Herkes ona “AK Parti’nin vicdanı” diye bakardı. Kritik dönemlerde cesur çıkışlar yapar, “hakikatin sesi” olarak görülürdü. Siyasi sicili temizdi. Adı yolsuzluklarla, hırsızlıklarla, rüşvetle, şaibelerle anılan bir isim değildi. Ama ne yazık ki, AKP’ye dönüşüm sürecinde AK Parti’nin neredeyse tamamını kaybettiği hayati değerlerin paralelinde O da kendisini kendisi yapan pek çok şeyini kaybetti. Kim ne derse desin nev-i şahsına münhasır siyasi ve insani bir değerdi. Ama kendi değerini bilemedi.
Çünkü göz göre göre ve
taammüden işlenen hukuksuzluklar, keyfilikler, zulümler, despotluklar,
hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler, talanlar, yalanlar, iftiralar,
hakaretler, dökülen kanlar karşısında sus pus olmuştu. Sus pus olmakla da kalmayıp
Türkiye’nin en masum çevrelerine karşı girişilen linç kampanyalarıyla
Şeytanlaştırma korosunun bir parçası haline gelmişti. Ancak tek adam despotluğunu
kurma çabaları gelip kendi sınırını tehdit etmeye başlayınca sesini hafiften ve
ürkek bir edayla yükseltmiş, Erdoğan’ın ayaklar altına alıp paspasa çevirdiği tartışmalı
“özgül ağırlığı”nı hatırlama ve hatırlatma ihtiyacını duymuştu.
Erdoğan’ın dümende olduğu
Türkiye adım adım keyfiliğe, hukuksuzluğa ve bir tek adam despotizmine doğru
hızla yol alırken kırmızı çizgilerini kendi siyasi ikbalinin gereklerine eşitleyerek
halk nezdindeki “AKP’nin vicdanı”, “hakikatın sesi” olma kredisini müsrif bir
siyasi hovarda gibi kendi elleriyle yiyip bitirmişti. Çok hızlı bir mutasyona
uğrayarak siyasi bir canavara dönüşen AKP’nin saflarında türeyen siyasal
İslamcı bir güruhun ülkeyi kesif bir İslamo-Faşizme doğru taşımasına karşı sesini
hiç çıkarmamıştı. Cılız da olsa ses çıkarıyor gibi yaptığı her seferinde ise kişisel
sıkıntılarını merkeze alarak bazı tumturaklı sözler sarf etmekten öteye
gidememişti. İşte böyle böyle inandırıcılığını, güvenilirliğini, saygınlığını,
itibarını ve ağırlığını geri dönüşü olmayacak şekilde kaybetmişti.
Bu hazin noktaya gelmesi
hemen olmadı tabii… Ne yazık ki, şöhretli vicdanını ne Roboski/Uludere katliamı
sonrasında sızlarken görebilmiştik, ne de Gezi Parkı protestoları sırasında.
2011’den bu yana ne Kürtlerin karşı karşıya kaldığı kıyım ve baskılar karşısında
hakikatin sesi olabilmişti, ne de Alevi vatandaşlarımızın yıllarca boş
vaatlerle oyalanmalarına karşın haklarının verilmemesi karşısında. Soma’da,
Ermenek’te para hırsına feda edilen önlemlerin alınmaması yüzünden kurban verilen
yüzlerce madencinin ardından aymazlığı ve utanmazlığı maske edinenlerle aynı
kabinede yan yana oturmakta bir sorun görmemişti mesela. Ne kadar farkındaydı
bilemem ama 17/25 Aralık 2013’te ortalığa saçılan devasa yolsuzluk ve rüşvet
kanıtlarının güçlü bir sel gibi önüne katıp sürükledikleri arasında kendisinin “temiz
adam”, “dürüst adam” imajı da vardı. İmaj işte! Demek ki yıllarca tecrübeye
dayalı elde edilen tüm o ütme ve aldatmaca becerilerine rağmen acı ve kahredici
gerçekliğin yerini tutamıyor.
Öte yandan, hayal bile
edemeyeceğimiz bir büyük çaresizlik içerisinde yutkunarak mı sustu, yoksa bile
isteye mi sessiz kaldı bilemiyorum. Ama yoksul halkı ahlaksızca soyanlara karşı
dik durabilmek şöyle dursun, bu adi hırsızlıkları, yolsuzlukları ve rüşvetleri
ortaya çıkaran polislerin, savcıların ve hakimlerin oradan oraya sürülmelerinde,
görevlerinden alınmalarında ve hapse atılmalarında ciddi roller bile aldı. Yetmedi,
alçakça bir palavradan ibaret olduğunu adı gibi bildiği “Paralel” safsatasının
gereğini yaparak 40 bin civarındaki kamu çalışanını perişan edenlerden biri de
kendisi oldu. Neticede Başbakan Yardımcısıydı ve hakkın, hakikatin sesi olmak
yerine zulmün ve hukuksuzluğun bir parçası olmayı kendi rızasıyla tercih etti.
Lafa gelince en “müstağni”
oydu. Ama zulümlere alet olmak ya da göz yummak suretiyle kirlettikçe kirlettiği
koltuğundan olmaktan endişe ettiği için mi, yoksa şaibelerin odağı haline gelen
partisinde siyasi konumunu daha da güçlendirmek için midir bilinmez, 60-65 yıl
boyunca inşa ettiği kendisini kendisi yapan neyi varsa bu uğurda bozuk para
gibi harcadı. Öyle ki, ahlaksızca sürdürülen “cadı avı”nın bile sıradan bir
parçasına, bir aparatına dönüştü. Masum insanlar görevlerinden edilirken, polis
akademisi örneğinde olduğu gibi öğrenciler yıllarca okudukları okullardan keyfi
şekilde atılırken, adı en ufak suça karışmamış insanlar hukuksuzca kovuşturulurken
ve hatta tuhaf oldu-bittilerle hapse atılırken bastırmayı başardığı ya da
tamamen kaybettiği vicdanının verdiği o rahatsız edici rahatlıkla devleti yönetmeye
devam etti.
Eğitsel ve sosyal işlevlerini
çok iyi bildiği dershaneler keyfi bir şekilde kapatılmaya çalışılırken, hayır
işleri dışında bir derdi olmayan Kimse Yok mu felç edilmeye çalışılırken o da despotik
güruhun arasındaydı. İntikam hisleriyle el konulan Bank Asya’nın gaspçılarına karşı
kaşını bile kaldırmadı. Ailesinden insanların bile aralarında olduğu ve eline
hiç silah almamış olduklarını çok iyi bildiği insanlar “terör örgütü üyeliği”
ile suçlanırken ne vicdanından bir kırıntı, ne şüphe duyulmayan ahlakından bir
emare, ne de o kasırgalar gibi açık sözlülüğüyle kendisini gösteren cesaretinden
bir esinti hissettirmedi. Hükümetlerinin askeri cuntalara karşı ayakta
kalabilmesi mücadelesi sırasında çok şey borçlu oldukları ve çok yakından tanıdıkları
için dürüstlüklerini çok iyi bildikleri gazeteciler en aşağılık linçlere hedef
yapılırken, hukuksuzca tutuklanıp keyfi bir şekilde hapishanelere atılırken
gıkını bile çıkarmadı. Hiçbir suç içermeyen kurgusal bir dizi senaryosu
yüzünden 11 aydır hapis yatan, tahliye
kararına rağmen aylardır tutsak tutulan Hidayet Karaca’nın adını bir kez bile anmadı.
Sırf Erdoğan ve suça
batmış güruhunun kişisel intikam duygusunu tatmin etmek için ağır silahlı
polisler eşliğinde yurdun her köşesinde okullar, yurtlar, kreşler basılırken;
yurtdışındaki Türk okullarının kapatılması için deli saçması işler yapılırken
başını umarsızca kuma gömdü. Yakından tanıdığı hayırsever işadamları tek tek
tutuklanıp nezarethanelere ya da hapishanelere tıkılırken, yapılan bu zulümler
karşısında adeta bir “dilsiz şeytan” olmayı tercih etti.
Kaderin garip bir cilvesi
olsa gerek parçası olduğu adi iftiralar, hukuksuzluklar, keyfilikler, zulümler
ve baskılar dönüp dolaşıp nihayet kendisini de bulunca şimdi çıkmış konuşuyor. Kaç-AK
Saray’daki zatı ima ederek “Birilerine olan sevgimi kaybettim, insan yol
arkadaşını iyi seçmeli” diyor. Bir zamanlar bakanken kendisine bağlı olan TRT’nin
ve daha bir çok hükümet yanlısı TV kanalının ve medyanın kendisine 2 yıldır
ambargo uyguladığından şikayet ediyor. Erdoğan medyasındaki bazı köşe
yazarlarının masumlara zulmüyle maruf eli kanlı ve lanetli Yezid’den daha fazla
cinayet işlediklerini söylüyor. Hatta “İnsanların haysiyetine alçakça
saldırıyorlar. Yezid görse kıskanırdı,” diyor. Ne diyelim, günaydın!
Kendisinin de içinde
bulunduğu gözü dönmüş bir güruh tarafından en aşağılık saldırıların ve en
ahlaksız iftiraların hedefi haline getirilen saygın Türk-İslam alimi Fethullah
Gülen Hocaefendi için nihayet bir-iki kırık cümle kurmayı da becerebiliyor. “Şimdi
Gülen için terör örgütü (FETÖ) kavramı yerleştirilmeye çalışıyor birileri.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (Kırmızı Kitap), MGK kararlarında böyle bir
şey yok” diyor.
AKP’nin kurucu
babalarından Bülent Arınç’ın, son birkaç yıldır AKP çevrelerinin işlediği bütün
suçlarda, hukuksuzluklarda ve zulümlerde çok ciddi payı olsa da bunları seçimlere
bir hafta kala söylemesi ya da söylemek zorunda kalması çok önemli. Arınç’ın
sözleri yakın gelecekteki kaçınılmaz siyasi gelişmeler açısından ciddi semptomlar
niteliğinde de. Ama yine de söylenmesi gerekenler açısından Arınç’ın söyledikleri
çok ama çok az ve çok ama çok geç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder