsuzluğa alıştıranların Marslılar olmadığını herhalde unutuyor. Kamu kurumlarında işlerin halledilmesi için kişisel bağlantıların ve tanıdıkların ne derece etkili olduğu sorulduğunda, katılımcıların yüzde 61’i etkili olduğunu söylüyor ve korkarım ki bu durum iyice kanıksanmış.
Yolsuzluk iddialarına en duyarsız kesimin, teorik olarak değer eksenli olmaları beklenen güya daha dindar ve daha muhafazakar AKP seçmeni olması ise artık kimseyi şaşırtmıyor. Mesela yolsuzluk iddialarına adı karışan şirketleri bir şekilde cezalandırma eğilimi CHP seçmeni arasında yüzde 75, MHP’de yüzde 74, HDP’de yüzde 74 iken AKP seçmeninde bu oran yüzde 58’de kalıyor. Bu tablonun bize anlattığı, toplumun en dindar ve en muhafazakar görünümlü kesimlerinin en fazla yozlaştığından başka bir şey değil!
Başa dönelim! Muktedir hırsızlar milli ve manevi değerleri gelecek nesillere aktaracak en etkili kesim olan dindar ve muhafazakar kesimleri suç, günah ve ayıplarına ortak ederek milletin kaderiyle oynuyorlar. Artık zayıf bir varsayım olarak milli-manevi değerlere en fazla duyarlı olması beklenen muhafazakar kesimleri bile yozlaştıran bir hırsız güruhu koskoca bir milletin temellerini dinamitliyor. Ve bunların farkında olan o millet olup-biteni sadece aval aval izlemekle yetiniyor!
Özetin özeti: Muktedir hırsızların çaldıklarından geriye bu ülkede elle tutulur hiçbir şey kalmıyor. Herkese geçmiş olsun!
     



26 Nisan 2015 Pazar

AKP ülkeyi kaosa sürüklüyor


Anlaşılan o ki hak, hukuk, özgürlük tanımayan AKP iktidarı yeni yönetim tarzı olarak sistematik haydutluğu iyice benimsemiş durumda. 17-25 Aralık 2013 tarihli yolsuzluk operasyonlarıyla rüşvet, hırsızlık ve yolsuzlukları suç üştü yapılan AKP hükümeti, o tarihten başlayarak Türkiye’deki yerleşik hukuk sistemini tarumar etti. Dönemin başbakanının talimatları ve militan başbakanlık müsteşarının aracılığıyla kolluk güçleri yargının vermiş olduğu talimat ve kararları uygulamadı. Yetmedi 17/25 Aralık’ta ortalığa saçılan mide bulandırıcı pislikleri örtme gayretiyle tüm bakanlıklar birer organize çete militanına dönüştürüldü. Her bakanlık, kendilerince istihdam edilmiş binlerce bürokratın hukuksuz ve keyfi bir şekilde tasfiyesi için kolları sıvadı.
Bu süreçte demokratik hukuk devletlerinin olmazsa olmazı durumundaki güçler ayrılığı sistemi ortadan tamamen kaldırıldı. Demokrat geçindiği dönemlerde bile “yargının devlet içinde ayrı bir güç gibi hareket ettiği”nden şikayetlenen Erdoğan liderliğindeki bir yıkım ekibi hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukuk adına önlerine ne çıktıysa yerle bir ettiler. Yıktıklarının yerine koydukları ucubelerde ise hukukilik ve meşruluk şartına riayet etme ihtiyacı asla duymadılar. Kendi reform çabalarının demokrasi ve hukuk adına ne kadar kurumsallaşmış sonucu varsa zıvanadan çıkmış bir Frekenştayn gibi yok edip geçtiler. Yürütme olarak hiçbir kural, hukuk kaidesi ve ahlaki ilkeyle kendilerini bağlı hissetmeyen iktidar güruhu, bu süreçte sadece yargıyı iğfal etmekle kalmadı, yasamayı da kendi suç galerilerinin failleri arasında baş köşeye oturttular.
Halkı demokrasi, evrensel hukuk, temel insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde yönetmekten tamamen vazgeçip iyiden iyiye ülkeye topyekun tahakküm etmeye yönelen niyeti bozuk bu dar kadro, yasamanın yerine talimatı ve fermanı, hukukun yerine ise talimatla karar alan kurgu mahkemeleri koydu. Devletin ağır aksak da olsa işleyen mekanizmasına görülmedik bir kin ve nefretle saldırmak ve işleyen sisteme hınçla çomak sokmakla kalmadılar, devleti topyekun ortadan kaldıracak hamlelere soyundular. Türkiye’deki rejim tereddütsüz tam bir parlamenter sistem olmasına rağmen, tüm kanunları ve kanunların anası anayasayı yok sayarak fiili ve cebri olarak adeta bir başkanlık sistemi varmış gibi hoyratça hareket eder hale geldiler. Siz sakın “başkanlık sistemi” dememe aldanmayın. Ortada sistem falan yok. Sadece kendisini “başkan” zanneden bir zat var. O zat da hukuktan ve anayasadan almadığı fiili yetkilerle suç üzerine suç işliyor. Bu sayede mevcut kurulu düzeni bilinçli ve sistematik bir şekilde paralize ederek ortadan kaldırmayı hedefliyor. Elbette o boşluğu da “başkanlık sistemi” kamuflajı altında nevi şahsına münhasır bir diktatörlük rejimiyle doldurmayı amaçlıyor.
Tartışmakta olduğumuz mesele yüksek siyasetin alanı olan ve soğukkanlılıkla ele alınması icap eden sadece rejimin karakteri konusu olsa yine bir nebze olsun tahammül edilebilir. Ancak, tüm erken belirtilerinden anlaşılabildiği kadarıyla ortaya çıkacak bir ucubenin tesisi için, her gün yüzlerce insanın hunharca katledildiği kaotik bir bölgenin ortasındaki bu ülke, doymak bilmez güç ve iktidar hırsından başka bir özelliği olmayan kriminal ve son derece tehlikeli bir kadro tarafından göz göre göre kaosa sürükleniyor. Belli ki bu iktidar güruhu “yapıcı kaos – constructive chaos” yaklaşımını tamamen yanlış anlıyor. Anladıkları çerçevesinde var olan düzeni yok edip, bu sayede yeni bir düzene ihtiyaç oluşturup onun üzerinden arzuladıkları rejim tasarımını gerçekleştirebilme amacı güdüyor. Bu amaçla da masum insanlara akla hayale gelmedik iftiralar ve delilsiz suçlamalarla gözaltı ve tutuklama kararları verebiliyorlar. Muhalif kim varsa haksız ve hukuksuz şekilde üzerine gidiliyor, insanlar korkutuluyor, sindiriliyor, mafyatik yöntemlerle doğrudan mal varlıklarına el koyacak kadar haydutluk denemeleri yapılıyor.
Tüm halkın gözleri önünde Türkiye’nin en büyük holdinglerinden Çukurova Grubu’nun nasıl talan edildiğini hep birlikte gördük. Ülkedeki en büyük mobil telefon operatörü olan Turkcell; birçok TV ve gazeteden oluşan medya organları da dahil Holding şirketlerinin hükümet beslemesi yandaş işadamlarına nasıl peşkeş çekildiğine de şahit olduk. Türk ekonomisini ve özellikle bankacılık sistemine olan güveni temelinden sarsmak pahasına sergiledikleri görülmedik bir gözüdönmüşlükle Bank Asya’ya yönelik haydutluk da herkesin gözleri önünde gerçekleşmedi mi?
Bu haydutluklar devam ederken aylar boyunca onlarca soruşturma ve denetimden geçmiş olan hayır ve yardım derneği Kimse Yok Mu? hakkında kural ve hukuk dışı tek bir delil bulamayan iktidarın gene bir bakanlar kurulu kararıyla KYM’nin yardım faaliyetlerine nasıl darbe vurmaya çabaladığına da şahitlik etmedik mi? Somut bir ihmal veya usulsüzlük bulamayan iktidar 113 ülkede yardım faaliyetlerinde bulunan KYM’yi bugünlerde temelsiz ve mesnetsiz iftira ve suçlamalarla “terör örgütü” olarak suçlama hazırlığı içerisinde. IŞİD, el-Kaide, İBDA-C, PKK ve benzeri eli kanlı terör örgütlerine “terör örgütü” bile diyemeyen ve bu terör örgütlerine vazifeleri gereği operasyon yapan tüm polislerle birlikte savcı ve hakimlere de operasyon üzerine operasyon düzenleyerek hapse atan bir iktidarın hayır ve yardım faaliyetleri dışında bir suçu olmayan KYM’yi “terör örgütü” olarak suçlaması belki tuhaf ama itiraf etmeliyim ki kendi içerisinde bir tutarlılık arz ediyor. IŞİD, el-Kaide, PKK ve Erdoğan’ın lideriyle sarmaş dolaş olduğu radikal İBDA-C terör örgütü değilse mantık gereği doğal olarak yardım kuruluşu KYM bir terör örgütüdür.
Bu kaotik süreçte masum insanlara casusluk ve vatan hainliği gibi akla hayale gelmeyecek suçlamalarla kumpas kuran iktidarın bu kumpasa alet olmayan TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Hasan Palaz’a ve kurum olarak TÜBİTAK’ın kendisine neler yaptığına da şahit olduk. Sahte delil oluşturma girişiminin parçası olmayı reddettiği için Hasan Palaz, iki ayrı uyduruk tutuklama kararıyla haftalardır demir parmaklıklar arkasında. Türkiye’nin yetişmiş en iyi beyinlerinden oluşan TÜBİTAK’taki 1000’in üzerindeki araştırmacı ve bilim adamı ise derhal atılarak kurum fiilen yok edilmiş durumda. Boşalan yerleri ilahiyatçılar, veterinerler ve hayvanat bahçesi yöneticileri ile dolduran iktidar çetesi, bilim ve teknolojiden ne anladığını da bu vesileyle cümle aleme göstermiş oldu.
Öte yandan, 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarını gerçekleştiren polis amirlerinin, savcıların ve hakimlerin gözaltına alınarak, tutuklanarak, sürgün edilerek, görevden alınarak ve memuriyetten ihraç edilerek gerçekleştirilen zulümleri de gördük. Evrensel demokratik hukuka ve tabii hakim ilkesine aykırı bir şekilde ihdas ettikleri kurgu Sulh Ceza Mahkemeleri üzerinden 22 Temmuz 2014 tarihinde gerçekleştirilen hukuk dışı operasyonlar sonrasında tutuklanan 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonunda görev almış polis amirleri hakkında aradan geçen 9 aya rağmen ne somut bir suç delili, ne de bir iddianame ortaya koyan AKP’nin proje yargısı şimdilerde bu zulümlerine her gün bir yenisini eklemekle meşgul.
14 Aralık 2014’te bir dizi senaryosundan dolayı onlarca kişiyi gözaltına alacak kadar akıl ve mantıkla ilişkisini kesmiş bu zalimler güruhu, yine aynı gerekçeyle 140 güne yakın bir zamandır bazı polis amirleri ile birlikte Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca’yı da açık bir haydutlukla özgürlüğünden alıkoyuyor. Zaman Gazetesi Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın mesleki gerekleri yerine getirmesine engel olacak şekilde seyahat özgürlüğünü keyfi bir şekilde kısıtlayabiliyor. Bunlar yetmezmiş gibi yakın tarihi askeri darbeler ve müdahalelerle dolu olan Türkiye’de yeni darbe teşebbüslerini ve ordu içerisindeki cunta yapılanmalarını belgeleriyle ortaya koyarak seçilmiş hükümeti ve demokrasiyi ipten alan gazeteci Mehmet Baransu da akla hayale gelmedik suçlamalarla hapsediliyor. Cezaevindeki Baransu, dünya çapındaki gazetecilik başarısıyla yüzyılın en önemli 100 araştırmacı gazetecileri listesine onurla girerken, darbe teşebbüslerini açığa çıkardığı cuntacı generallerin aynı süreçte serbest bırakılması da garabetin bir başka boyutunu teşkil ediyor.
İpin ucu bir kere kaçmaya görsün, her gün yeni bir skandalla karşılaşmak kaçınılmaz oluyor. Tıpkı Cumartesi gecesi bir mahkemenin verdiği tahliye kararının başına gelenler gibi. Gazeteci Hidayet Karaca ve suça gömülmüş hükümet tarafından 22 Temmuz 2014 ve sonrasında hapse atılmış polis amirlerinin maruz kaldığı hukuk ihlallerinden yola çıkan bir üst mahkeme bu mağdurların tutukluluk halini sona erdirecek bir tahliye kararı vermiş durumda. Ama maalesef tıpkı yarım yamalak demokrasimizi olduğu gibi anayasa, hukuk ve yargıyı da iğfal eden aynı iktidar çetesi kararın açıklandığı andan itibaren mahkemenin bu kesin kararını yok sayarak hukuksuz şekilde hapse attıkları insanların tutsaklığını devam ettirmek için olmadık işlere kalkışıyorlar.
Ne yazık ki, hukuka ve adalete hizmet yerine suçüstü yakalanmış iktidar çetesine hizmeti maharet sanan bazı yargı mensupları akla hayale gelmedik yöntemlere başvurarak bu haydutluğa alet oluyorlar. Böylece bugüne kadar yaptıkları hukuksuz işlemlere ve aldıkları hukuksuz kararlara yenilerini ekleyerek ileride hesabını yargı önünde vermekte güçlük çekecekleri yeni suçlar işlemekten imtina etmiyorlar.
Türkiye, maalesef, siyasi ve maddi iktidar ihtirasından başka değer tanımayan, hukuksuz ve despot bir güruhun elinde her geçen gün yeni bir haydutluk örneğiyle karşılaşıyor. Ülkeyi demokratik hukuk ilkeleri çerçevesinde yönetme sorumluluğu taşıması gerekenler görülmedik haydutluklara imza atıyor. Suç üstüne suç işliyor. Herkesin gözleri önünde adım adım ülkeyi sonu belirsiz bir kaosa sürüklüyor.

2 Nisan 2015 Perşembe

Suçlama oyunu


Türkiye maalesef hızla kaosa sürükleniyor. Bunun baş müsebbibi de AKP hükümeti ve siyasi ve maddi hırslarına bir türlü gem vuramayan Erdoğan’dan başkası değil. Belki en son söylemem gerekeni en başta söyleyeyim: Ülkeyi yönetme sorumluluğunda olanlar maalesef ülkenin en temel sorunları haline gelmiş durumdalar. Yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet gibi kendilerinin işlediği suçların cezasız kalmasını sağlamak niyetiyle attıkları her hukuk dışı ve anti-demokratik adımla terör ve suç örgütlerinin rahatça hareket edebilecekleri bir ortamın altyapısını oluşturan Erdoğan rejimi, ülkenin mutlaka üstesinden gelmesi gereken sorunun ta kendisi olmuştur.
17/25 Aralık 2013’ye yapılan yolsuzluk operasyonlarından sonra, gırtlağına kadar yolsuzluğa ve rüşvete battığı anlaşılan AKP hükümeti, hem o güne kadar yaptığı yolsuzlukların hesabı sorulmasın, hem de siyasi başarısını borçlu olduğu yolsuzluklardan devşirdiği gayr-i meşru kaynakları dağıtma düzeni devam edebilsin diye hukuk devleti adına ne varsa yıktı geçti. Ortada ne polis teşkilatı bıraktı, ne hukuk sistemi. Kendi suçlarının üzerini örtmek amacıyla koskoca ülkeyi örgütlü suçların cenneti haline getirmekten çekinmedi. Sonra da kendi elleriyle oluşturdukları bu güvensizlik ortamını bahane ederek örneklerine ancak ilkel diktatörlüklerde rastlanacak yasakçı ve baskıcı yasalarla düzenlemeleri ardı ardına uygulamaya koydular.
Son haftalarda Meclis’ten geçen ve yakın zamana kadar yarım yamalak da olsa bir demokrasi ve hukuk devleti olan Türkiye’nin rejimini fiilen ve resmen sıradan bir diktatörlüğe dönüştürecek iç güvenlik paketi buna en iyi örnek. Bu arada diktatörlük yasalarından oluşan iç güvenlik paketine toplumdan herhangi bir itiraz yükselmemesi için halkı güvenliği ve kamu düzenini öncelemeye ikna edecek şüpheli hadiseler de birbirini takip etti. Özgürlükçü ve demokratik hukuk ilkelerine göre yönetmekten tamamen vazgeçen Erdoğan rejimin artık tek amacı ülkeye tahakküm etmekten başkası değildi. Amaç yönetmekten ziyade tahakküm olunca da Erdoğan rejimin kadro tercihlerinde liyakatten ziyade sadakat öne çıktı. Özellikle 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrası polis teşkilatında, yargıda ve bürokraside hukuksuz ve keyfi görevden almaları Erdoğan rejiminin politik hırslarına uyumlu atamalar takip etti. Hukuksuz ve keyfi uygulamalarla Türkiye güvenliksiz ve hukuksuz bir ülke haline gelirken, kutuplaşma ve düşmanlaştırma söylemleri üzerinden toplumsal fay hatlarının kasıtlı olarak hareketlendirildiği siyasal ve sosyal ortam da kaosa ve provokasyonlara açık hale geldi.
Mali suçlarla, terör örgütleriyle, uyuşturucu kartelleriyle ve organize suç örgütleriyle mücadelede başarılarıyla öne çıkan polis teşkilatı bu süreçte sistematik hamlelerle resmen yok edildi. Suçla ve suçluyla mücadele esnasında büyük ölçüde temel hak ve özgürlüklere saygı çerçevesinde hareket etmeyi de başarabilen iyi eğitimli emniyet kadroları bilinçli bir şekilde görevden alındı. 17/25 Aralık 2013 sonrası hükümetin yaptığı on binlerce görevden alma ve yer değiştirmeyle polis teşkilatının tecrübe ve hafızası kasıtlı olarak sıfırlandı. Bu kalifiye kadroları takviye edecek polis kolejleri ve akademilerinin kapısına kilit vuruldu.
Terör örgütleri ve suç şebekeleriyle mücadelede son derece tecrübeli olan, istihbari donanımı güçlü, teknik bilgi ve kabiliyetleri ile takdir toplayan ne kadar emniyet personeli varsa bugün mesnetsiz iddialarla ya hapiste ya da görevden alınmış durumda. 17/25 Aralık yolsuzluklarının üstünü örtmekten başka amacı olmayan Erdoğan rejimi, bir taraftan Türkiye’nin güvenlik mekanizmalarını başarıyla yok ederken, diğer yandan kendi elleriyle oluşturdukları güvensizlik ortamını bahane ederek en temel halk ve özgürlükleri tırpanlama gayretine girdi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi kendi yetersizliklerinden dolayı hep başkalarını suçlamaya ve hedefe koyup tehdit etmeye yöneldiler. Mesela ülkenin göz göre göre kaosa sürüklenmesine sebep olanların yapması gereken tek şey yaşanan rezaletlerin sorumluluğunu kabul edip, özür dileyerek istifa etmekken, tam tersini yapmayı tercih ettiler. Yaşanan sorunlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan masum inşaları suçlayıp, onlara dair suçlar üretmeye, onları hedef haline getirmeye koyuldular.
Sol terör örgütü DHKP-C militanlarının en iyi korunan Çağlayan Adliye Sarayı’na silahlarıyla girerek Berkin Elvan soruşturmasını özel çabasıyla derinleştirmeye çalışan bir savcıyı, üstelik Berkin Elvan’ı bahane göstererek rehin almasından ve akabinde gelişen hazin olaylardan sonra da hükümet ve Erdoğan yine aynı yolu tercih etti. Adliyenin ve savcının güvenliğini sağlamaktaki yetersizliklerinden ve beceriksizliklerinden dolayı özür dileyeceklerine ve üstlendikleri görevleri yerine getiremedikleri için onurlu insanların yapması gerektiği gibi istifa edeceklerine, skandalın sorumluluğunu da başkalarına yıkmaya çalıştılar.
Güvenlik zaafından dolayı hiç kimse sorumluluk üstlenmez, hesap vermez ve istifa etmezken, yaşanan rezaletten dolayı muhalefet partileri ve gazetecilerin suçlanmasına ne yazık ki artık hiçbir tuhaflığın şaşırtmadığı bu ülke alıştı. Doğrudan AKP ile ilişkili olduğu bilinen sosyal medya hesapları üzerinden muhalif gazeteciler ve gazetelerin ölüm tehditleri eşliğinde hedefe konulması bu ülkede bir sorun olarak görülmüyor bile artık. Bunlar yetmezmiş gibi, bizzat Başbakan Davutoğlu’nun talimatıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk de yaşandı. Savcının cenaze töreninde çok geniş kapsamlı bir medya yasağı uygulandı, gazetecilik fiilen yasaklandı. Gazetecilik vasfını çoktan yitirmiş hükümet medyasından olanlar dışında hiçbir gazetecinin cami avlusundaki cenaze törenini izlemesine müsaade edilmedi. Bu da yetmemiş olmalı ki bir savcılık derhal harekete geçti ve rehine olayına dair haber veriş tarzları beğenilmeyen muhalif gazetelere terör soruşturması başlattı. Gazetelere yönelik bu soruşturma Çağlayan Adliyesi’nde yaşanan güvenlik rezaletinden sonra açılan ilk soruşturma olarak tarihe geçti.
Bu arada, ne güvenliği dahil adliyenin yönetiminden sorumlu mercilerden, ne İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden, ne valilikten, ne de hükümetten yaşanan güvenlik skandalına dair sorumluluğu üstlenen tek bir onurlu ses yükselmedi. Sorumluluk duyma onuruna sahip tek yetkilinin sesi duyulmadı, tek bir istifa gelmedi.
Niye gelsin ki? Vatandaşların olduğu gibi savcıların da güvenliği sahi kimin umurunda? Şayet insanların can ve mal güvenliği yolsuzlukları ortaya çıkmasın diye ortada işleyen hiçbir devlet mekanizması bırakmayan bir suç şebekesine dönüşmüş bu hükümet için azıcık önemli olsaydı küçük bir Anadolu şehrinde görev yapan ve o güne kadar polisle, emniyetle, asayişle, istihbaratla en ufak bir ilişkisi olmayan bilinmedik bir vali 15 milyonluk bir metropol olan İstanbul’a Emniyet Müdürü olarak atanmazdı. Tek özelliği, yolsuzlukların üzerini örtmek için verdiği talimatlarla kamu görevlilerini suça teşvik eden dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın okul arkadaşı olmak olan Selami Altınok’un sorumlu olduğu bir Emniyet’in sağlayacağı güvenlikten kim nasıl emin olabilir ki?
Yapılan bu büyük hataların hesabını halka vermek yerine, halkı ve gazetecileri suçlamaya ve tehdit etmeye yönelen Başbakan Davutoğlu ve benzerleri artık demokratik tahammül sınırlarını zorluyor. Davutoğlu ve benzerlerinin tavırları demokratik ve çağdaş bir Türkiye’ye değil, maalesef daha ziyade hukuksuz, baskıcı ve görgüsüz bir ilkel kabile devletine yakışıyor. Davutoğlu ve yönetimi, sebep oldukları güvenlik skandalı üzerine her onurlu demokratik yönetimin yapması gerektiği gibi halka hesap vermek yerine, alakası olmayan çevreleri suçlamayı tercih ederek demokratik nezaket sınırlarını ve hukuki haddini aşmıştır. Tüm muhalifleri, gazetecileri ve hatta “kimse bizden izinsiz sokağa çıkamaz diyerek” halkı tehdit etmek suretiyle Davutoğlu, sadece içinde bulunduğu acziyeti ve mensubu olduğu zihniyetin ne kadar ilkel ve despotik olabileceğini ele vermiştir.
İşin özü Erdoğan rejimi ve kukla Davutoğlu yönetimi ülkeyi yönetme kabiliyetini tamamen yitirmiştir. Geçmiş olsun!