Tek hücreliler de dahil
olmak üzere tüm canlıların en temel ve en güçlü içgüdüsü hayatta kalma güdüsüdür. Onur,
izzet, şeref, haysiyet, namus gibi ahlaki değerleri öne almış kendisine saygısı
olan insanlar için ise bazen bu en temel içgüdü ikinci plana düşebilir. Şövalye
ruhlu bu faziletli insanlar rahatları ve hatta hayatları pahasına haksızlıklara
karşı isyan bayrağını çeker ve zulümlere karşı durmayı hayatlarına tercih
ederler. Bu türden insanların toplumun değişik katmanlarında hala var olabilmesi
geleceğe dair toplumdaki cılız umut ışığını güçlendirir.
Bir toplumda civanmert
bir sivil toplum aktörüne, gözünü budaktan sakınmayan bir cesur gazeteciye,
kamu yararı için kendisini riske eden bir devlet memuruna, hakkın yerini
bulması için canını dişine takan bir hukukçuya, milletin selameti için kendisini
feda edebilen bir polise, bir askere, bir savcıya, bir hakime, bir bürokrata ve
benzerlerine ne kadar sık rastlarsanız geleceğinize dair o kadar ümitli
olabilirsiniz. Asıl korkulması ve endişe duyulması gereken ise, özellikle
Türkiye’nin bugünlerde içinde bulunduğu süreç gibi, iktidar çevrelerinin yozlaştığı, evrensel
ahlak adına ne varsa ihlal etmenin arsız bir norm haline geldiği, muktedirlerin
zalimleştiği, hukukun bile sınır tanımaz zulümlere alet edildiği dönemlerde bu
türden fazilet, feragat ve şecaat sahibi insanlara hiç rastlanılmaması ya da seyrek
rastlanılmasıdır.
Bahsini ettiğimiz bu tür
insanlardan elbette ki ülkemizde çokça var. Ama bunların yanı sıra görülmedik
yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, haksız kazanç iddialarına ve içine girdikleri güçlü
şekilde iddia edilen ulusal ya da uluslararası tüm kirli ilişkilerine rağmen temel
güdüleri ne pahasına olursa olsun ayakta kalmak olan ve bu uğurda hiçbir ahlaki
norm ve hukuk kuralı tanımayan, iktidarda kalmak için hayasızca mücadele verenler
de yok değil.
Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalını ortaya çıkaran 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve akim bırakılan 25 Aralık yolsuzluk operasyonu girişimi sonrası yaşananlar, bu temel içgüdünün ikinci
kategoride bulunanlarda ne kadar baskın olduğunu hepimize göstermiş olmalı. Siyaseten
ayakta kalmak; ahlaken ayıp, dinen günah ve hukuken suç olan yapıp ettiklerinin hesabını
vermemek için hayasızlığı, onursuzluğu, izzetsizliği ve arsızlığı büyük bir maharetle
kendilerine nasıl koruyucu bir maske haline getirdiklerine şaşkınlık içerisinde
şahit olduk.
Hukukun, ahlakın, izzetin,
ve haysiyetin siyasette hala bir değer ve anlam ifade ettiği en gelişmemiş ülkelerde
bile, bizim ülkenin başbakanı, bazı bakanları, bazı bürokratları ve bazı işadamları hakkında ortaya saçılan yolsuzluk, rüşvet,
hırsızlık iddialarının binde biri ortaya atılmış olsaydı, hiç şüpheniz
olmasın ki o ülkede hükümet ve başbakan yüz kere istifa etmiş olurdu. Bizde ise,
ortaya saçılan yüzlerce somut delil ve karineye rağmen, halktan özür dileyerek
onurluca istifa edip, bağımsız yargının kendilerini aklamasını sükunet içerisinde
beklemek şöyle dursun, hukukun verdiği yetkileri kullanmak suretiyle bu devasa
skandalı ortaya çıkararak konumlarının gereği olan sorumlulukları yerine
getirenler görülmedik hukuksuzluklara, tasfiyelere ve yargısız infazlara maruz
bırakıldılar.
Oysa hatırlayacağınız gibi,
kamu görevlilerinin 10 Euro’nun üzerinde değere sahip hediye kabul etmelerinin
suç olduğu Almanya’da bir işadamı dostunun sağladığı mekanda 700 Euro civarı meblağ tutan bir tatil geçirmekle suçlanan eski Cumhurbaşkanı Christian Wulf,
soruşturma için savcılık tarafından dokunulmazlığının kaldırılmasının talep
edildiği 16 Şubat 2012’nin hemen ertesi günü görevinden istifa etmişti. Böylece soruşturmanın
sağlıklı yürütülmesinin önünü açmıştı. 2 yıl süren soruşturma sonrasında Wulf
suçsuz bulundu ve aklandı.
Bizde ise hakkında yüz
milyonlarca dolarlık yolsuzluk yaptığına dair güçlü iddialar olan bir başbakan ve çevresindekiler
bu ülkeyi yönetmeye devam ediyor. Hakkındaki iddialar somut delilere dayanan
İçişleri Bakanı, skandal sonrası hemen istifa etmek yerine görevde kaldığı 8
gün boyunca aralarında kendisini soruşturanların da bulunduğu binlerce kamu
görevlisinin görevden alınmasına dair kararlara imza atabiliyor. Hediye olarak aldığı
300 bin dolarlık kol saatini takan bir başka bakan görevinden istifa etmek zorunda kaldığı
halde milletvekilliği dokunulmazlığını hala sürdürebiliyor. O bakanın yanı sıra
milyonlarca Euro ve Dolar’lık rüşvet alan diğer bakanlar da milletvekilliklerini
sürdürüyor ve aynı durumdaki bürokratlar ise farklı görevlerde normal
hayatlarına devam ediyor. Bir de hiç utanmadan sıklıkla halkın karşısına çıkıp
en namuslu insanlarmışlar gibi nutuklar atabiliyorlar.
Belki de sahiden namuslular
ama bunu ortaya çıkaracak soruşturma süreçlerine müdahale ederek bunu ispatlama
hakkından aslında kendilerini mahrum bırakıyorlar. Daha kötüsü suçlu
olduklarına dair algıyı kendi elleriyle daha da güçlendiriyorlar. Bir de bunlar
dindar, muhafazakar geçinip, pervasızca dini istismar ederek bir ahlak ve erdem
dini olan İslam’ın üzerine büyük bir gölge düşürüyorlar. El Kaide’nin bulaştırdığı
terör ve şiddet lekesi yetmiyormuş gibi bu güzel dinin üzerine şimdi de hırsızlık ve
yolsuzluk lekesini ekliyorlar.
Yine Almanya’da bazı
milletvekillerinin devlet tarafından verilen 120 Eoru civarı konut yardımını,
zamanlarını ofiste geçirdikleri halde almaya devam etmelerinin ortaya
çıkmasıyla parlamentoda nasıl sığaya çekildiğini de hatırlıyoruz. Bizde ise
bakanların, vekillerin ve belediye başkanlarının kişisel seçim kampanyalarında kamu
imkanlarını nasıl kullandıklarının örneklerinin haddi hesabı yok. Zaten bunlardan
hesap soran da yok.
Yine hatırlanacağı
gibi, geçtiğimiz haftalarda İngiltere Kültür Bakanı Maria Miller, evi için
aldığı kredi miktarını keyfi bir şekilde arttırarak devleti dolandırdığının
tespit edilmesi üzerine, haksız kullandığı 5 bin sterlini geri ödemiş ve buna
rağmen istifa etmişti. Haksız kullandığı miktar bizim Başbakan, bakanlar ve
aileleri hakkındaki yolsuzluk iddialarının yanında çerez parası bile olamaz
oysa. Miller istifa ediyor, bizimkiler ise siyasete ve ülkeyi yönetmeye devam
ediyorlar.
Öte yandan, geçtiğimiz yıllarda Güney Kıbrıs’ta
meydana gelen bir cephanelik patlaması sonrası yaşananlar da siyasal
etiğin ne olduğu açısından iyi bir örnek. Ölümlerin olduğu bu olay sonrası olayla
doğrudan ilişkileri olmadığı halde siyasi sorumluluk duyan Rum kabinesinin önemli
bir kısmı hemen istifa etmişti. Halbuki, Balıkesir’de 25 askerin
ölümüyle sonuçlanan benzer bir facianın siyasi bedelini ödemek bizim ülkemizde hiç kimsenin aklının
ucundan bile geçmemişti.
Bir de tabii Güney Kore’de batan gemide ölen öğrenciler
sonrası yaşanan gelişmeler var ki, tam ibretlik. Biliyorsunuz, ölümlerden
kendisini sorumlu tutan okul yöneticilerinden biri hemen intihar etti. Ülkenin
başbakanı ise hiçbir dahli olmadığı halde sorumluluğu üstlenip istifasını verdi.
Böyle yapmakla belki başbakanlığı kaybetti ama, onur, izzet ve haysiyetini
pekiştirmiş oldu. Ya bizimkiler? Ne doğrudan sorumlu oldukları 34 ölümlü Uludere
katliamının, ne sebep oldukları çok ölümlü hızlı tren faciasının, ne de benzeri
katliam ve faciaların sorumluluğunun gereği olan istifa etmek şöyle dursun,
bazı durumlarda birbirlerine teşekkürler sunup, takdirlerle ödüllendirebildiler.
Lafa gelince din, ahlak,
faziletten dem vurup, dini değerleri en aşağılık şekilde istismar eden bu siyaset
sınıfı, ahlak ve faziletler manzumesi olan bu güzel İslam dinine de
en büyük zararı veriyorlar. Türkiye’de ve dünyada dindar Müslümanların fevkalade
mahir hırsızlar, rüşvetçiler, hak tanımaz zalimler olduğuna dair hak edilmeyen bir
imajın oluşmasına yol açıyorlar. “Yozlaşmış Müslüman” kimlikleriyle İslam
dininin imajını yerle bir ediyorlar.
İzzetlerini,
onurlarını, ahlaklarını sıfırlamak pahasına konumlarına çalı gibi sımsıkı sarılmakla kalmayıp, daha
fazla güce ve iktidara duydukları şehvetle hukuku ve devlet sistemini tarumar ediyorlar. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de bu yanlışlarına karşı çıkıp, pisliklerine tepki gösteren toplumsal kesimlere yönelik görülmedik zulümlere
imza atıyorlar. Ellerindeki devlet gücünü ve güdümlü medya imkanlarını kullanarak
görülmedik iftiralara ve haysiyet cellatlığına soyunuyorlar. Gırtlaklarına
kadar gömüldükleri ve ne kadar gömüldüklerini en iyi kendilerinin bildikleri
pisliklerin üzerini örterek ayakta kalabilmek için yapmadıkları hile, desise kalmıyor. Adeta başı kesilmiş can çekişen
bir horoz gibi devletin kurumlarına, milletin değerlerine, hukuk ve demokrasinin
en temel ilkelerine tamiri zor zararlar veriyorlar.
Bürokrasideki hukuksuz ve yargısız infaz
niteliğindeki tasfiyeler, basına ve sosyal medyaya büyük baskı ve sansürler, rejimi
tam bir despotik muhaberat devletine dönüştüren MİT yasası, 1 Mayıs’ta olduğu
gibi toplantı özgürlüğüne konulan yasaklar, en sıradan demokratik bir hukuk devletine
bile yakışmayan tehditler, şantajlar ve Hizmet Hareketi'ne yönelik işlenen nefret
suçları işte hep Başbakan ve çevresindeki yozlaşmış ekibin ne pahasına olursa
olsun ayakta kalmayı hedefleyen o temel içgüdülerinden kaynaklanıyor. Buna bir
de hep daha fazlasına ihtiyaç duydukları iktidara ve güce olan doymak bilmez
şehvetlerini eklemek gerekiyor.
Bana göre, bu kadar
pisliğe ve yolsuzluğa batmış bir iktidarın hayvani bir içgüdüyle giriştiği akıl
almaz uygulamaları sürdürebilir kılmasının imkanı bulunmuyor. Ama ne yazık ki bu
siyaset çetesinin izzet ve onur eksikliğinin kısa ve orta vadede ülkeye vereceği zararı ve bunun oluşturacağı
bedeli hepimiz ödüyoruz, ödeyeceğiz. Kendilerini daha fazla iktidar şehvetine kaptırmış birileri yüzünden ülke ve millet olarak hep
birlikte kaybediyoruz.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_346669_basic-instinct-and-lust-for-power.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder