29 Ekim 2014 Çarşamba

Türkiye’de medya ve demokrasi



Basın ve ifade özgürlüğü demokrasilerin şaşmaz bir barometresi niteliğindedir. Bir ülkenin gerçek bir demokrasiye ve işleyen bir hukuk devletine sahip olup olmadığını anlamak için ilk bakmanız gereken şey o ülkede basının ne kadar özgür olduğu, insanların ifade özgürlüğü konusunda kendilerini ne kadar rahat hissettikleri olmalıdır.
Tüm organları ve kurumları baskı altına alınmış bir ülkede bile şayet medya hala işlevini yerine getirebilecek kadar özgürse o ülkenin demokratik hukuk devleti vasıflarını yeniden kazanabileceği konusunda umutlarınızı koruyabilirsiniz. Medyanın, demokratik hukuk devletini oluşturan güçler ayrılığı sisteminde yürütme, yargı ve yasama erklerini kamu adına denetleme görevini yerine getireceğinden emin olabilirsiniz.
Medya bu denetimi elbette ki kendinden menkul bir güçle değil, toplumu bilgilendirme ve bilinçlendirme yoluyla duyarlılık ve gündem oluşturarak gerçekleştirecektir. Böylece demokratik hukuk devletinden her irili ufaklı sapmayı halkın fark etmesini sağlayacak ve işleri yeniden rayına oturtmasına imkan verecektir. Bu hayati rolünden dolayı medya, gelişmiş çoğulcu demokrasilerde 4. kuvvet olarak tanımlanır ve sistem içerisindeki saygın yerini alır.
Bir ülkedeki basın özgürlüğünün durumu o ülkenin demokrasisinin barometresi niteliğinde olduğu gibi tersi de doğrudur. Şayet bir ülkenin medyası özgür değilse, gazetecileri baskı altındaysa ya da medya organları ve gazeteciler iktidar odaklarıyla olması gereken eleştirel mesafelerini kaybetmişlerse o ülkede hakiki bir demokrasiden bahsetmek de imkansız hale gelir. Hele hele demokrasi ve demokratik hukukun evrensel ilkelerinden sapan despotlaşmış bir rejim yürüttüğü toplum mühendisliğinin en temel araçlarından biri olarak gördüğü medyaya yönelik bir medya mühendisliği çabası içerisine girmişse orada ne demokrasiden ne de basın özgürlüğünden söz etmenin imkanı kalır.
Basın özgürlüğü özü itibariyle muktedirin ve müsaade ettiklerinin söz hakkını diledikleri gibi kullanmalarından ibaret değildir. Rejimin karakteri ister demokrasi, ister monarşi, isterse de diktatörlük olsun tüm rejimlerde muktedir olanlar zaten rahatlıkla konuşma lüksüne sahiptir. Bu yüzden basın ve ifade özgürlüğünü ölçen hassas terazi ancak muhaliflerin ve etnik, dini, kültürel veya siyasi azınlıkların özgürlüklerinin başladığı yerde çalışmaya başlar. Bu yüzden basın ve ifade özgürlüğü toplumdaki en küçük azınlığın kendisini ifade edebilme özgürlüğü ile ölçülür.
Türkiye’deki gibi baskıcı bir iktidarın makro ve mikro seviyelerde her türlü medya mühendisliğine pervasızca soyunduğu ülkelerde medya organlarının çokluğu da asla ve asla yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü demokratik dünyada basın özgürlüğü medya sektöründeki yayın organlarının çokluğuyla ilgili bir konu değil, çoğulculuğuyla ilgili bir konudur. Çoğulculuğun, çok sesliliğin ve çok renkliliğin olmadığı bir medya ortamının özgür bir medya ortamı olduğu iddia bile edilemez.
İktidarın çizgisinde veya iktidarı destekleyen bir çizgide dilediğince yayın yapmak, gazete yayınlamak ve fikirleri ifade etmek de basın ve ifade özgürlüğüne dair bir konu değildir. Medyanın denetim ve eleştiri rolünü bir kenara bırakarak muktedirin çizgisinde dilediğince yayın yapmak bir özgürlük göstergesi olmadığı gibi bunlar gazetecilik mesleğinden ziyade halkla ilişkiler, PR ve propagandanın alanına girer. Gazetecilik özü itibariyle bir eleştiri ve kamu adına ortak iyiyi arama mesleğidir. Bu fonksiyonlarını yerine getiremeyen her sözde medya organı medya olma vasfını fazlasıyla yitirir.
Demokratik ve çoğulcu bir medya atmosferinde elbette ki iktidarın izlediği politikaları ve fikirleri savunacak medya organları ve gazeteciler de olacaktır. Ancak en küçük, en marjinal muhalif medya kurumu ya da gazeteciler şayet iktidara yakın medya ve mensupları kadar kendilerini güvende hissedemiyorsa orada demokrasiden de medya özgürlüğünden de söz etmek mümkün olamaz. Bu yüzden ABD ve İngiltere gibi demokrasilerde, bütün demokratik hassasiyetlerin ötesinde basın özgürlüğüne büyük önem atfedilmekte, basın ve ifade özgürlüğü güçlü hukuksal araçların teminatı altına alınmaktadır.
Bizim gibi gerçek bir demokratik hukuk devleti olabilme yolunda inişli çıkışlı bir serüven yaşayan, kah ileri adımlar atan, kah attığı adımların 30 yıl gerisine düşen kafası karışık ülkelerde maalesef gerçek anlamda ne bir demokrasiden, ne bir hukuk devletinden bahsedilemeyeceği gibi basın özgürlüğünden de asla bahsedilemez. Şayet bir ülkede anaakım medyanın tamamı gerek havuçla, gerekse sopayla hükümetin denetimi altına alınmışsa orada basın özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmadığı gibi demokrasi ve hukuk devletinden de bahsetmek mümkün olamaz.
150 yılı aşan demokratikleşme serüvenine rağmen ne yazık ki hiçbir zaman gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti olmayı başaramayan Türkiye, bu konuda bazı dönemler iyileşmeler, bazı dönemler ise geriye gidişler yaşamıştır. Medya özgürlükleri bütün bu iniş ve çıkışlarda demokratik ve hukuki standartların yükseliş ve düşüşüne paralel bir yol izlemiştir. 2002’den bu yana ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’si de bu genel seyre uygun bir yol izlemiştir.
Erdoğan ve AKP askeri vesayet yapısının oluşturduğu kırılganlık altında geçirdiği iktidarının ilk 10 yılında ciddi bir demokratikleştirici rol oynamıştır. Ancak gerçekten muktedir olduğunu düşündüğü 2011 seçimleri sonrasındaki dönemde tüm evrensel demokratik ilke ve kriterleri yok sayan ülkenin geleceği adına dehşet verici bir yola sapmıştır. Bu sapmanın en belirgin tezahürleri ise kendisini medya sektöründe ve basın özgürlüğü alanında göstermiştir.
2002-2011 yılları arasında Türkiye, reform ve demokratikleşme çabalarıyla, hak ve özgürlük standartlarının yükseltilmesiyle, başta Avrupa Birliği olmak üzere dünyanın demokratik kısmı ile olan ilişkilerini geliştirme girişimleri ile tanınmıştır. Ancak Erdoğan’ın seçmenlerin yüzde 50’sinin oyunu aldığı 2011 seçimleri sonrası bu durum tamamen değişmiş ve Türkiye demokratikleşme sürecinden saparak tam tersi bir istikamete yönelmiştir. Bu yeni dönemde güçler ayrılığı sistemi ciddi şekilde aşındırılmış, yasama neredeyse tümüyle yürütmenin emri altın alınmış, Sayıştay gibi denetim mekanizmaları tamamen devre dışı bırakılmış ve yargı üzerinde muazzam bir baskı kurulmaya çalışılmıştır. Aynı dönemde eğitim politikalarındaki dayatmacı uygulamalarla Erdoğan’ın anladığı anlamda bir dindar toplum oluşturmak üzere toplum mühendisliğine soyunulmuş ve bu çaba girişilen medya mühendisliği ile desteklenmiştir.
Geldiğimiz vahim noktada bugün Türkiye’de şayet çok izlenen, çok okunan, tecrübeli, cesur ve etkili bir basın mensubuysanız ciddi bir tehdit altındasınız demektir. Zaten bugün Türkiye’de Erdoğan ve çevresindekilerin gerek el koyma, gerek satın alma, gerek kurdurma, gerekse var olanı vergi cezalarıyla sindirme ya da patronları karlı kamu ihaleleriyle ödüllendirerek kendi yanına çekme taktikleriyle çok azı dışında bağımsız bir medyadan bahsetmenin imkanı da kalmamıştır.
Hala var olmaya çalışarak bağımsız ve özgür yayıncılık yapma cesaretini gösteren medya organları ve gazeteciler ise her türlü hukuki, mali ve fiziki tehdidi göze almak pahasına işlerini yapmaya çaba harcamaktadırlar. Bu türden gazete, televizyon ve gazetecilerin varlığı yanıltıcı olmamalıdır. Yaptığınız işin her türden bedeli peşinen ödemeyi göze aldığınız müddetçe her yerde gazeteciliği özgürce(!) yapabilir ve sonuçlarına katlanırsınız.
Gerçek şu ki bugün Türkiye’de gazeteciler işlerini kaybetmekte, gazete ve televizyonlara devlet organları üzerinden el konularak bu kurumlar yandaş iş adamlarına peşkeş çekilmekte, kamu yayını yapan kurumların hükümetin propaganda borazanı haline getirilmesi yetmiyormuş gibi kamu imkanları kullanılarak medyanın neredeyse tamamı tek sesli bir hükümet medyası haline getirilmektedir.
Bunun dışında kalmakta direnen medya şirketleri ise mali açıdan sıkıştırılmakta, satışları engellenmeye çalışılmakta ve bu medya organlarına reklam veren şirketler hükümet çevrelerince tehdit edilmektedir. Tek tek gazeteciler ise artık rutine binen korkunç karakter suikastlerine ve sistematik linç kampanyalarına hedef olmaktadırlar. Öte yandan, medyanın denetim işlevine ve eleştiri hakkına sadece nispeten daha marjinal yayın organlarında müsaade edilerek, bu işlevlerinin tesirsiz bir hal alması amaçlanmaktadır.
Aslında 2013 Haziran’ında yaşanan Gezi Parkı protestoları ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk skandalının ortaya çıktığı 17 ve 25 Aralık 2013 tarihinden bu yana medyada yaşananlar ülkemizdeki basın özgürlüğünün ve dolayısıyla Türk demokrasisinin içler acısı durumunu gözler önüne sermeye yeter.
Gezi eylemleri sonrası artan baskıların sonucu 94 gazeteci işten çıkarılmış, 37 gazeteci ise istifa etmeye zorlanmıştır. Yolsuzluk skandalının ortaya çıkması sonrası ise, sadece 2014 yılının ilk yarısında 981 basın mensubu işten çıkartılmıştır. 56 basın mensubu ise çeşitli baskılar nedeniyle istifa etmeyi tercih etmiştir. Erdoğan hükümetinin Türkiye’nin en büyük barışçıl sivil toplum hareketi olan Hizmet Hareketi'ne karşı başlattığı 'cadı avı' da özellikle yandaş medyada işten çıkarmaların önemli bir nedeni olmuştur. Sadece bu yılın Nisan ayı içerisinde en az 210 gazeteci işsiz kalmıştır.
Halen Taraf, Zaman, Today's Zaman, Cumhuriyet, Cihan Haber Ajansı ve Samanyolu TV, Bugün ve bir dizi diğer muhalif medya sürekli olarak hükümetin baskılarına muhatap olmakta, çeşitli yöntemlerle haber almaları engellenmektedir. Hükümetin uyguladığı baskı en tepedeki patrondan sahada görev yapan muhabire kadar hissedilmektedir. Öte yandan, AKP iktidarı bir taraftan havuç ve sopa politikası ile mevcut medya kurumlarını şekillendirirken, bir taraftan da güdümündeki iş adamları eliyle emir komuta ile çalışan kendi medyasını kurmayı başarmıştır. Objektif kamu yayıncılığı yapması gerekirken fiilen iktidar partisinin propaganda bültenine dönüştürülen TRT ve AA da dahil edildiğinde hükümet medyası bugün Türk medyasının ağırlıklı bir kısmını oluşturur hale gelmiştir.
Dikkat çekici bu vahim durum sık sık uluslararası insan hakları ve gazetecilik örgütlerinin raporlarına yansımaktadır. Bu bağlamda Freedom House son raporunda Türkiye’yi basın özgürlüğü açısından “özgür olmayan ülke” kategorisine alırken, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü değerlendirmeye aldığı 180 ülke arasında Türkiye’yi 154. sıraya yerleştirmiştir.
Türkiye artık maalesef özgür ve bağımsız medyanın iyice can çekiştiği, objektif ve tecrübeli gazetecilerin işlerinden edildiği can çekişmekte olan bir demokrasi durumuna gelmiştir. Tabii bu kadar baskıya, medya mühendisliği çabalarına, tehdide ve sansüre hedef olan bir medyanın bulunduğu ülkeye hala demokrasi denilebilirse…

For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/media-and-democracy-in-turkey_362891.html#





8 Ekim 2014 Çarşamba

Müptezel Akşam şeysinin manşetten Zirve Katliamı ve Today’s Zaman’a dair iddialarına cevap



18 Nisan 2007 günü memleketim Malatya’daki Zirve Yayınevi’nde üç Protestan misyonerin hunharca katledilmesiyle paralel” safsatası üzerinden Hizmet Hareketi ile bağ kurmak isteyen kirli haram havuzunun Akşam şeysi ve bu müptezelliğe imza atan muhabir Ahmet Dinç yine baltayı çok sert bir taşa vurmuş.
“Zirvede Hıristiyan Paraleller” manşetiyle çıkan müfteri Akşam şeysinin Levent Ercan Gelegen denen adamın anlatımlarına dayandırdığı iddialarına göre “Katliam sürecinde rant peşinde koşan misyoner Protestanlar Paralel Yapı’yla omuz omuza hareket etti. 2007’de misyoner Eric Oosterbroek bana geldi: “Zirve’yi askerlerin yaptığını söyle, Avukat Orhan Kemal Cengiz sana hukuki destek verecek” dedi. Paralel Yapı’ya yakın Today’s Zaman yazarı Cengiz Protestanların avukatı. Kabul etmedim.”
Today’s Zaman’a bakan yönüyle bu saçmalıkları neresinden düzeltmeye başlamalıyım bilemiyorum. Today’s Zaman, Danıştay saldırısı, Hrant Dink, Rahip Santoro cinayetleri başta olmak üzere tüm provokatif cinayetlerde olduğu gibi Zirve katliamını da yakından takip eden bir gazete oldu. Türkiye’nin ve Müslümanların adını lekeleyen bu alçakça olayın iç yüzünü anlamak ve okuyucularına aktarmak için yoğun çaba harcadı.
Yukarıda belirttiğim gibi Zirve Katliamı 18 Nisan 2007’de gerçekleşti. Herkes tarafından, gayri Müslim vatandaşlarımızın hakları da dahil olmak üzere, tüm hak ihlalleri mağdurlarına duyarlılığıyla bilinen Orhan Kemal Cengiz’in katledilen Protestanların avukatlığına ne zaman başladığını doğrusu bilmiyordum. Bugün kendisine sordum meğer 2000 yılından beri zaten Türkiye’deki Protestan cemaatinin avukatlığını yapıyormuş. Zirve katliamı olunca da doğal olarak avukat ekibinin içinde yer almış.
Öte yandan şunu net biliyorum ki, Orhan Kemal Cengiz’i Hizmet camiasına yakın olup da ilk tanıyan kişi çok büyük ihtimalle benim. Tanışmamıza vesile olan da Mustafa Akyol ve Bekir Berat Özipek’tir. Düşüncelerimiz yer yer uyuşmasa da şahane bir insan olan Orhan Kemal Cengiz’le tanıştırdıkları için kendilerine hala minnettarım.
Gelelim esas konuya, müptezel Akşam şeysinin manşetinden 2007 tarihi verilerek “Today’s Zaman yazarı” olarak tanıtılan ve “Paralel” safsatasına eklenen Orhan Kemal Cengiz ile tanışıklığımız 2009 yılı başlarına dayanıyor. Daha önce tanışmış olmayı her zaman yeğlerdim ama durum bu. Sıkı durun Orhan Kemal Cengiz’in Today’s Zaman yazarlığı ise 02.05.2009 tarihinde imzaladığı telif sözleşmesinden sonra başlıyor. Yani Orhan Kemal Cengiz, 2009 Mayıs ayında Today’s Zaman yazarı olmak suretiyle 2007 yılı başlarında Paralel Yapı’nın adamı haline gelmiş oluyor. Burada haram havuzunun Akşam şeysini kokuşmuş bir çöplük yığını haline getiren Mehmet Ocaktan ve 50’sine merdiven dayamış acar muhabiri Ahmet Dinç’in zeka, muhakeme ve hayal gücü önünde herhalde şapka çıkarmak gerekiyor(!)
Ayrıca Orhan Kemal Cengiz, Akşam şeysinin manşetinde iddia edildiği gibi bir Hıristiyan değil… Kaldı ki Hıristiyan olsa kime ne!
Sonuç olarak, insanlar bazen yeterince haysiyet ve onur belirtisi gösteremeyebilir. Ama bu kadar mı çukurlaşmak gerekir ey Mehmet Ocaktan, ey Ahmet Dinç ve bu şerefsizliğe payanda olan müptezel Akşam şeysinin yazı işleri?!!

7 Ekim 2014 Salı

Savaş çanları eşliğinde derin uykuda bir millet


Kapımızın eşiğinde artık fiilen savaş çanları çalıyor. Bu ürkütücü savaş çanları ve alarm zillerinin seslerini duymamak ve yaşanması muhtemel felaketler karşısında dehşete düşmemek için tam bir sağır ve kör olmak gerekiyor. Ferasetin bu toprakları iyice terk etmesinden midir yoksa hükümete iliştirilmiş (embeded) onlarca medya kanalından halkın üzerine boca edilen yalan-yanlış kara propagandanın etkisiyle oluşan efsunlanma ve ilizyondan mıdır bilmiyorum ama savaş çanları ve alarm zilleri bile belli ki milletin kulaklarına rahat ve huzur içerisinde uyumasını telkin eden dingin birer ninni gibi geliyor.
Hemen hükümete haksızlık etmeyip, hakkını teslim edelim… “Suriye iç işimizdir!”, “Ortadoğu’nun sahibi biziz!”, “Ortadoğu’da düzen kurucuyuz!”, “Esed günler olmasa da haftalar içinde ya gidecek, ya gidecek!” diyen bir siyasi iktidar istikrarsız ve dikiş tutmayan Ortadoğu’da düzen kurucu olmayı belki başaramadı ama Suriye’deki, Irak’taki kanlı kaosu Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çöken ciddi bir iç sorun haline getirmeyi bilhakkın başardı. Suriye aynen hükümetin dediği gibi gün be gün Türkiye’nin bir "iç sorunu" haline geldi.
Değişen tüm bölgesel ve uluslararası şartlara rağmen dış politika dümenini “Esed gitmeli”ye kitleyen basiret ve ferasetten nasipsiz bu “derinlik”li strateji, diplomasi gibi bir soğukkanlı manevralar ve akılcı hamleler alanını tamamen adeta ergen gençlerin kendini ispat triplerine benzer iştihası bol triplere mahkum etti. Maceraperest karar vericilerin elinde dingin reel politik yerini doyumsuz bir şahsın veya bir zümrenin dalgalı ihtiraslar okyanusunda sörf yapan fırtınalı hislerine, kurumsallaşması gereken ulusal menfaatler ise yerini kişisel hırsların bencil körlüğüne bıraktı. Gerçekçi yaklaşımları gündeme taşımaya çalışanlar ise “küçük Türkiye lobisi”, “eski Türkiye kalıntısı” diye aşağılandı, durdu.
Muhterislerin gürültücü şamataları güçlendikçe sesi kısılarak işitilmez hale gelen ortak aklın, giderek silinmesine ya da küllenmesine iyice umut bağlanan toplumsal hafızanın ve ulusal tecrübenin yerini hızla içi boş ve temelsiz güç gösterileri, buram buram kof kabadayılık kokan efelenmeler ve çoğu yalan azı gerçek kahramanlık propagandaları aldı. Bir zamanlar eski AKP kadroları liderliğinde bölgesine huzur ve istikrar ihraç eden Türkiye neredeyse kayboldu, yerine kendi kara propagandasının etkisiyle gün geçtikçe daha fazla abarttığı güç algısının sarhoşluğuna yine kendisini kaptıran, dahası o algısal güce meftun olan aynı siyasi tayfa tarafından sonu belirsiz bir maceranın eşiğine sürüklenen bir Türkiye geldi.
Bir küresel harekete dönüşen Hizmet Hareketi’nin fikir önderi Fethullah Gülen Hocaefendi’nin son açıklamalarında isabetle üzerinde durduğu gibi Türkiye’yi hoyratça yöneten bu kadro maalesef maceraperest duygularını ve doyumsuz güç ihtiraslarını tatmin için hesapsız hareketleriyle koskoca Osmanlı Devleti’ni yokluğa mahkum eden İtihatçıları, her geçen gün daha fazla hatırlatır hale geldiler.
Bu noktada Hocaefendi'nin şu endişe ve temennilerine katılmamak ne mümkün: “İttihatçıların koskocaman bir Devlet-i Aliyye’yi, hislerine mağlup olarak, bir maceraya kurban ettikleri gibi, şurada burada savaşa girmek suretiyle bu millete bir kere daha Birinci Cihan Harbi yaşatmasınlar. Onlar Osmanlı’yı bitirdiler, devletler muvazenesinde muazzam bir devleti bitirdiler. Çevresinden kopmuş, çevresi kendisi için problemler sarmalı haline gelmiş, böylesine minnacık bir devleti, nüfusu çoğalsa bile bir şey yapamayan, eli kolu bağlı, zavallı, dediği her şeyde yanılan insanların elinde Cenab-ı Hakk bir kere daha maceraya kurban etmesin… Cenab-ı Hakk aklı ermezlere bu milleti emanet etmesin…” 
Ülkeyi top yekün zenginleştirmekten ve güçlendirmekten iyice vazgeçip, ülkede var olan tüm güç unsurlarını tek elde toplamak suretiyle egosentrik bir güç temerküzüne ve güçleri tek elde toplamaya yönelen iktidar anlayışı maalesef karar alma süreçlerini sağlıklı bir zeminden keyfi ve keyfe keder bir zemine kaydırıverdi. Bir düşünün hele, şayet hükümetin tüm kararları Türkiye’de olduğu gibi dünyanın tüm felaket ve mağduriyet bölgelerine en hızlı şekilde yardım elini uzatan Kimse Yok Mu’yu felç etmeyi amaçlayan son Bakanlar Kurulu kararı gibi alınıyorsa Allah bu milleti, bu muhteris neo-İttihatçıların feraset ve basiretten uzak macera ve güç arayışlarından korusun!
Malumunuz olduğu üzere Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Bakanlar Kurulu’nun Kimse Yok Mu kararı ile ilgili “yok öyle bir şey” anlamında “duymadım, görmedim” açıklaması yapmış ve hemen sonrasında ilgili kararın altında kendi imzası çıkınca herkesi şaşırtmıştı. Ama bu çelişkili duruma hiçbir şaşırma emaresi göstermeyen Arınç’ın pişkin tavrı insanları daha da şoke etmişti. Henüz bir hafta önce imzaladığı kararla ilgili 30 Eylül’de canlı yayında “İmzalandığını duymadım” diye açıktan yalan söyleyen Arınç, bu yalanını örtmek için bu sefer skandal bir savunma yapmak zorunda kalmıştı: “Kimse Yok Mu kararının altına imza atarken ‘Ne oldu yav? Neden oluyor? Niçin oluyor diye 10 saat düşünecek değilim... Kararın başını okuruz tabii ama üzerinde durmayız… Kimse Yok Mu’yu mu düşüneceğim, onu sen düşün…”   
Farkında mısınız bilmem ama kabine üyelerinin bile altına imza attıkları metni okumaktan aciz olduğu bir hükümet, Parlamento’da kişiliklerini fiilen tekeline alarak kaldır-indir birer parmakmatiğe çevirdiği milletvekili çoğunluğuna dayanarak geçirdiği tezkereler ile Türkiye’yi adım adım savaşa götürüyor. Almanya, İngiltere, ABD gizli servislerinin yıllar süren dinlemeleri sonucu tüm sırlarını ve dolayısıyla yakalarını bu ülkelere kaptırmış olan bir siyasi iktidar güruhu, Türkiye’yi onlarca yıl belini doğrultamayacak bir felakete sürüklüyor.
“Esed gitsin de nasıl giderse gitsin” stratejisinin(!) kaçınılmaz taktik adımları gereği sahada bulduğu her Esed karşıtı unsura dört elle sarılan bir siyaset güruhunun, hangi radikal örgütlerle nasıl bir ilişki içerisinde olduğunu en iyi kendileri ve elbette ki adım adım izleyenler biliyor. Bizim bilmediğimiz ama her iki tarafın da bildiği o tahmini zor olmayan sırlar Türkiye’yi tamamen esir almış durumda. Bu zoraki esarete, hırs körlüğünün verdiği kof cesareti de ekleseniz Türkiye’nin nasıl bir hezimete doğru koşar adım yol aldığını görmeniz zor olmayacaktır.
Bu hırs körlüğü Filistin’de, Libya’da, Mısır’da, Irak’ta ve Suriye’de, Balkanlarda, Avrupa’da ve diğer coğrafyalarda Türkiye’nin etkinliğini sıfırlayan ve irili-ufaklı hezimetler tattıran körlüğün ta kendisidir. Verecekleri kararlar neticesinde muhtemelen akacak Mehmetçiklerin kanı üzerinden "büyük güç" hayalleri gören bu kifayetsiz muhterislerin sebep olacağı kayıpların hesabının da er geç sorulduğunu tarih mutlaka kaydedecektir.  

For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/a-nation-fast-asleep-amid-war-cries_360933.html