İşin daha vahim ve acıklı tarafı ise kendilerinden çözüm beklenenlerin bizatihi
yaşanan sorunların kaynağı ya da müsebbibi olması. Mesela tam teşekküllü bir tek
adam diktatörlüğü kurma ihtirasına kendisini iyice kaptıran Recep Tayyip
Erdoğan’ı ele alalım. Tüm ülkenin Cumhurbaşkanı olma çabasına girmeye asla tenezzül
etmeyen, ağır propagandayla şöyle ya da böyle desteğini aldığı önemlice bir
kitlenin sağladığı çoğunlukçu hegemonyayı meşruiyet zanneden Erdoğan, ülkeyi
hızla bir felakete sürüklüyor. Gerek akıl almaz hezeyan ve paranoyalarla dolu
söylemleri, gerek yapıp ettikleri ve gerekse pek çok kez açıkça niyet beyanında
bulunduğu halde bürokratik ve sosyal
direnç noktalarını aşamadığı için gerçekleştiremediği teşebbüsler Türkiye’yi
hızla yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkarıp, öngörülebilirliği düşük bir kaoslar
ve belirsizlikler girdabına çekiyor.
Bu saatten sonra, toplumla devlet arasında ve devletin kurum ve
organlarının kendi aralarında ilişkileri düzenleyen, görev ve sorumluluklarını tanımlayan
Anayasa’yı fiilen ilga eden bir Cumhurbaşkanı’nın ülkeye bir karabasan gibi
çöreklenen sorunların çözümüne katkısını beklemek sanırım abesle iştigal olurr.
Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın yetki ve sorumlulukları çok açıkken, yürütmeye
dair yetkilerini kullanma alanı son derece kısıtlıyken, Erdoğan’ın devlet ve
kamu eksenli rant ekonomisinin iplerini sımsıkı elinde tutmaya devam etme
isteği devletin en tepesinden başlayarak anayasal düzenin tarumar edilmesinin
yolunu açıyor. Devletin başı olarak Erdoğan’ın kendi pozisyonunun Anayasa’da tanımlanan
yetki ve sorumluluklarına, had ve sınırlarına uymadığı bir ortamda demokratik bir
anayasal düzenden bahsetmenin imkanı da kalmıyor.
Artık şunu açıkça ve hiç çekinmeden söylemeliyiz ki, uzunca bir zamandır Erdoğan
tek başına Türkiye demokrasisi ve hukuk devletinin en büyük sorununu teşkil
ediyor. Kamu bütçesinin tüm ilgili kural ve kanunlarını keyfi bir şekilde ihlal
ederek şahsının kullanımı için inşa edilen tartışmalı Ak Saray’ın hikayesi bile
Türkiye’nin içinde bulunduğu acınası durumu gözler önüne sermeye yeter. Birçok
mahkeme kararına rağmen inşası illegal bir şekilde devam eden, bugün 35’ten
fazla ciddi davaya konu olan Ak Saray’ın temeli atılırken Erdoğan için bir Başbakanlık
sarayı olarak planlanması, cumhurbaşkanı seçilir seçilmez ise yine Erdoğan’ın
şahsı için derhal Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na dönüştürülmesi Erdoğan’ın kamu
kaynaklarını ne kadar keyfi ve şahsi amaçları için kullanabileceğinin açık bir delilini
oluşturuyor.
Öte yandan, Erdoğan’ın yasama, yargı, yürütme ve insanların özel
hayatlarını ilgilendiren konularda durmaksızın konuşması ve bu alanlarda belirleyici
bir müdahil olma çabası da sorunun bir başka boyutunu oluşturuyor. Dünyanın
hangi demokratik medeni ülkesinde bir devlet başkanı günde birkaç kez konuşma
ihtiyacı duyar ki! En küçük bir açılışı, en sıradan bir bayi toplantısını bile
kendisi için bir konuşma platformuna dönüştürme çabasındaki garabete hangi
devlet başkanı tenezzül eder! Obama konuşacak olsa, Kraliçe konuşacak olsa, Kral
konuşacak olsa, Holand konuşacak olsa, Putin konuşacak olsa haftalar öncesinden
ne diyecekleri tüm dünya tarafından merak edilirken, akla gelebilecek en zırva
konularda bile günde 3-5 kez konuşmayı meziyet sanan bir adam neden ilgi
çeksin, neden saygı uyandırsın! Kadınların ne zaman ve kaç kez hamile kalması
gerektiğinden, insanların ne yeyip içeceğine varıncaya kadar burnunu sokmadığı
bir konu kalmayan bir adamın liderliğinin herhangi bir kıymeti olabilir mi?
Bu noktada önemli bir sorunun altını çizmek gerekiyor: Madem ki hala şeklen
parlamenter bir demokratik sistem olan Türkiye’de sistemin kurum ve kuralları had
ve sınır tanımayan Erdoğan tarafından hoyratça ihlal ediliyor ve madem ki Erdoğan
cumhurbaşkanı olarak bir çözüm mercii olmaktan çıkıp sorunların ana kaynağı
haline geliyor, demokratik hukuk sisteminin kendisini koruma ve kollama imkanı hiç
mi bulunmuyor? Bir askeri darbe sonrası kaleme alınmış ve darbeci general Kenan
Evren’in Cumhurbaşkanlığındaki despotik ihtiyaçlarına göre tasarlanmış olsa bile
1982 Anayasası bu konuda oldukça önemli emniyet sübaplarıyla donatılmış. O
beğenmediğimiz darbe anayasası bile Cumhurbaşkanı’na sembolik bazı yetkiler
vermekle birlikte hiçbir şüpheye mahal bırakmaksızın ülke yönetiminden Başbakan
liderliğindeki Bakanlar Kurulu’nu sorumlu tutmuş.
Mesela Anayasa’nın 105. Maddesi, Cumhurbaşkanı'nın,
Anayasa ve diğer yasalarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek
olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen çok kısıtlı sayıdaki işlemleri
dışındaki bütün kararlarının ancak Başbakan ve ilgili bakanların imzalarıyla
geçerlilik kazanacağının ne olarak altını çiziyor. Ve üstelik bu kararlardan Cumhurbaşkanı’nın
değil, Başbakan ve ilgili bakanın sorumlu olacağını da özellikle belirtiyor.
Anayasa’daki açık
hükümlere ragmen fiilen ülkeyi yönetmek üzere görgüsüzlük abidesi sarayında 13
yeni birim kuran, Özel Başdanışmanı’nın bile Başabakan Ahmet Davutoğlu’na
talimat verme cüretini kendisinde görmesine imkan veren bu kokrunç çarpıklık
nasıl mümkün olabiliyor? Bu sorunun cevabı çok basit ve adresi elbetteki sorunun
kaynağı olan Erdoğan değil. Türkiye’yi korkunç bir felakate sürükleme
potansiyeli olan bu rezillik tamamen Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun sefaletinden,
irade zaafından ve muktedirsizliğinden kaynaklanıyor. Diktatör olma eğilimli her
muhteris gibi Erdoğan’ın da demokraik hukuk devleti ve toplumsal barış açısından sorun ve bir
tehdit olma potansiyeli maalesef Davutoğlu’nun örneğine tarihte
rastlanılmayacak bir pejmurdelikle sergilediği siyasi ve iradi (İRADİ) acziyetinden dolayı reel bir sorun olarak karşımıza
çıkıyor.
Bütün yaşananlar
gösteriyor ki Davutoğlu, şahsiyetiyle kendisi olmak ve kalmak yerine maalesef
Erdoğan’ın mukalliti bir minion olmayı maharet sanıyor. Hala bazı
kırıntılarının geriye kalmış olduğunu düşündüğümüz kendi şahsiyetini, izzetini,
iradesini Erdoğan’ın had bilmez, sınır tanımaz zorbalığına feda ediyor. Hatta bununla
da yetinmeyip Erdoğan zorbalığına teşne bir profil çiziyor, bir görüntü veriyor.
İşte bu şartlar altında Erdoğan’ın bir özel danışmanının bir başbakan için “Davutoğlu’nu
bu göreve biz getirdik”, “Davutoğlu’na bu yetki ve sorumluluğu biz verdik”
cüretkarlığı daha bir anlışabilir oluyor. Bana göre bu sekalet o danışmanın
cüretkarlığından ziyade Davutoğlu’nun içinde bulunduğu sefil durumdan
kaynaklanıyor.
Erdoğan 5 Ocak’ta
Bakanlar Kurulu’na başkanlık edeceğini duyurduğunda kamuoyunda tartışılmış,
sonunda Davutoğlu ve yardımcısı çıkıp spekülasyonları reddederek 5 Ocak’ta
böyle bir toplantının olmayacağını duyurmuştu. Sonra ne oldu dersiniz? Erdoğan Bakanlar
Kurulu’na 19 Ocak’ta başkanlık edeceğini duyurdu, ve Başbakan bu dayatma
karşısında gıkını bile çıkaramadı. Dahası TÜSİAD Başkanı büyük bir risk alarak
yapması gerekeni cesaretle yaptı ve “Muhatap olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı değil,
Başbakan Davutoğlu’nu gördüklerini” deklare etti. Beklendiği gibi Erdoğan’ın
buna tavrı çok sert oldu ve bir daha hiçbir TÜSİAD etkinliğine katılmayacığını
yüksek perdeden dile getirdi. Minionu durur mu hiç, “benim muhatabım artık sensin”
diyen TÜSİAD’a alalacele sert çıkarak iş hacmi Türk ekonomisinin yüzde 50’sine
tekabül eden bu iş örgütünün etkinliklerine kendisinin de katılmayacağını
duyurdu.
Tüm
bunlar Türkiye’nin en önemli sorununun gün geçtikçe daha da despotlaşan Erdoğan’ın
cüretkar zorbalığı kadar Başbakan Davutoğlu’nun içler acısı sefaleti olduğunu da
gösteriyor. O kadar ki, Başbakan’ın liderliğindeki Bakanlar Kurulu’nun yetkileri,
kim tarafından hazırlandığı pek belli olmayan bazı yasal düzenlemelerle,
Erdoğan’a koşulsuz itaatten başka değeri olmayan bazı hükümet üyelerine
transfer ediliyor. Mesela normalde Anayasal olarak Başbakan’ın kontrolündeki
Bakanlar Kurulu’nun kararını gerektiren “Olağanüstü hal ilan etme yetkisi”
Erdoğan’ın emrine amade İçişileri Bakanı Efkan Ala’ya devrediliyor. Zaten
tartışmalı olan iradesi silikleştiği, şahsiyeti sıfırlandığı halde koltuğuna
yapışmayı meziyet sanan Davutoğlu, büyük
bir acziyet sergileyerek Başbakanlık yetkilerinin tırpanlanmasını, makamının bypass
edilmesini sineye çekmek suretiyle bilerek ya da bilmeyerek despotik gidişatın
en büyük payandası oluyor ve Türkiye’yi felakete sürükleyen tarihi bir ihanetin
parçası haline geliyor. Bizden söylemesi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder