Basın
ve ifade özgürlüğü demokrasilerin şaşmaz bir barometresi niteliğindedir. Bir
ülkenin gerçek bir demokrasiye ve işleyen bir hukuk devletine sahip olup
olmadığını anlamak için ilk bakmanız gereken şey o ülkede basının ne kadar
özgür olduğu, insanların ifade özgürlüğü konusunda kendilerini ne kadar rahat
hissettikleri olmalıdır.
Tüm
organları ve kurumları baskı altına alınmış bir ülkede bile şayet medya hala
işlevini yerine getirebilecek kadar özgürse o ülkenin demokratik hukuk devleti
vasıflarını yeniden kazanabileceği konusunda umutlarınızı koruyabilirsiniz.
Medyanın, demokratik hukuk devletini oluşturan güçler ayrılığı sisteminde
yürütme, yargı ve yasama erklerini kamu adına denetleme görevini yerine
getireceğinden emin olabilirsiniz.
Medya
bu denetimi elbette ki kendinden menkul bir güçle değil, toplumu bilgilendirme
ve bilinçlendirme yoluyla duyarlılık ve gündem oluşturarak gerçekleştirecektir.
Böylece demokratik hukuk devletinden her irili ufaklı sapmayı halkın fark
etmesini sağlayacak ve işleri yeniden rayına oturtmasına imkan verecektir. Bu
hayati rolünden dolayı medya, gelişmiş çoğulcu demokrasilerde 4. kuvvet olarak
tanımlanır ve sistem içerisindeki saygın yerini alır.
Bir
ülkedeki basın özgürlüğünün durumu o ülkenin demokrasisinin barometresi
niteliğinde olduğu gibi tersi de doğrudur. Şayet bir ülkenin medyası özgür
değilse, gazetecileri baskı altındaysa ya da medya organları ve gazeteciler
iktidar odaklarıyla olması gereken eleştirel mesafelerini kaybetmişlerse o
ülkede hakiki bir demokrasiden bahsetmek de imkansız hale gelir. Hele hele
demokrasi ve demokratik hukukun evrensel ilkelerinden sapan despotlaşmış bir
rejim yürüttüğü toplum mühendisliğinin en temel araçlarından biri olarak
gördüğü medyaya yönelik bir medya mühendisliği çabası içerisine girmişse orada
ne demokrasiden ne de basın özgürlüğünden söz etmenin imkanı kalır.
Basın
özgürlüğü özü itibariyle muktedirin ve müsaade ettiklerinin söz hakkını diledikleri
gibi kullanmalarından ibaret değildir. Rejimin karakteri ister demokrasi, ister
monarşi, isterse de diktatörlük olsun tüm rejimlerde muktedir olanlar zaten
rahatlıkla konuşma lüksüne sahiptir. Bu yüzden basın ve ifade özgürlüğünü ölçen
hassas terazi ancak muhaliflerin ve etnik, dini, kültürel veya siyasi
azınlıkların özgürlüklerinin başladığı yerde çalışmaya başlar. Bu yüzden basın
ve ifade özgürlüğü toplumdaki en küçük azınlığın kendisini ifade edebilme
özgürlüğü ile ölçülür.
Türkiye’deki
gibi baskıcı bir iktidarın makro ve mikro seviyelerde her türlü medya
mühendisliğine pervasızca soyunduğu ülkelerde medya organlarının çokluğu da asla
ve asla yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü demokratik dünyada basın özgürlüğü medya
sektöründeki yayın organlarının çokluğuyla ilgili bir konu değil,
çoğulculuğuyla ilgili bir konudur. Çoğulculuğun, çok sesliliğin ve çok
renkliliğin olmadığı bir medya ortamının özgür bir medya ortamı olduğu iddia
bile edilemez.
İktidarın
çizgisinde veya iktidarı destekleyen bir çizgide dilediğince yayın yapmak,
gazete yayınlamak ve fikirleri ifade etmek de basın ve ifade özgürlüğüne dair
bir konu değildir. Medyanın denetim ve eleştiri rolünü bir kenara bırakarak
muktedirin çizgisinde dilediğince yayın yapmak bir özgürlük göstergesi olmadığı
gibi bunlar gazetecilik mesleğinden ziyade halkla ilişkiler, PR ve
propagandanın alanına girer. Gazetecilik özü itibariyle bir eleştiri ve kamu
adına ortak iyiyi arama mesleğidir. Bu fonksiyonlarını yerine getiremeyen her sözde
medya organı medya olma vasfını fazlasıyla yitirir.
Demokratik
ve çoğulcu bir medya atmosferinde elbette ki iktidarın izlediği politikaları ve
fikirleri savunacak medya organları ve gazeteciler de olacaktır. Ancak en
küçük, en marjinal muhalif medya kurumu ya da gazeteciler şayet iktidara yakın
medya ve mensupları kadar kendilerini güvende hissedemiyorsa orada demokrasiden
de medya özgürlüğünden de söz etmek mümkün olamaz. Bu yüzden ABD ve İngiltere gibi
demokrasilerde, bütün demokratik hassasiyetlerin ötesinde basın özgürlüğüne
büyük önem atfedilmekte, basın ve ifade özgürlüğü güçlü hukuksal araçların
teminatı altına alınmaktadır.
Bizim
gibi gerçek bir demokratik hukuk devleti olabilme yolunda inişli çıkışlı bir
serüven yaşayan, kah ileri adımlar atan, kah attığı adımların 30 yıl gerisine düşen
kafası karışık ülkelerde maalesef gerçek anlamda ne bir demokrasiden, ne bir
hukuk devletinden bahsedilemeyeceği gibi basın özgürlüğünden de asla
bahsedilemez. Şayet bir ülkede anaakım medyanın tamamı gerek havuçla, gerekse
sopayla hükümetin denetimi altına alınmışsa orada basın özgürlüğünden bahsetmek
mümkün olmadığı gibi demokrasi ve hukuk devletinden de bahsetmek mümkün olamaz.
150
yılı aşan demokratikleşme serüvenine rağmen ne yazık ki hiçbir zaman gerçek bir
demokrasi ve hukuk devleti olmayı başaramayan Türkiye, bu konuda bazı dönemler
iyileşmeler, bazı dönemler ise geriye gidişler yaşamıştır. Medya özgürlükleri
bütün bu iniş ve çıkışlarda demokratik ve hukuki standartların yükseliş ve düşüşüne
paralel bir yol izlemiştir. 2002’den bu yana ülkeyi yöneten Recep Tayyip
Erdoğan’ın AKP’si de bu genel seyre uygun bir yol izlemiştir.
Erdoğan
ve AKP askeri vesayet yapısının oluşturduğu kırılganlık altında geçirdiği
iktidarının ilk 10 yılında ciddi bir demokratikleştirici rol oynamıştır. Ancak
gerçekten muktedir olduğunu düşündüğü 2011 seçimleri sonrasındaki dönemde tüm evrensel
demokratik ilke ve kriterleri yok sayan ülkenin geleceği adına dehşet verici bir
yola sapmıştır. Bu sapmanın en belirgin tezahürleri ise kendisini medya
sektöründe ve basın özgürlüğü alanında göstermiştir.
2002-2011
yılları arasında Türkiye, reform ve demokratikleşme çabalarıyla, hak ve
özgürlük standartlarının yükseltilmesiyle, başta Avrupa Birliği olmak üzere
dünyanın demokratik kısmı ile olan ilişkilerini geliştirme girişimleri ile
tanınmıştır. Ancak Erdoğan’ın seçmenlerin yüzde 50’sinin oyunu aldığı 2011
seçimleri sonrası bu durum tamamen değişmiş ve Türkiye demokratikleşme
sürecinden saparak tam tersi bir istikamete yönelmiştir. Bu yeni dönemde güçler
ayrılığı sistemi ciddi şekilde aşındırılmış, yasama neredeyse tümüyle yürütmenin
emri altın alınmış, Sayıştay gibi denetim mekanizmaları tamamen devre dışı
bırakılmış ve yargı üzerinde muazzam bir baskı kurulmaya çalışılmıştır. Aynı
dönemde eğitim politikalarındaki dayatmacı uygulamalarla Erdoğan’ın anladığı
anlamda bir dindar toplum oluşturmak üzere toplum mühendisliğine soyunulmuş ve
bu çaba girişilen medya mühendisliği ile desteklenmiştir.
Geldiğimiz
vahim noktada bugün Türkiye’de şayet çok izlenen, çok okunan, tecrübeli, cesur
ve etkili bir basın mensubuysanız ciddi bir tehdit altındasınız demektir. Zaten
bugün Türkiye’de Erdoğan ve çevresindekilerin gerek el koyma, gerek satın alma,
gerek kurdurma, gerekse var olanı vergi cezalarıyla sindirme ya da patronları
karlı kamu ihaleleriyle ödüllendirerek kendi yanına çekme taktikleriyle çok azı
dışında bağımsız bir medyadan bahsetmenin imkanı da kalmamıştır.
Hala
var olmaya çalışarak bağımsız ve özgür yayıncılık yapma cesaretini gösteren
medya organları ve gazeteciler ise her türlü hukuki, mali ve fiziki tehdidi
göze almak pahasına işlerini yapmaya çaba harcamaktadırlar. Bu türden gazete,
televizyon ve gazetecilerin varlığı yanıltıcı olmamalıdır. Yaptığınız işin her
türden bedeli peşinen ödemeyi göze aldığınız müddetçe her yerde gazeteciliği
özgürce(!) yapabilir ve sonuçlarına katlanırsınız.
Gerçek
şu ki bugün Türkiye’de gazeteciler işlerini kaybetmekte, gazete ve
televizyonlara devlet organları üzerinden el konularak bu kurumlar yandaş iş
adamlarına peşkeş çekilmekte, kamu yayını yapan kurumların hükümetin propaganda
borazanı haline getirilmesi yetmiyormuş gibi kamu imkanları kullanılarak
medyanın neredeyse tamamı tek sesli bir hükümet medyası haline getirilmektedir.
Bunun
dışında kalmakta direnen medya şirketleri ise mali açıdan sıkıştırılmakta,
satışları engellenmeye çalışılmakta ve bu medya organlarına reklam veren
şirketler hükümet çevrelerince tehdit edilmektedir. Tek tek gazeteciler ise artık
rutine binen korkunç karakter suikastlerine ve sistematik linç kampanyalarına
hedef olmaktadırlar. Öte yandan, medyanın denetim işlevine ve eleştiri hakkına
sadece nispeten daha marjinal yayın organlarında müsaade edilerek, bu
işlevlerinin tesirsiz bir hal alması amaçlanmaktadır.
Aslında
2013 Haziran’ında yaşanan Gezi Parkı protestoları ve Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin en büyük yolsuzluk skandalının ortaya çıktığı 17 ve 25 Aralık 2013
tarihinden bu yana medyada yaşananlar ülkemizdeki basın özgürlüğünün ve
dolayısıyla Türk demokrasisinin içler acısı durumunu gözler önüne sermeye
yeter.
Gezi
eylemleri sonrası artan baskıların sonucu 94 gazeteci işten çıkarılmış, 37
gazeteci ise istifa etmeye zorlanmıştır. Yolsuzluk skandalının ortaya çıkması
sonrası ise, sadece 2014 yılının ilk yarısında 981 basın mensubu işten
çıkartılmıştır. 56 basın mensubu ise çeşitli baskılar nedeniyle istifa etmeyi
tercih etmiştir. Erdoğan hükümetinin Türkiye’nin en büyük barışçıl sivil toplum
hareketi olan Hizmet Hareketi'ne karşı başlattığı 'cadı avı' da özellikle
yandaş medyada işten çıkarmaların önemli bir nedeni olmuştur. Sadece bu yılın
Nisan ayı içerisinde en az 210 gazeteci işsiz kalmıştır.
Halen
Taraf, Zaman, Today's Zaman, Cumhuriyet, Cihan Haber Ajansı ve Samanyolu TV,
Bugün ve bir dizi diğer muhalif medya sürekli olarak hükümetin baskılarına
muhatap olmakta, çeşitli yöntemlerle haber almaları engellenmektedir. Hükümetin
uyguladığı baskı en tepedeki patrondan sahada görev yapan muhabire kadar
hissedilmektedir. Öte yandan, AKP iktidarı bir taraftan havuç ve sopa
politikası ile mevcut medya kurumlarını şekillendirirken, bir taraftan da
güdümündeki iş adamları eliyle emir komuta ile çalışan kendi medyasını kurmayı
başarmıştır. Objektif kamu yayıncılığı yapması gerekirken fiilen iktidar
partisinin propaganda bültenine dönüştürülen TRT ve AA da dahil edildiğinde
hükümet medyası bugün Türk medyasının ağırlıklı bir kısmını oluşturur hale
gelmiştir.
Dikkat
çekici bu vahim durum sık sık uluslararası insan hakları ve gazetecilik
örgütlerinin raporlarına yansımaktadır. Bu bağlamda Freedom House son raporunda
Türkiye’yi basın özgürlüğü açısından “özgür olmayan ülke” kategorisine alırken,
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü değerlendirmeye aldığı 180 ülke arasında
Türkiye’yi 154. sıraya yerleştirmiştir.
Türkiye
artık maalesef özgür ve bağımsız medyanın iyice can çekiştiği, objektif ve
tecrübeli gazetecilerin işlerinden edildiği can çekişmekte olan bir demokrasi
durumuna gelmiştir. Tabii bu kadar baskıya, medya mühendisliği çabalarına,
tehdide ve sansüre hedef olan bir medyanın bulunduğu ülkeye hala demokrasi
denilebilirse…
For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/media-and-democracy-in-turkey_362891.html#
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder