1 Mayıs 2014 Perşembe

Temel içgüdü ve iktidar şehveti


Tek hücreliler de dahil olmak üzere tüm canlıların en temel ve en güçlü içgüdüsü hayatta kalma güdüsüdür. Onur, izzet, şeref, haysiyet, namus gibi ahlaki değerleri öne almış kendisine saygısı olan insanlar için ise bazen bu en temel içgüdü ikinci plana düşebilir. Şövalye ruhlu bu faziletli insanlar rahatları ve hatta hayatları pahasına haksızlıklara karşı isyan bayrağını çeker ve zulümlere karşı durmayı hayatlarına tercih ederler. Bu türden insanların toplumun değişik katmanlarında hala var olabilmesi geleceğe dair toplumdaki cılız umut ışığını güçlendirir.
Bir toplumda civanmert bir sivil toplum aktörüne, gözünü budaktan sakınmayan bir cesur gazeteciye, kamu yararı için kendisini riske eden bir devlet memuruna, hakkın yerini bulması için canını dişine takan bir hukukçuya, milletin selameti için kendisini feda edebilen bir polise, bir askere, bir savcıya, bir hakime, bir bürokrata ve benzerlerine ne kadar sık rastlarsanız geleceğinize dair o kadar ümitli olabilirsiniz. Asıl korkulması ve endişe duyulması gereken ise, özellikle Türkiye’nin bugünlerde içinde bulunduğu süreç gibi, iktidar çevrelerinin yozlaştığı, evrensel ahlak adına ne varsa ihlal etmenin arsız bir norm haline geldiği, muktedirlerin zalimleştiği, hukukun bile sınır tanımaz zulümlere alet edildiği dönemlerde bu türden fazilet, feragat ve şecaat sahibi insanlara hiç rastlanılmaması ya da seyrek rastlanılmasıdır.
Bahsini ettiğimiz bu tür insanlardan elbette ki ülkemizde çokça var. Ama bunların yanı sıra görülmedik yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, haksız kazanç iddialarına ve içine girdikleri güçlü şekilde iddia edilen ulusal ya da uluslararası tüm kirli ilişkilerine rağmen temel güdüleri ne pahasına olursa olsun ayakta kalmak olan ve bu uğurda hiçbir ahlaki norm ve hukuk kuralı tanımayan, iktidarda kalmak için hayasızca mücadele verenler de yok değil.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalını ortaya çıkaran 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve akim bırakılan 25 Aralık yolsuzluk operasyonu girişimi sonrası yaşananlar, bu temel içgüdünün ikinci kategoride bulunanlarda ne kadar baskın olduğunu hepimize göstermiş olmalı. Siyaseten ayakta kalmak; ahlaken ayıp, dinen günah ve hukuken suç olan yapıp ettiklerinin hesabını vermemek için hayasızlığı, onursuzluğu, izzetsizliği ve arsızlığı büyük bir maharetle kendilerine nasıl koruyucu bir maske haline getirdiklerine şaşkınlık içerisinde şahit olduk.
Hukukun, ahlakın, izzetin, ve haysiyetin siyasette hala bir değer ve anlam ifade ettiği en gelişmemiş ülkelerde bile, bizim ülkenin başbakanı, bazı bakanları, bazı bürokratları ve bazı işadamları hakkında ortaya saçılan yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık iddialarının binde biri ortaya atılmış olsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki o ülkede hükümet ve başbakan yüz kere istifa etmiş olurdu. Bizde ise, ortaya saçılan yüzlerce somut delil ve karineye rağmen, halktan özür dileyerek onurluca istifa edip, bağımsız yargının kendilerini aklamasını sükunet içerisinde beklemek şöyle dursun, hukukun verdiği yetkileri kullanmak suretiyle bu devasa skandalı ortaya çıkararak konumlarının gereği olan sorumlulukları yerine getirenler görülmedik hukuksuzluklara, tasfiyelere ve yargısız infazlara maruz bırakıldılar.
Oysa hatırlayacağınız gibi, kamu görevlilerinin 10 Euro’nun üzerinde değere sahip hediye kabul etmelerinin suç olduğu Almanya’da bir işadamı dostunun sağladığı mekanda 700 Euro civarı meblağ tutan bir tatil geçirmekle suçlanan eski Cumhurbaşkanı Christian Wulf, soruşturma için savcılık tarafından dokunulmazlığının kaldırılmasının talep edildiği 16 Şubat 2012’nin hemen ertesi günü görevinden istifa etmişti. Böylece soruşturmanın sağlıklı yürütülmesinin önünü açmıştı. 2 yıl süren soruşturma sonrasında Wulf suçsuz bulundu ve aklandı.
Bizde ise hakkında yüz milyonlarca dolarlık yolsuzluk yaptığına dair güçlü iddialar olan bir başbakan ve çevresindekiler bu ülkeyi yönetmeye devam ediyor. Hakkındaki iddialar somut delilere dayanan İçişleri Bakanı, skandal sonrası hemen istifa etmek yerine görevde kaldığı 8 gün boyunca aralarında kendisini soruşturanların da bulunduğu binlerce kamu görevlisinin görevden alınmasına dair kararlara imza atabiliyor. Hediye olarak aldığı 300 bin dolarlık kol saatini takan bir başka bakan görevinden istifa etmek zorunda kaldığı halde milletvekilliği dokunulmazlığını hala sürdürebiliyor. O bakanın yanı sıra milyonlarca Euro ve Dolar’lık rüşvet alan diğer bakanlar da milletvekilliklerini sürdürüyor ve aynı durumdaki bürokratlar ise farklı görevlerde normal hayatlarına devam ediyor. Bir de hiç utanmadan sıklıkla halkın karşısına çıkıp en namuslu insanlarmışlar gibi nutuklar atabiliyorlar.
Belki de sahiden namuslular ama bunu ortaya çıkaracak soruşturma süreçlerine müdahale ederek bunu ispatlama hakkından aslında kendilerini mahrum bırakıyorlar. Daha kötüsü suçlu olduklarına dair algıyı kendi elleriyle daha da güçlendiriyorlar. Bir de bunlar dindar, muhafazakar geçinip, pervasızca dini istismar ederek bir ahlak ve erdem dini olan İslam’ın üzerine büyük bir gölge düşürüyorlar. El Kaide’nin bulaştırdığı terör ve şiddet lekesi yetmiyormuş gibi bu güzel dinin üzerine şimdi de hırsızlık ve yolsuzluk lekesini ekliyorlar.
Yine Almanya’da bazı milletvekillerinin devlet tarafından verilen 120 Eoru civarı konut yardımını, zamanlarını ofiste geçirdikleri halde almaya devam etmelerinin ortaya çıkmasıyla parlamentoda nasıl sığaya çekildiğini de hatırlıyoruz. Bizde ise bakanların, vekillerin ve belediye başkanlarının kişisel seçim kampanyalarında kamu imkanlarını nasıl kullandıklarının örneklerinin haddi hesabı yok. Zaten bunlardan hesap soran da yok.  
Yine hatırlanacağı gibi, geçtiğimiz haftalarda İngiltere Kültür Bakanı Maria Miller, evi için aldığı kredi miktarını keyfi bir şekilde arttırarak devleti dolandırdığının tespit edilmesi üzerine, haksız kullandığı 5 bin sterlini geri ödemiş ve buna rağmen istifa etmişti. Haksız kullandığı miktar bizim Başbakan, bakanlar ve aileleri hakkındaki yolsuzluk iddialarının yanında çerez parası bile olamaz oysa. Miller istifa ediyor, bizimkiler ise siyasete ve ülkeyi yönetmeye devam ediyorlar.
Öte yandan, geçtiğimiz yıllarda Güney Kıbrıs’ta meydana gelen bir cephanelik patlaması sonrası yaşananlar da siyasal etiğin ne olduğu açısından iyi bir örnek. Ölümlerin olduğu bu olay sonrası olayla doğrudan ilişkileri olmadığı halde siyasi sorumluluk duyan Rum kabinesinin önemli bir kısmı hemen istifa etmişti. Halbuki, Balıkesir’de 25 askerin ölümüyle sonuçlanan benzer bir facianın siyasi bedelini ödemek bizim ülkemizde hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemişti.
 Bir de tabii Güney Kore’de batan gemide ölen öğrenciler sonrası yaşanan gelişmeler var ki, tam ibretlik. Biliyorsunuz, ölümlerden kendisini sorumlu tutan okul yöneticilerinden biri hemen intihar etti. Ülkenin başbakanı ise hiçbir dahli olmadığı halde sorumluluğu üstlenip istifasını verdi. Böyle yapmakla belki başbakanlığı kaybetti ama, onur, izzet ve haysiyetini pekiştirmiş oldu. Ya bizimkiler? Ne doğrudan sorumlu oldukları 34 ölümlü Uludere katliamının, ne sebep oldukları çok ölümlü hızlı tren faciasının, ne de benzeri katliam ve faciaların sorumluluğunun gereği olan istifa etmek şöyle dursun, bazı durumlarda birbirlerine teşekkürler sunup, takdirlerle ödüllendirebildiler.
Lafa gelince din, ahlak, faziletten dem vurup, dini değerleri en aşağılık şekilde istismar eden bu siyaset sınıfı, ahlak ve faziletler manzumesi olan bu güzel İslam dinine de en büyük zararı veriyorlar. Türkiye’de ve dünyada dindar Müslümanların fevkalade mahir hırsızlar, rüşvetçiler, hak tanımaz zalimler olduğuna dair hak edilmeyen bir imajın oluşmasına yol açıyorlar. “Yozlaşmış Müslüman” kimlikleriyle İslam dininin imajını yerle bir ediyorlar. 
İzzetlerini, onurlarını, ahlaklarını sıfırlamak pahasına konumlarına çalı gibi sımsıkı sarılmakla kalmayıp, daha fazla güce ve iktidara duydukları şehvetle hukuku ve devlet sistemini tarumar ediyorlar. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de bu yanlışlarına karşı çıkıp, pisliklerine tepki gösteren toplumsal kesimlere yönelik görülmedik zulümlere imza atıyorlar. Ellerindeki devlet gücünü ve güdümlü medya imkanlarını kullanarak görülmedik iftiralara ve haysiyet cellatlığına soyunuyorlar. Gırtlaklarına kadar gömüldükleri ve ne kadar gömüldüklerini en iyi kendilerinin bildikleri pisliklerin üzerini örterek ayakta kalabilmek için yapmadıkları hile, desise kalmıyor. Adeta başı kesilmiş can çekişen bir horoz gibi devletin kurumlarına, milletin değerlerine, hukuk ve demokrasinin en temel ilkelerine tamiri zor zararlar veriyorlar.
 Bürokrasideki hukuksuz ve yargısız infaz niteliğindeki tasfiyeler, basına ve sosyal medyaya büyük baskı ve sansürler, rejimi tam bir despotik muhaberat devletine dönüştüren MİT yasası, 1 Mayıs’ta olduğu gibi toplantı özgürlüğüne konulan yasaklar, en sıradan demokratik bir hukuk devletine bile yakışmayan tehditler, şantajlar ve Hizmet Hareketi'ne yönelik işlenen nefret suçları işte hep Başbakan ve çevresindeki yozlaşmış ekibin ne pahasına olursa olsun ayakta kalmayı hedefleyen o temel içgüdülerinden kaynaklanıyor. Buna bir de hep daha fazlasına ihtiyaç duydukları iktidara ve güce olan doymak bilmez şehvetlerini eklemek gerekiyor.
Bana göre, bu kadar pisliğe ve yolsuzluğa batmış bir iktidarın hayvani bir içgüdüyle giriştiği akıl almaz uygulamaları sürdürebilir kılmasının imkanı bulunmuyor. Ama ne yazık ki bu siyaset çetesinin izzet ve onur eksikliğinin kısa ve orta vadede ülkeye vereceği zararı ve bunun oluşturacağı bedeli hepimiz ödüyoruz, ödeyeceğiz. Kendilerini daha fazla iktidar şehvetine kaptırmış birileri yüzünden ülke ve millet olarak hep birlikte kaybediyoruz. 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_346669_basic-instinct-and-lust-for-power.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder