30 Aralık 2014 Salı

Nefes alamıyoruz


2014’ün son günü için kaleme alınan bu yazıda gönül isterdi ki bitirdiğimiz yıla dair çok güzel bir tablodan, yıl boyunca mutluluk veren gelişmelerin hatırlatılmasından ibaret bir yazı kaleme alayım. Ama maalesef 2014 Türkiye için Soma, Ermenek, Mecidiyeköy katliamlarıyla anılan, demokrasiden, hukuktan, temel hak ve özgürlüklerden, medeni dünyadan uzaklaşılan, biraz daha fakirleşilen, zenginle fakir arasındaki uçurumun daha da açıldığı insani, siyasi, hukuki ve sosyal felaketkerle dolu bir yıl oldu.
Demokrasiyi, sadece şu ya da bu şekilde aldatmayı ya da ikna etmeyi başardıkları bir kitlenin oyuyla iktidara gelmek sanan bir siyasal klik, maalesef Türkiye’de tam teşekküllü bir dikta rejimi kurma yönünde çok yol aldı. Sandıktan çıktıktan sonra hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet dahil her şeyi yapmaya hakları olduğunu sanan bu despotik klik ülkeyi adeta yaşanmaz, hatta nefes alınamaz bir hale getirdi. 2014’ün son haftalarına damgasını vuran ABD’de polis tarafından katledilen siyahi Eric Garner’ın dillere pelesenk olan son sözünü tekrarlamak gibi olacak belki ama bu ülkenin özgürlükçü demokratlarından artık hergün “nefes alamıyoruz” çığlıkları yükseliyor.
            Medyanın ağırlıklı kısmını kontrolü altına alıp yalan ve iftiralarla dolu bir kara propaganda makinasına çeviren Recep Tayyip Erdoğan, demokrasilerin olmazsa olmazı  ifade ve medya özgürlüğünü neredeyse tamamen yok etmiş durumda. Manşetleri doğrudan Erdoğan veya ekürisi tarafından atılan onlarca gazete ve TV kanalının yanısıra varlık mücadelesi veren bir avuç özgür medya organı ise her türlü tehdit altında görevini sürdürmeye çaba harcıyor. Erdoğan Diktatörlüğü’nün 14 Aralık’ta Türkiye’nin geriye kalan iki özgür medya grubundan Zaman Grubu ve Samanyolu Grubu’nun üst düzey yöneticilerini dizi senaryosu ile iki köşe yazısı ve bir haberi bahane göstererek gözaltına alma cüretkarlığı, baskıcılıkta gelmiş olduğumuz son noktayı iyice gözler önüne serdi. Samanyolu Grubu yöneticisi Hidayet Karaca’yı  tam 17 gündür hapiste tutan Erdoğan Diktası, gözaltına alıp 120 saat keyfi bir şekilde alıkoyduktan sonra bıraktığı Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’yı da  tutuklamak için bahane arıyor.
Dumanlı’nın yanı sıra daha bir çok muhalif gazeteci de sıranın kendilerine ne zaman geleceğinin merakı içerisinde işlerini yapmaya çabalıyor ve bu tehdit altında günlerini geçiriyor. Tek adam rejimini iyice tesis ettikten sonra kontrolü altındaki medyanın genel yayın yönetmeni gibi hareket eden, gazetelere manşetler attıran, televizyonların alt yazılarına bile müdahale eden Erdoğan, bir taraftan da savcılığa, hakimliğe soyunarak medyadan daha kimlerin  tutuklanabileceğine dair müjdeler vermeyi de ihmal etmiyor. Tek meziyetleri Erdoğan Diktasına hizmet olan yandaş medyanın türedi aktörleri ise Zaman gazetesi ve Samanyolu TV gibi muhalif medya kurumlarına cebren el konulacağını yazıp duruyor. Tüm bu olup bitenlere  ragmen Erdoğan çıkıp hiç çekinmeden, hiç utanmadan “dünyanın en özgür medyası Türkiye’de” diyebiliyor.
Bunları yazıyor olmam sakın sizi yanıltmasın. Dört dörtlük bir diktatöre diktatör diyebiliyor olmam asla içinde bulunduğumuz ortamın özgürlüğünden kaynaklanmıyor. Bu, ülkenin giderek bir açık hava cezaevine dönmesine sessis sedasız şahit olmaktansa, hapis veya daha kötüsü dahil her türlü bedeli göze alarak gerekenleri deme cesaretini hala gösterebilmemizden kaynaklanıyor. Her gün tehditlerin havalarda uçuştuğu, yargının, yasamanın ve elbbete ki yürütmenin Erdoğan diktasına boyun eğdiği; medyanın ağırlıklı kısmının, iş dünyasının, sivil toplumun menfaatleri için ya diktatörü alkışladığı ya da en azından sesini çıkaramaz hale geldiği bir ülkede bu ve benzeri yazılar belki duyabileceğiniz son özgür çığlıklar da olabilir.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün basın özgürlüğü açısından 180 ülke arasında 154. sıraya koyduğu, Freedom House’un “özgür olmayan ülke” kategorsinde değerlendirdiği, demokratların nefes aldığı yegane mecralara dönüşen Twitter, Youtube, Facebook gibi sosyal medya mecralarının sürekli kapatılma tehdidi altında bulunduğu, devlet zoruyla el konulan medya gruplarının kamu ihaleleriyle beslenen yandaş işadamlarına peşkeş çekildiği, yeterince yalakalık yapmayan ya da hala eleştiride bulunma cesaretini gösteren gazetecilerin tek tek ya da toplu halde işlerinden atıldığı, muhalif medyanın en büyüklerine sabahın erken saatlerinde polis baskın düzenleyip yayın yönetmenlerinin canlı yayınlar eşliğinde tutuklandığı bu ülkede gerçekten de nefes alabilmek gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Diktatörü mutlu edemeyen binlerce meslektaşımız eften püften sebeplerle işlerini kaybederken, hala mesleğin onuruna sahip çıkmaya çalışan yüzlerce meslektaşımız ise her türlü bedeli göze alarak işlerini yapmaya çalışıyor.
Polis okulları, polis akademilerinin kapılarına kilit vurularak polis komiserlerinin parti teşkilatı referanslı üniversite talebeleri arasından seçildiği; bağlılığı hukuka, devlete veya millete değil doğrudan Erdoğan’a olan 50 bin kişilik “milis gücü” niteliğinde yeni bir polis gücünün kurulmaya çalışıldığı bir ortamda sadece gazetecilerin değil, farklı düşünce ya da yaşam tarzına saygı bekleyen herkes tehdit altında bulunuyor.
Kamu harcamalarını denetleyen Sayıştay’ın tamamen devre dışı bırakıldığı, HSYK’nın bir parti organına dönüştürüldüğü, yargı sisteminin parti referanslı binlerce avukatın savcılar ve hakimler olarak atanmasıyla doldurulduğu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın medyaya yansıya ifadesiyle “ Yargıtay’a, Danıştay’a otobüslerle, kamyonlarla taşır gibi üye doldurarak” yüksek yargının da sıradan bir parti organına dönüştürüldüğü bir ortamda hukuk güvenliği ya da yargı güvencesinden bahsetmenin de  artık imkanı kalmamıştır.
Sadece yüzde biri herhangi bir demokratik hukuk devletinde olsa en az yüz hükümeti istifaya zorlayacak olan 17/25 Aralık 2013’te ortalığa saçılan yolsuzluk ve rüşvet skandalıyla suçluluklarına dair somut deliller ayan beyan ortaya çıkan yoz bir siyasi grup, son dönemde yeni kanunlar yaparak, hedefi belli yeni mahkemeler kurarak ve buralara dikta yanlısı savcılar, hakimler atayarak “makul şüphe” gibi keyfi yaklaşımlarla en ufak muhalif sesi bile kriminalize etmenin imkanını bulmuş durumda. Attığınız basit bir tweet mesajı, diktatörün hoşuna gitmeyecek birkaç kelime “makul şüphe”li olarak keyfi şekilde tutuklanmanız için artık yeterli.
Sanmayın ki bu baskı ve zulüm sadece Türkiye’de geriye bir avuç kalmış cesur demokrat aydınları ilgilendiriyor. Bu gidişat maalesef Türkiye’yi demokrasi ve hukukun üstünlüğünü şiar edinmiş medeni dünyadan hızla koparıyor, sonu belli olmayan tehlikeli bir maceraya sürüklüyor. Ülke gün geçtikçe bir despot güruhunun tahakkümüne daha fazla girdikçe Kürt sorununun çözümü, Alevi sorununun ele alınması, gayr-i Müslimlerin haklarının iadesi konusu da asla gerçekleşmeyecek kuru bir retorikten ibaret kalıyor. Yerli iş adamlarının bile tedirgin olup yatırımlarının en azından bir kısmını yurtdışına taşıdığı böyle hukuksuz, istikrarsız, güvencesiz, keyfi ve öngörülemez bir ortamda yabancı yatırımcı beklemek ise  hayal oluyor. Olan Türkiye’ye oluyor, bu ülkede yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan halkın gelecek umutlarına oluyor!
Maalesef 2014 Türkiye’nin karabasanlarla yatıp kalktığı bir yıl oldu. Umarım 2015 ülkenin demokrasi ve özgürlüklerin canına okuyan muktedir mafya güruhundan kurtulmayı başardığı bir yıl olur…
Mutlu yıllar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder