17 Şubat 2016 Çarşamba

Savaş üzerine

İçinde bulunduğumuz coğrafyada uzunca bir zamandır savaşlar, çatışmalar, kıtallar eksik olmuyor. Nihayet kendi ülkemizde de savaş tamtamları çalmaya başladı. Hatta tamtam aşamasını geçip çoktan savaşa girdiğimizi iddia eden hükümet yanlısı savaşçı kalemşörler bile var.
            Demokrasi ve hukuktan uzaklaştıkça denetlenemez bir güç haline gelerek akılalmaz hukuksuzluklara ve suçlara bulaşan bir iktidar kliğinin tüm bunların üstünü örtmek ve bir daha günyüzüne çıkmalarını engellemek için belli ki despotlukta birkaç kademe daha yukarı çıkmaya ihtiyaçları var. Despotlukta arzu ettikleri seviyeye çıkmanın en kestirme yolu ise muhtemel bir savaşın sağlayacağı uygun koşulları kullanmak. “Bütün savaşları, dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için gençleri cepheye süren hırsızlar çıkarır,” diyen yazar Emma Goldman meğer ne kadar da haklıymış. 
            Şurası açık ki gırtlaklarına kadar hukuksuzluklara, yolsuzluklara ve suçlara batan bu iktidar kliğinin ihtiyacı dışında Türkiye’yi başka bir ülkenin topraklarında sonu belirsiz bir kanlı maceraya mecbur eden herhangi bir milli menfaat ya da sebep bulunmuyor. Kaldı ki Türkiye bitişiğinde bulunduğu coğrafyalarda kanlı savaşların ilk kez yaşandığı bir ülke de değil. Öyleyse Suriye konusunda çevresinde cereyan eden geçmiş savaşlardaki tavrından başka türlü bir tavır neden alsın ki? Emin olun bu sorunun milli menfaatlar çerçevesinde makul bir açıklaması yok.
            Madem ki konu milli menfaatlerle ilgili değil, öyleyse bir komşu ülkede kanlı bir iç savaşın çıkmasında baskın rol oynayan bir iktidar kliğinin siyasi ihtirasları adına izledikleri tutarsız politikaların bir devamı olarak tüm ülkeyi savaşa sokmaları çok feci bir cinayet, bir felaket olur. Hele hele de bu kifayetsiz klik doyumsuz ihtiraslarını dahiyane birer strateji, dünya gerçekleriyle hiç ilgisi olmayan hayallerini ise gerçek sanan lunatiklerden oluşuyorsa. 
            Tabiatı gereği her savaş büyük insani trajedileri beraberinde getirir. İnsancıl yaklaşım elbette ki yanıbaşımızda yaşanan bu trajedilerin mağduru olmuş sivillere el uzatmayı gerektirir. Bunun yolu da uluslararası toplumla birlikte ve uluslararası hukuk çerçevesinde savaşın mağduru olmuş sivillere yardım elini uzatmaktır. Bunu yapmak yerine bu tür krizlere, uluslararası hukuk tarafından herhangi bir yetkilendirme olmaksızın, tek taraflı askeri müdahaleler sadece krizin daha da genişlemesine, yaşanan insani trajedinin yayılarak daha da derinleşmesine yol açar.
            Geçtiğimiz yüzyılın başında birbiri ardına patlak veren kanlı savaşlar yüzünden yıkılan bir imparatorluğun yerine, yine verilen kanlı bir kurtuluş savaşı sonucunda kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, hiç şüphesiz ki, savaşın yıkıcılığını en iyi bilen devletlerden biridir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir” sözünü hayata aktaran bu devlet, yıkıcı savaşlardan uzak kalma konusunda ciddi tecrübelere de sahiptir.
            Ömrünün önemli bir kısmını savaş meydanlarında geçirmiş olan Atatürk’ün, arzuladığı şekilde çözüme ulaştığını hayattayken göremediği “Hatay Sorunu” konusunda, savaş seçeneğinden hep uzak durması, tercihini hep siyasi çözümden ve diplomasiden yana kullanması boşuna değildir. Benzer şekilde ömrü cephelerde geçmiş İsmet İnönü’nün de Türkiye’yi 50 milyon insanın hayatını kaybettiği 2. Dünya Savaşı’nın yakıcılığından uzak tutmak için sergilediği çaba herkesin malumudur.
            Hemen yanıbaşında 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı, 1990 Körfez Savaşı, 2003’te Irak’ın işgali gibi savaşlarda da Türkiye’nin, insani trajedilere her türlü duyarlılığı göstermekle birlikte, savaşın alevleri içerisine çekilmekten kendisini başarılı bir şekilde koruduğunu görüyoruz. Bugün dönüp baktığımızda “bu savaşlara keşke müdahil olsaydık” diyen, ne dediğinin farkında bile olmayan birkaç ruh hastası dışında, kimseye rastlayamazsınız.
Benzer bir yaklaşımla “Savaş Üzerine” isimli strateji kitabında “savaş, siyasetin ve diplomasinin bir devamıdır” diyen Carl von Clausewitz de, üstelik çok az bir kelime sarfiyatıyla kriz durumlarında önceliğin siyaset ve diplomaside olduğunun altını başarıyla çizer.
            Prusyalı Von Clausewitz, şüphesiz ki strateji ilmi açısından 2500 yıl önce yaşamış büyük dedesi Çinli komutan Sun Tzu’nun izindedir. Sun Tzu, “Savaş Sanatı” isimli efsanevi kitabında şöyle der: “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Gerçek önder savaşmadan kazanan önderdir.” Hırsızlık ve yolsuzlukta suç üstü yakalanıp, suçlarını örtmek için savaş dahil her şeyi göze alanları istisna tutacak olursak, Adolf Hitler gibi gücü kutsayan bazı sosyal Darvinistler dışında, aklı başında olup da savaşı yücelten kimseye rastlayamazsınız. Çünkü, Benjamin Franklin’in dediği gibi “iyi bir savaş, kötü bir barış hiç olmamıştır.”
            Bununla birlikte Antik Yunan devrinde yaşamış bir oyun yazarı olan Aeschylus’un “savaşta verilen ilk kayıp, gerçektir,” sözünü aradan geçen 2500 yıldan sonra sanırım biraz güncellemek gerekiyor. Çünkü modern zamanlarda gerçekler savaş başlamadan çok önce öldürülür. Mesela, Irak Savaşı öncesinde Amerikan işgalini gerekçelendirmek için uydurulan yalanlar hala hafızalarda. Bugün Suriye’ye girmek için gerekçe arayan Türkiye’deki iktidar kliğinin yüzde 85’ini kontrol ettiği medya üzerinden yapmaya çalıştıkları da George W. Bush’un Irak’ı işgal öncesi yaptıklarından açıkçası pek farklı değil.
            İngiliz düşünür Bertrand Russel der ki, “savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir.” Tamamen silah kapasitesine ve kaba güce dayalı savaşlar için Russel elbette ki haklı, ama bu durum savaş öncesi durumlar için de geçerli. Hitler, Stalin gibi ya da zaman zaman ABD’nin yaptığı gibi uygun koşullar oluştuğunda sahip olunan kaba güce dayanılarak bölgesel ya da küresel bir düzen kurmaya yeltenilebiliyor. Bu tür hareketler elbette ki ahlaken ve uluslararası hukuk açısından meşru değildir. Ama bu tür eylemlerin meşru olmadığını kendilerine söyleyebilecek ve geri adıma zorlayabilecek bir güç yoksa şayet reel politiğin ahlaksız ilkeleri gereği dilediklerini yapabiliyorlar. Şayet bu çapta bir gücünüz yoksa uluslararası alana tekabül eden her adımınızda meşruiyeti ve uluslararası hukuk kurallarını gözetmek zorundasınız. Belli ki Türkiye’deki muhteris iktidar kliğinin Suriye’deki gelişmelere dair anlayamadığı nokta da bu.
            Söz konusu iktidar kliğinin Suriye konusundaki ihtirasları ile ülkenin sahip olduğu güç; bu kliğin Suriye’ye dair hayalleriyle Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru hakları arasında bir uçurum bulunuyor. Eğri oturup doğru konuşalım, meşruiyet ve uluslararası hukuk açısından Türkiye, Suriye’de etkin bir askeri varlık gösteren Rusya’nın sahip olduğu haklar kadar bir hakka ve meşruiyete sahip bulunmuyor. Şöyle ki, uluslararası hukuk ve uluslararası sistem meşru Suriye devleti olarak hala Esed Rejimi’ni görüyor. Resmen Esed rejiminin egemenliği altındaki Suriye topraklarının bazı kısımlarının farklı silahlı grupların kontrolü altında olması uluslararası hukuk açısından hiçbir anlam ifade etmiyor.
            Uluslararası hukuk açısından egemen Esed rejiminin resmi daveti üzerine bu ülkeye asker ve silah gönderen Rusya’nın uluslararası hukuk tarafından tanınan Suriye sınırları içerisindeki eylemleri, Esed rejiminin rızası olduğu müddetçe, uluslararası hukuk açısından maalesef hiçbir sorun taşımıyor. Esed’in talebi olduğu müddetçe Rusya, Suriye topraklarındaki Esed muhalifi güçleri yok etme hakkına sahip olduğu gibi Esed rejiminin rızası dışında Suriye topraklarına yönelik herhangi bir dış müdahaleye karşı koyma hakkına da sahip bulunuyor.
            Suriye ile 910 km’lik ortak sınırı bulunan Türkiye’nin ise, uluslararası hukuk açısından maalesef böyle bir hakkı bulunmuyor. Türkiye’nin hukuk çerçevesinde Suriye topraklarına yönelik tek meşru hakkı Türk topraklarına yönelik herhangi bir saldırı sonrasında bu saldırıyı gerçekleştiren unsurları hedef alan, süresi ve kapsamı kısıtlı sıcak takipten (hot pursuit) ibaret. Elbette ki angajman kuralları gereği sınır ihlallerine yönelik önlemleri de uluslararası hukuk açısından meşru. Daha ötesi ise hayal.
            Sahi Türkiye hangi meşru davete veya ihtiyaca dayanarak Suriye topraklarına girecek? Türkiye’yi Esed rejimi mi davet ededec, yoksa terörist dediği PYD mi? Uluslararası dostlarına birlikte mücadele ediyorlarmış görüntüsü vermeye çalıştığı IŞİD mi? Yoksa Esed rejimine karşı desteklediği diğer radikal gruplar mı? İyi de meşru muhataplık açısından bunların hiçbirinin uluslararası hukukta hiçbir karşılığı yok ki.
            Dolayısıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi ve daimi olmayan toplam 15 üyesinin ortak tavrını yansıtan ve Suriye’deki PYD mevzilerini top ateşine tutan Türkiye’yi hem uyaran, hem de kınayan BMGK başkanlık açıklamasına hiç şaşırmamak gerekir. Kendi sınırlarımızın korunması, topraklarımızın savunulması ve halkımızın güvenliğinin sağlanması dışında, BMGK kararlarına dayanmayan, her türlü maceracı eylemden de uzak durmak gerekir.
            “Rusya’nın Suriye’de ne işi var?” tarzı boş efelenmeler kalabalıkların kulağına hoş gelse de, bilin ki bunlar hukuken hiçbir anlamı olmayan boş sözler. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın yaptığı gibi, bu tür boş hamasetin peşine takılıp Suriye’de 10 km’lik güvenlik koridoru açmaktan bahsetmek de hayalci bir safsatadan ibaret. Bir BMGK kararına dayanmadan ve uluslararası meşruiyeti sağlanmadan bunu yapabilmenin hiçbir imkanı yoktur. Yeni bir fikir olmayan Suriye içerisinde bir güvenlik koridoru oluşturmak mümkün olsaydı geçtiğimiz 5 yıl içerisinde zaten çoktan yapılmış olurdu.
            Özetin özeti: Türkiye’nin çıkarları Türkiye’nin sınırlarında başlar. Türkiye’nin ve Türk halkının güvenliği Türkiye’nin sınırlarında korunur. Bunun ötesine geçecek her adım talihsiz bir maceracılık olarak ülkenin felaketine dönüşür. Uyarmadı demeyin!

Not: Çarşamba akşamı Ankara'nın en korunaklı yerinde doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef alan, 28 kişinin öldüğü, 61 kişinin yaralandığı terör saldırısını şiddetle kınıyor, yaralılara şifa, şehitlerimize rahmet, yakınlarına sabır ve metanet diliyorum. Milletimizin başı sağolsun, Allah beterinden korusun...

 
           

           
           
           



           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder