Demokrasi
ve hukuktan uzaklaştıkça denetlenemez bir güç haline gelerek akılalmaz
hukuksuzluklara ve suçlara bulaşan bir iktidar kliğinin tüm bunların üstünü
örtmek ve bir daha günyüzüne çıkmalarını engellemek için belli ki despotlukta
birkaç kademe daha yukarı çıkmaya ihtiyaçları var. Despotlukta arzu ettikleri
seviyeye çıkmanın en kestirme yolu ise muhtemel bir savaşın sağlayacağı uygun
koşulları kullanmak. “Bütün savaşları, dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu
yüzden de kendileri adına dövüşmek için gençleri cepheye süren hırsızlar
çıkarır,” diyen yazar Emma Goldman meğer ne kadar da haklıymış.
Şurası açık
ki gırtlaklarına kadar hukuksuzluklara, yolsuzluklara ve suçlara batan bu
iktidar kliğinin ihtiyacı dışında Türkiye’yi başka bir ülkenin topraklarında
sonu belirsiz bir kanlı maceraya mecbur eden herhangi bir milli menfaat ya da
sebep bulunmuyor. Kaldı ki Türkiye bitişiğinde bulunduğu coğrafyalarda kanlı
savaşların ilk kez yaşandığı bir ülke de değil. Öyleyse Suriye konusunda
çevresinde cereyan eden geçmiş savaşlardaki tavrından başka türlü bir tavır neden
alsın ki? Emin olun bu sorunun milli menfaatlar çerçevesinde makul bir
açıklaması yok.
Madem ki konu
milli menfaatlerle ilgili değil, öyleyse bir komşu ülkede kanlı bir iç savaşın
çıkmasında baskın rol oynayan bir iktidar kliğinin siyasi ihtirasları adına izledikleri
tutarsız politikaların bir devamı olarak tüm ülkeyi savaşa sokmaları çok feci
bir cinayet, bir felaket olur. Hele hele de bu kifayetsiz klik doyumsuz
ihtiraslarını dahiyane birer strateji, dünya gerçekleriyle hiç ilgisi olmayan
hayallerini ise gerçek sanan lunatiklerden oluşuyorsa.
Tabiatı
gereği her savaş büyük insani trajedileri beraberinde getirir. İnsancıl
yaklaşım elbette ki yanıbaşımızda yaşanan bu trajedilerin mağduru olmuş
sivillere el uzatmayı gerektirir. Bunun yolu da uluslararası toplumla birlikte ve
uluslararası hukuk çerçevesinde savaşın mağduru olmuş sivillere yardım elini
uzatmaktır. Bunu yapmak yerine bu tür krizlere, uluslararası hukuk tarafından
herhangi bir yetkilendirme olmaksızın, tek taraflı askeri müdahaleler sadece
krizin daha da genişlemesine, yaşanan insani trajedinin yayılarak daha da derinleşmesine
yol açar.
Geçtiğimiz
yüzyılın başında birbiri ardına patlak veren kanlı savaşlar yüzünden yıkılan
bir imparatorluğun yerine, yine verilen kanlı bir kurtuluş savaşı sonucunda
kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, hiç şüphesiz ki, savaşın yıkıcılığını en iyi
bilen devletlerden biridir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “milletin hayatı tehlikeye
düşmedikçe savaş bir cinayettir” sözünü hayata aktaran bu devlet, yıkıcı
savaşlardan uzak kalma konusunda ciddi tecrübelere de sahiptir.
Ömrünün
önemli bir kısmını savaş meydanlarında geçirmiş olan Atatürk’ün, arzuladığı
şekilde çözüme ulaştığını hayattayken göremediği “Hatay Sorunu” konusunda,
savaş seçeneğinden hep uzak durması, tercihini hep siyasi çözümden ve
diplomasiden yana kullanması boşuna değildir. Benzer şekilde ömrü cephelerde
geçmiş İsmet İnönü’nün de Türkiye’yi 50 milyon insanın hayatını kaybettiği 2.
Dünya Savaşı’nın yakıcılığından uzak tutmak için sergilediği çaba herkesin
malumudur.
Hemen yanıbaşında 1980-1988
yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı, 1990 Körfez Savaşı, 2003’te Irak’ın
işgali gibi savaşlarda da Türkiye’nin, insani trajedilere her türlü duyarlılığı
göstermekle birlikte, savaşın alevleri içerisine çekilmekten kendisini başarılı
bir şekilde koruduğunu görüyoruz. Bugün dönüp baktığımızda “bu savaşlara keşke
müdahil olsaydık” diyen, ne dediğinin farkında bile olmayan birkaç ruh hastası
dışında, kimseye rastlayamazsınız.
Benzer bir yaklaşımla “Savaş Üzerine” isimli strateji kitabında “savaş, siyasetin ve diplomasinin bir devamıdır” diyen Carl von Clausewitz de, üstelik çok az bir kelime sarfiyatıyla kriz durumlarında önceliğin siyaset ve diplomaside olduğunun altını başarıyla çizer.
Benzer bir yaklaşımla “Savaş Üzerine” isimli strateji kitabında “savaş, siyasetin ve diplomasinin bir devamıdır” diyen Carl von Clausewitz de, üstelik çok az bir kelime sarfiyatıyla kriz durumlarında önceliğin siyaset ve diplomaside olduğunun altını başarıyla çizer.
Prusyalı
Von Clausewitz, şüphesiz ki strateji ilmi açısından 2500 yıl önce yaşamış büyük
dedesi Çinli komutan Sun Tzu’nun izindedir. Sun Tzu, “Savaş Sanatı” isimli
efsanevi kitabında şöyle der: “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Gerçek
önder savaşmadan kazanan önderdir.” Hırsızlık ve yolsuzlukta suç üstü
yakalanıp, suçlarını örtmek için savaş dahil her şeyi göze alanları istisna
tutacak olursak, Adolf Hitler gibi gücü kutsayan bazı sosyal Darvinistler
dışında, aklı başında olup da savaşı yücelten kimseye rastlayamazsınız. Çünkü, Benjamin
Franklin’in dediği gibi “iyi bir savaş, kötü bir barış hiç olmamıştır.”
Bununla
birlikte Antik Yunan devrinde yaşamış bir oyun yazarı olan Aeschylus’un “savaşta
verilen ilk kayıp, gerçektir,” sözünü aradan geçen 2500 yıldan sonra sanırım biraz
güncellemek gerekiyor. Çünkü modern zamanlarda gerçekler savaş başlamadan çok
önce öldürülür. Mesela, Irak Savaşı öncesinde Amerikan işgalini
gerekçelendirmek için uydurulan yalanlar hala hafızalarda. Bugün Suriye’ye
girmek için gerekçe arayan Türkiye’deki iktidar kliğinin yüzde 85’ini kontrol
ettiği medya üzerinden yapmaya çalıştıkları da George W. Bush’un Irak’ı işgal
öncesi yaptıklarından açıkçası pek farklı değil.
İngiliz
düşünür Bertrand Russel der ki, “savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz
olduğuna karar verir.” Tamamen silah kapasitesine ve kaba güce dayalı savaşlar
için Russel elbette ki haklı, ama bu durum savaş öncesi durumlar için de
geçerli. Hitler, Stalin gibi ya da zaman zaman ABD’nin yaptığı gibi uygun
koşullar oluştuğunda sahip olunan kaba güce dayanılarak bölgesel ya da küresel
bir düzen kurmaya yeltenilebiliyor. Bu tür hareketler elbette ki ahlaken ve
uluslararası hukuk açısından meşru değildir. Ama bu tür eylemlerin meşru olmadığını
kendilerine söyleyebilecek ve geri adıma zorlayabilecek bir güç yoksa şayet
reel politiğin ahlaksız ilkeleri gereği dilediklerini yapabiliyorlar. Şayet bu
çapta bir gücünüz yoksa uluslararası alana tekabül eden her adımınızda
meşruiyeti ve uluslararası hukuk kurallarını gözetmek zorundasınız. Belli ki
Türkiye’deki muhteris iktidar kliğinin Suriye’deki gelişmelere dair
anlayamadığı nokta da bu.
Söz konusu
iktidar kliğinin Suriye konusundaki ihtirasları ile ülkenin sahip olduğu güç; bu
kliğin Suriye’ye dair hayalleriyle Türkiye’nin uluslararası hukuktan
kaynaklanan meşru hakları arasında bir uçurum bulunuyor. Eğri oturup doğru
konuşalım, meşruiyet ve uluslararası hukuk açısından Türkiye, Suriye’de etkin bir
askeri varlık gösteren Rusya’nın sahip olduğu haklar kadar bir hakka ve
meşruiyete sahip bulunmuyor. Şöyle ki, uluslararası hukuk ve uluslararası
sistem meşru Suriye devleti olarak hala Esed Rejimi’ni görüyor. Resmen Esed
rejiminin egemenliği altındaki Suriye topraklarının bazı kısımlarının farklı silahlı
grupların kontrolü altında olması uluslararası hukuk açısından hiçbir anlam
ifade etmiyor.
Uluslararası
hukuk açısından egemen Esed rejiminin resmi daveti üzerine bu ülkeye asker ve
silah gönderen Rusya’nın uluslararası hukuk tarafından tanınan Suriye sınırları
içerisindeki eylemleri, Esed rejiminin rızası olduğu müddetçe, uluslararası
hukuk açısından maalesef hiçbir sorun taşımıyor. Esed’in talebi olduğu müddetçe
Rusya, Suriye topraklarındaki Esed muhalifi güçleri yok etme hakkına sahip
olduğu gibi Esed rejiminin rızası dışında Suriye topraklarına yönelik herhangi
bir dış müdahaleye karşı koyma hakkına da sahip bulunuyor.
Suriye ile
910 km’lik ortak sınırı bulunan Türkiye’nin ise, uluslararası hukuk açısından
maalesef böyle bir hakkı bulunmuyor. Türkiye’nin hukuk çerçevesinde Suriye
topraklarına yönelik tek meşru hakkı Türk topraklarına yönelik herhangi bir
saldırı sonrasında bu saldırıyı gerçekleştiren unsurları hedef alan, süresi ve
kapsamı kısıtlı sıcak takipten (hot pursuit) ibaret. Elbette ki angajman
kuralları gereği sınır ihlallerine yönelik önlemleri de uluslararası hukuk
açısından meşru. Daha ötesi ise hayal.
Sahi Türkiye
hangi meşru davete veya ihtiyaca dayanarak Suriye topraklarına girecek?
Türkiye’yi Esed rejimi mi davet ededec, yoksa terörist dediği PYD mi? Uluslararası
dostlarına birlikte mücadele ediyorlarmış görüntüsü vermeye çalıştığı IŞİD mi?
Yoksa Esed rejimine karşı desteklediği diğer radikal gruplar mı? İyi de meşru muhataplık
açısından bunların hiçbirinin uluslararası hukukta hiçbir karşılığı yok ki.
Dolayısıyla
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi ve daimi olmayan toplam
15 üyesinin ortak tavrını yansıtan ve Suriye’deki PYD mevzilerini top ateşine
tutan Türkiye’yi hem uyaran, hem de kınayan BMGK başkanlık açıklamasına hiç şaşırmamak
gerekir. Kendi sınırlarımızın korunması, topraklarımızın savunulması ve
halkımızın güvenliğinin sağlanması dışında, BMGK kararlarına dayanmayan, her
türlü maceracı eylemden de uzak durmak gerekir.
“Rusya’nın
Suriye’de ne işi var?” tarzı boş efelenmeler kalabalıkların kulağına hoş gelse
de, bilin ki bunlar hukuken hiçbir anlamı olmayan boş sözler. Başbakan
Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın yaptığı gibi, bu tür boş hamasetin peşine takılıp
Suriye’de 10 km’lik güvenlik koridoru açmaktan bahsetmek de hayalci bir safsatadan
ibaret. Bir BMGK kararına dayanmadan ve uluslararası meşruiyeti sağlanmadan
bunu yapabilmenin hiçbir imkanı yoktur. Yeni bir fikir olmayan Suriye
içerisinde bir güvenlik koridoru oluşturmak mümkün olsaydı geçtiğimiz 5 yıl
içerisinde zaten çoktan yapılmış olurdu.
Özetin
özeti: Türkiye’nin çıkarları Türkiye’nin sınırlarında başlar. Türkiye’nin ve
Türk halkının güvenliği Türkiye’nin sınırlarında korunur. Bunun ötesine geçecek
her adım talihsiz bir maceracılık olarak ülkenin felaketine dönüşür. Uyarmadı
demeyin!
Not: Çarşamba akşamı Ankara'nın en korunaklı yerinde doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef alan, 28 kişinin öldüğü, 61 kişinin yaralandığı terör saldırısını şiddetle kınıyor, yaralılara şifa, şehitlerimize rahmet, yakınlarına sabır ve metanet diliyorum. Milletimizin başı sağolsun, Allah beterinden korusun...
Not: Çarşamba akşamı Ankara'nın en korunaklı yerinde doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef alan, 28 kişinin öldüğü, 61 kişinin yaralandığı terör saldırısını şiddetle kınıyor, yaralılara şifa, şehitlerimize rahmet, yakınlarına sabır ve metanet diliyorum. Milletimizin başı sağolsun, Allah beterinden korusun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder