29 Ekim 2015 Perşembe

92. yaşında can çekişen Cumhuriyet


İhtişamlı dönemler geçirdikten, 600 yıl sürdükten sonra zamana ayak uydurmakta zorlanıp miadını doldurarak çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üzerinden tam 92 yıl geçti. Zor şartlar altında kurtarılan Anadolu’nun kalbinde Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğiyle kurulan Cumhuriyet o dönemin şartlarına göre demokratik hukuk devleti olabilme çabası sergilemekten de geri durmadı.
Ancak, Cumhuriyet bazı tarihsel sebeplerden, bazı kifayetsizliklerden ve uluslararası konjontürden dolayı maalesef gerçek bir demokratik hukuk devleti olma idealine bir türlü ulaşamadı. Bu yöndeki çabalar ya demokrasi ve hukuk vaatleriyle gelen samimiyetsiz ve muhteris siyasi liderlerin yeterince güç temerküzü sağladıktan sonra bir tek adam diktası kurma hayali peşinde despotlaşmaşıyla sonuçlandı. Ya da siyasi aktörlerin beceriksizlikleri yüzünden dönem dönem paralize olan acemi demokrasimiz askeri darbeler ve müdahalelerle kesintiye uğradı. Netice 92 yıl boyunca Cumhuriyet bir türlü özgürlükçü ve tam teşekküllü bir demokratik hukuk devleti olma vasfıyla taçlandırılamadı.
Yarım yamalak bu demokrasisine, bir türlü yerli yerine oturtulamayan hukuk devletinin her türden zafiyetine rağmen bütün renkleri ve görüşleriyle Türk milleti Cumhuriyet’i yine de çok sevdi. Zihniyet olarak tarih öncesinde kalmış çok marjinal bazı gruplar dışında halkın tamamı Cumhuriyet’i benimsedi ve sahiplendi.
Buna rağmen bugün Türkiye Cumhuriyeti, kemale ermemiş olsa da kimliğini bütünleyen bütün demokratik ve hukuki ilkeleriyle birlikte can çekişiyor. Çünkü o “çok marjinal bazı gruplar” diye tanımladığımız bir azınlığın arsız ve şımarık tahakkümü altında bulunuyor. Cumhuriyet dönemi değerleri ve tecrübeleri yerine kendilerine geçmiş zamanların sıkıntılı istibdat dönemlerini referans alarak “Büyük Devlet” hayalleri peşinde koşan bu küçük güruh, gün be gerçeklikle bağlarını tamamen yitirdikleri halde, Cumhuriyet’i neredeyse tamamen esir almış durumdalar. Gırtlağına kadar suça ve yolsuzluğa batmış bu muktedir azgın azınlığın elinde Cumhuriyet adeta maalesef son demlerini yaşıyor. Ya çok geç olmadan uygulanacak bir şok tedaviyle demokratik Cumhuriyet kendisine yeniden gelecek ya da tamamen Orta Doğu’nun ve Asya’nın hiç de yabancısı olmadığı kesif bir diktatörlüğün hakimiyetine girecek.
Ülkede son yıllarda ve özellikle de son günlerde yaşananlara şöyle bir kuş bakışı bakanlar, şu an bile sultası altında yaşamakta olduğumuz nev-i şahsına münhasır rejimin demokratik bir hukuk devleti olmadığına rahatlıkla kanaat getirebilirler. “Halk yönetimi” anlamına gelen Cumhuriyet’in bu mümeyyiz vasfını gün be gün nasıl da yitirmekte olduğuna kolayca ve doğru bir şekilde hükmedebilirler. Devletin en tepesinde bulunanların bile her türlü yolsuzluk ve rüşvet şaibeleriyle anıldığı, işlemedik ulusal ve uluslararası suç bırakmadıklarına dair şüphelerin ise zirve yaptığı bir ortamda güçler ayrılığı sistemi, kontrol ve denge mekanizmaları, temel hak ve özgürlükler, şeffaflık, hukuk ve hesap verebilirlik özelliklerinden gün be gün mahrum bırakılan mevcut rejimin sultanlıkla diktatörlük karışımı bir tek adam rejimine dönüşmekte olduğu aklını ve izanını tamamen yitirmemiş herkes tarafından açıkça görülebiliyor.
Hukuksuz proje hakimlikler, partizan savcılıklarla bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş yargının bulunduğu, iktidarın ve iktidardan da muktedir bir tek adamın milis gücüne dönüştürülmüş polis teşkilatının olduğu, özgür basının tek tek susturulduğu, basının ve medyanın en az yüzde 80’inin o tek adam tarafından doğrudan ya da dolaylı kontrol edildiği, kamu yayıncılığı yapan medya organlarının gün be gün güçlenen bu despotluğun sıradan  propaganda makinasına dönüştürüldüğü bir rejime ne demokrasi, ne hukuk devleti, ne de Cumhuriyet diyebilmenin imkanı kalmamıştır.
Şirketlerin ve işadamlarının tek tek tehdit edildiği, mallarına keyfi şekilde el konulduğu, can çekişmekte olan bir avuç özgür ve bağımsız medya kuruluşunun gazetelerinin kapatıldığı, televizyonlarının karartıldığı bir rejimin bir adı varsa, o da herhalde diktatörlüktür. Gerçek sivil toplum örgütlerinin üzerinde tepinildiği, GONGO niteliğinde binlerce çakma sivil toplum görünümlü entitenin kurulduğu, en basit eleştiri getirenlerin bile derhal “terörist” diye yaftalanarak üzerlerine çullanıldığı bir rejimin adına demokratik bir hukuk devleti veya Cumhuriyet dışında her şey diyebilirsiniz.
Muhalefetin sesinin kısıldığı, kamu imkanlarının hiçbir denetime tabii olmaksızın tamamen iktidar ve tek adamın kullanımına verildiği, en ufak muhalif sese tahammülün dip yaptığı bir ortamda hakkında konuşulması gereken bir Cumhuriyet’in varlığı değil, hukuksuz ve keyfi bir diktatörlüğün kurulmakta olduğudur. Kimsenin can ve mal güvenliğinin kalmadığı, on binlerce partizan tetikçinin hedef aldığı demokrat aydınların ve muhalif toplumsal kesimlerin onur ve haysiyetlerinin sistematik bir şekilde linç edilerek inciltildiği  bir rejime halkın rejimi, yani Cumhuriyet diyemezsiniz.
Yargının muhalif görülen herkesi ezmekte kullanılan adi bir silaha dönüştürüldüğü, bu yüzden yargıya güvenin yerlerde süründüğü ve hukuk güvenliğinin tamamen ortada kalktığı bir tek adam despotluğuna demokratik hukuk devleti ya da Cumhuriyet diyemezsiniz. Bünyesinde en etkin demokratik medya araçlarını barındıran Türkiye’nin en büyük holdinglerinden İpek Koza Holding ve İpek Medya Grubu’na haksız, hukuksuz ve göz göre göre sergilenen küstahlıklar ile yüzlerce ağır silahlı polis eşliğinde el koyabiliyorsanız, orada bir erdem ve fazilet rejimi olan Cumhuriyet’ten bahsedemezsiniz.
Bir rejim düşünün ki, muktedirlerinin ve yandaşlarının kazanç kapısı olarak çalışmanın yerini halkı soymak, kamu mallarını talan etmek, hırsızlık ve rüşvet almış olsun, hukukun yerini despotluk, erdem ve faziletin yerini ahlaksızlık, şeffaflığın yerini denetimsizlik, hoşgörünün yerini küstahlık ve nobranlık almış olsun! Böyle bir rejime demokrasi ve cumhuriyet diyebilir misiniz? Örnekleri çoğaltmak, yazıyı uzatmak mümkün, ama sanırım gereksiz.
Özetle çağdaş vatandaşlık haklarının bilincinde bir toplumun temel hak ve özgürlüklerini garanti altına almış bir demokratik hukuk devleti vasfıyla taçlandırabilmek için uğruna nesiller boyu mücadele verilen Cumhuriyetimiz Erdoğan sultasının keyfilikleri ve hukuksuzlukları yüzünden savrulduğu berbat koşullardaki bir yoğun bakımda can çekişiyor. Ülke Cumhuriyet’in kurulmasına giden çileli yolun geçtiği yıllardakinden çok daha büyük bir tehlike altında bulunuyor.
İşte bu berbat şartlar ve büyük tehlikeler altında Türkiye, Pazar günü ya Cumhuriyet’ine yeniden sahip çıkacak ve ona ihtiyaç duyduğu nefesi ve ruhu üfleyecek, ya da demokrasiyi “uygun gördüğü istasyonda inilecek bir tramvay” gibi gören muhteris ve ilkesiz zihniyetin elinde heder olup gidecek. Pazar günü yapılacak seçimler Cumhuriyet’imizi kurtarmak için bütün muhtemel sıkıntılarıyla birlikte son demokratik şansımız. Hukukun büyük ölçüde yok edildiği ülkemizde, Cumhuriyet’in ve kazanımlarının korunmasının tek demokratik yolu olarak, belki de önümüze son kez konulacak olan, sandık görünüyor. Demokratik yöntemlerden vazgeçmeden Cumhuriyet’in kazanımlarını korumanın bu son şansı iyi kullanılamayıp, dikta heveslilerinin beklentisi doğrultusunda heder edilirse Türkiye’yi her açıdan derinliği bugünden tahmin edilemeyecek büyük sıkıntılar, krizler ve kaotik günler bekliyor.  
  

27 Ekim 2015 Salı

Türkiye için kara bir gün


            Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından belirli bir kesime karşı zulümlere maşalık etmek üzere “proje hakimlikler” olarak kurdurulmuş olan, bu özelliği ile de demokrasi ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek olan operasyonel hakimlikler arasında yer alan Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği, pazartesi günü Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hukuksuz ve keyfi talebi üzerine hiçbir somut kanıt veya gerekçe göstermeksizin Bugün gazetesi, Bugün TV, KanalTürk TV ve Millet Gazetesi’nin de içinde olduğu Koza İpek Holding ve bünyesindeki şirketlere kayyum atanmasına karar verdi.
Koza İpek Holding bu hukuksuz ve keyfi kararla gasp edilmeye çalışılırken, Türkiye’nin koşar adım bir diktatörlüğe doğru gidişine kendisi “hayır” diyebildiği gibi, aynı şekilde bu despotik ve hukuksuz gidişata “hayır” deme cesaretini gösterebilen her düşünce için etkili bir platform haline gelen İpek Medya Grubu yayın organları da susturulmaya çalışılıyor. Öte yandan İstanbul’un göbeğinde 25 yaşındaki genç bir kız kendi evinde polis tarafından öldürülüyor. Bu şartlar altında açıkça görünen o ki, hukuksuz Erdoğan rejimi ve keyfi AKP despotluğu altındaki bu ülkede hiç kimsenin ne can güvenliği, ne de mal güvenliği bulunuyor. 
Her vatandaş polis tarafından kendi evinde vurulan Dilek Doğan’ın başına gelenlerin artık kendisinin veya ailesinin de başına gelebileceğinden endişe ediyor. İşinde gücündeki her şirket hukuksuz Erdoğan rejiminin ne zaman, hangi saçma gerekçeyle mülklerine keyfi şekilde el koyacağının korkusu içerisinde bulunuyor. Despotik Erdoğan rejimine ve keyfi AKP iktidarına hala boyun eğmemiş çok az sayıdaki medya organları ise bugün sıranın kimde olacağının kaygısını taşıyor. Gazeteciler, fikir adamları bu berbat şartlar altında tek satır yazabiliyorsa, tek kelime edebiliyorsa başlarına gelebilecek her türlü zulmü peşinen göze alarak bunları yazıyor, konuşuyorlar. Hukuksuzluk, baskı, zulüm ve keyfiliğin bir karabasan gibi üzerine çöktüğü Türkiye’de hukuk ve adaletin yanı sıra en temel demokratik hak ve özgürlükler bile can çekişiyor.
Lafı uzatmaya gerek yok. Özgür vicdanlı tüm demokrat sesler tek tek susturuluyor. Bu baskılar ve zulümler karşısında en büyük hayal kırıklığına ise olup bitene karşı toplumun sessizliği ve tepkisizliği sebep oluyor. Oysa susturulan gazeteler, gazeteciler değil sadece. Kendilerini ilgilendiren gerçeklere dair bilgi edinme hakları ve çocuklarına özgür bir ülke, düşüncesi ve yaşam tarzı ne olursa olsun her vatandaşın hak ve hukukunun garanti altında olduğu çoğulcu bir demokratik toplum bırakma ideali ellerinden alınıyor. Sırf sessiz kalmış olmamak için bu kısa yazıyı kaleme alıyor, Koza İpek Holding ve İpek Medya Grubu’na yapılan hukuksuz gasp girişimine karşı meslektaşlarımın sonun kadar yanlarında olduğumu ifade etmek istiyorum. 
Dün İpek Medya Grubu’na ait Bugün ve Millet gazetelerinin “Kara Bir Gün” başlığıyla kapkara bir birinci sayfa üzerine büyük puntolarla kısa, öz ve etkili bir manifesto ile çıktı. Bu sayfalar şüphesiz ki, kendilerine “AK” diyerek milleti aldatan bir hukuksuz siyasi güruhun Türkiye’nin ufkunu nasıl kararttığını da çok güçlü bir şekilde sembolize ediyor. Ben de bu kuralsız, ilkesiz, ahlaksız despotizme asla boyun eğmeyeceğine yemin etmiş bir gazeteci olarak bütün gücümle baskı altındaki bu meslektaşlarımın yanında olduğumu ifade etmek istiyorum. Bunun için meslektaşlarımın kapkara zemin üzerinde yükselen çığlıklarına ses katmak için bu sayfalarla birlikte o yazıyı da buraya alıyorum.


“Demokrasimiz, özgürlüğümüz ve Türkiye için…
KARA BİR GÜN

1 Kasım genel seçimlerine günler kala, özgür ve bağımsız İpek Medya Grubu’na yönelik gözdağı ve susturma operasyonunda bir hukuksuz karara daha imza atıldı.
“İftira” ve “suç uydurma” yöntemiyle yapılan “baskın” sonuç vermeyince, Koza Holding ve İpek Medya Grubu’nun tüm mali hesaplarının temiz olduğu ortaya çıkınca, medyamıza ve bağlı bulunduğumuz tüm Koza Grubu şirketlerine “kayyum” atandı.
Medyamızın yönetim kuruluna, “havuz gazetesi” Sabah ve atv Grubu’nun eski reklam grup direktörü ve finans müdürü atandı… Özgür medyayı susturamayınca, yayınlarının etkinliği ve geniş kitlelere ulaşmasını engelleyemeyince, tüm grubu “havuz medyası” haline getirme kararı yürürlüğe sokuldu...
TÜRKSAT’tan yasa dışı “talimat” ile atılmaya çalışılan Medya Grubumuz, bu kez “proje mahkemeler” üzerinden alınan bir kararla susturulma yoluna gidildi.
Adım adım özgür yayıncılığımız engellenirken, muhalefetin de sesini geniş kitlelere ulaştıracağı tüm mecralar sansürleniyor, karartılıyor...
“Özel mülkiyet hakkı”, “ifade ve fikir hürriyeti”, “haber alma ve verme hakkı” ayaklar altına alınırken, adil ve şeffaf bir seçim yarışı yapılması da artık imkânsız hale getirildi…
Türkiye demokrasisi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü adına kara bir gün daha yaşadık...

25 Ekim 2015 Pazar

Çok az, çok geç


Herkes ona “AK Parti’nin vicdanı” diye bakardı. Kritik dönemlerde cesur çıkışlar yapar, “hakikatin sesi” olarak görülürdü. Siyasi sicili temizdi. Adı yolsuzluklarla, hırsızlıklarla, rüşvetle, şaibelerle anılan bir isim değildi. Ama ne yazık ki, AKP’ye dönüşüm sürecinde AK Parti’nin neredeyse tamamını kaybettiği hayati değerlerin paralelinde O da kendisini kendisi yapan pek çok şeyini kaybetti. Kim ne derse desin nev-i şahsına münhasır siyasi ve insani bir değerdi. Ama kendi değerini bilemedi.
Çünkü göz göre göre ve taammüden işlenen hukuksuzluklar, keyfilikler, zulümler, despotluklar, hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler, talanlar, yalanlar, iftiralar, hakaretler, dökülen kanlar karşısında sus pus olmuştu. Sus pus olmakla da kalmayıp Türkiye’nin en masum çevrelerine karşı girişilen linç kampanyalarıyla Şeytanlaştırma korosunun bir parçası haline gelmişti. Ancak tek adam despotluğunu kurma çabaları gelip kendi sınırını tehdit etmeye başlayınca sesini hafiften ve ürkek bir edayla yükseltmiş, Erdoğan’ın ayaklar altına alıp paspasa çevirdiği tartışmalı “özgül ağırlığı”nı hatırlama ve hatırlatma ihtiyacını duymuştu.
Erdoğan’ın dümende olduğu Türkiye adım adım keyfiliğe, hukuksuzluğa ve bir tek adam despotizmine doğru hızla yol alırken kırmızı çizgilerini kendi siyasi ikbalinin gereklerine eşitleyerek halk nezdindeki “AKP’nin vicdanı”, “hakikatın sesi” olma kredisini müsrif bir siyasi hovarda gibi kendi elleriyle yiyip bitirmişti. Çok hızlı bir mutasyona uğrayarak siyasi bir canavara dönüşen AKP’nin saflarında türeyen siyasal İslamcı bir güruhun ülkeyi kesif bir İslamo-Faşizme doğru taşımasına karşı sesini hiç çıkarmamıştı. Cılız da olsa ses çıkarıyor gibi yaptığı her seferinde ise kişisel sıkıntılarını merkeze alarak bazı tumturaklı sözler sarf etmekten öteye gidememişti. İşte böyle böyle inandırıcılığını, güvenilirliğini, saygınlığını, itibarını ve ağırlığını geri dönüşü olmayacak şekilde kaybetmişti.  
Bu hazin noktaya gelmesi hemen olmadı tabii… Ne yazık ki, şöhretli vicdanını ne Roboski/Uludere katliamı sonrasında sızlarken görebilmiştik, ne de Gezi Parkı protestoları sırasında. 2011’den bu yana ne Kürtlerin karşı karşıya kaldığı kıyım ve baskılar karşısında hakikatin sesi olabilmişti, ne de Alevi vatandaşlarımızın yıllarca boş vaatlerle oyalanmalarına karşın haklarının verilmemesi karşısında. Soma’da, Ermenek’te para hırsına feda edilen önlemlerin alınmaması yüzünden kurban verilen yüzlerce madencinin ardından aymazlığı ve utanmazlığı maske edinenlerle aynı kabinede yan yana oturmakta bir sorun görmemişti mesela. Ne kadar farkındaydı bilemem ama 17/25 Aralık 2013’te ortalığa saçılan devasa yolsuzluk ve rüşvet kanıtlarının güçlü bir sel gibi önüne katıp sürükledikleri arasında kendisinin “temiz adam”, “dürüst adam” imajı da vardı. İmaj işte! Demek ki yıllarca tecrübeye dayalı elde edilen tüm o ütme ve aldatmaca becerilerine rağmen acı ve kahredici gerçekliğin yerini tutamıyor.  
Öte yandan, hayal bile edemeyeceğimiz bir büyük çaresizlik içerisinde yutkunarak mı sustu, yoksa bile isteye mi sessiz kaldı bilemiyorum. Ama yoksul halkı ahlaksızca soyanlara karşı dik durabilmek şöyle dursun, bu adi hırsızlıkları, yolsuzlukları ve rüşvetleri ortaya çıkaran polislerin, savcıların ve hakimlerin oradan oraya sürülmelerinde, görevlerinden alınmalarında ve hapse atılmalarında ciddi roller bile aldı. Yetmedi, alçakça bir palavradan ibaret olduğunu adı gibi bildiği “Paralel” safsatasının gereğini yaparak 40 bin civarındaki kamu çalışanını perişan edenlerden biri de kendisi oldu. Neticede Başbakan Yardımcısıydı ve hakkın, hakikatin sesi olmak yerine zulmün ve hukuksuzluğun bir parçası olmayı kendi rızasıyla tercih etti.
Lafa gelince en “müstağni” oydu. Ama zulümlere alet olmak ya da göz yummak suretiyle kirlettikçe kirlettiği koltuğundan olmaktan endişe ettiği için mi, yoksa şaibelerin odağı haline gelen partisinde siyasi konumunu daha da güçlendirmek için midir bilinmez, 60-65 yıl boyunca inşa ettiği kendisini kendisi yapan neyi varsa bu uğurda bozuk para gibi harcadı. Öyle ki, ahlaksızca sürdürülen “cadı avı”nın bile sıradan bir parçasına, bir aparatına dönüştü. Masum insanlar görevlerinden edilirken, polis akademisi örneğinde olduğu gibi öğrenciler yıllarca okudukları okullardan keyfi şekilde atılırken, adı en ufak suça karışmamış insanlar hukuksuzca kovuşturulurken ve hatta tuhaf oldu-bittilerle hapse atılırken bastırmayı başardığı ya da tamamen kaybettiği vicdanının verdiği o rahatsız edici rahatlıkla devleti yönetmeye devam etti.
Eğitsel ve sosyal işlevlerini çok iyi bildiği dershaneler keyfi bir şekilde kapatılmaya çalışılırken, hayır işleri dışında bir derdi olmayan Kimse Yok mu felç edilmeye çalışılırken o da despotik güruhun arasındaydı. İntikam hisleriyle el konulan Bank Asya’nın gaspçılarına karşı kaşını bile kaldırmadı. Ailesinden insanların bile aralarında olduğu ve eline hiç silah almamış olduklarını çok iyi bildiği insanlar “terör örgütü üyeliği” ile suçlanırken ne vicdanından bir kırıntı, ne şüphe duyulmayan ahlakından bir emare, ne de o kasırgalar gibi açık sözlülüğüyle kendisini gösteren cesaretinden bir esinti hissettirmedi. Hükümetlerinin askeri cuntalara karşı ayakta kalabilmesi mücadelesi sırasında çok şey borçlu oldukları ve çok yakından tanıdıkları için dürüstlüklerini çok iyi bildikleri gazeteciler en aşağılık linçlere hedef yapılırken, hukuksuzca tutuklanıp keyfi bir şekilde hapishanelere atılırken gıkını bile çıkarmadı. Hiçbir suç içermeyen kurgusal bir dizi senaryosu yüzünden 11 aydır hapis yatan,  tahliye kararına rağmen aylardır tutsak tutulan Hidayet Karaca’nın adını bir kez bile anmadı.
Sırf Erdoğan ve suça batmış güruhunun kişisel intikam duygusunu tatmin etmek için ağır silahlı polisler eşliğinde yurdun her köşesinde okullar, yurtlar, kreşler basılırken; yurtdışındaki Türk okullarının kapatılması için deli saçması işler yapılırken başını umarsızca kuma gömdü. Yakından tanıdığı hayırsever işadamları tek tek tutuklanıp nezarethanelere ya da hapishanelere tıkılırken, yapılan bu zulümler karşısında adeta bir “dilsiz şeytan” olmayı tercih etti.  
Kaderin garip bir cilvesi olsa gerek parçası olduğu adi iftiralar, hukuksuzluklar, keyfilikler, zulümler ve baskılar dönüp dolaşıp nihayet kendisini de bulunca şimdi çıkmış konuşuyor. Kaç-AK Saray’daki zatı ima ederek “Birilerine olan sevgimi kaybettim, insan yol arkadaşını iyi seçmeli” diyor. Bir zamanlar bakanken kendisine bağlı olan TRT’nin ve daha bir çok hükümet yanlısı TV kanalının ve medyanın kendisine 2 yıldır ambargo uyguladığından şikayet ediyor. Erdoğan medyasındaki bazı köşe yazarlarının masumlara zulmüyle maruf eli kanlı ve lanetli Yezid’den daha fazla cinayet işlediklerini söylüyor. Hatta “İnsanların haysiyetine alçakça saldırıyorlar. Yezid görse kıskanırdı,” diyor. Ne diyelim, günaydın!
Kendisinin de içinde bulunduğu gözü dönmüş bir güruh tarafından en aşağılık saldırıların ve en ahlaksız iftiraların hedefi haline getirilen saygın Türk-İslam alimi Fethullah Gülen Hocaefendi için nihayet bir-iki kırık cümle kurmayı da becerebiliyor. “Şimdi Gülen için terör örgütü (FETÖ) kavramı yerleştirilmeye çalışıyor birileri. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (Kırmızı Kitap), MGK kararlarında böyle bir şey yok” diyor.
AKP’nin kurucu babalarından Bülent Arınç’ın, son birkaç yıldır AKP çevrelerinin işlediği bütün suçlarda, hukuksuzluklarda ve zulümlerde çok ciddi payı olsa da bunları seçimlere bir hafta kala söylemesi ya da söylemek zorunda kalması çok önemli. Arınç’ın sözleri yakın gelecekteki kaçınılmaz siyasi gelişmeler açısından ciddi semptomlar niteliğinde de. Ama yine de söylenmesi gerekenler açısından Arınç’ın söyledikleri çok ama çok az ve çok ama çok geç.