“Zorba” deyince hemen ilk aklıma meşhur Yunanlı yazar Nikos Kazancakis’in “Zorba” isimli romanı ve klasikleşmiş bu romandan sinemaya uyarlanarak Anthony Quinn’in eşsiz performansıyla hafızalara kazınan bol ödüllü “Zorba The Greek” filmi gelir. İnsanoğlunun kendisiyle hesaplaşması üzerine kurguladığı romanında Kazancakis, Alexis Zorba isimli kaba saba ama insan sevgisiyle dolu taşralı bir Yunanlının hayat felsefesini anlatır. Soy isminin negatif çağrışımının aksine Alexis Zorba hakikaten insana değer veren ve kalp kırmamayı önemseyen bir kişiliktir. Kitabın bir yerlerinde Kazancakis, Alexis Zorba’ya şöyle bir hatırasını anlattırır:
“Komşumuz ihtiyar bir
Türk olan Hüseyin Ağa çok yoksuldu. Hanımı, çocukları da yoktu. Akşam eve geldi
mi, avluda diğer ihtiyarlarla oturur, çorap örerdi. Ermiş bir adamdı Hüseyin
Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı; hayır duası eder gibi elini başıma koydu; ‘Aleksi’
dedi, ‘Bak sana bir şey söyleyeceğim, küçük olduğun için anlamayacaksın,
büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum, Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler
almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hiçbir
zaman insan yüreğini yaralama.”
Keşke “zorba” denildiğinde
akla hep böyle bir kişilik gelebilseydi. Ancak Yunan diline de girmiş olan Farsça
kökenli “zorba” kelimesinin anlam olarak çağrıştırdıkları maalesef hiç de iç açıcı
değil. Alexis Zorba’nın insan sevgisi ve yaşam sevincinin aksine “zorba” kelimesi
anlam olarak ancak pek de insani olmayan hal ve hareket sahiplerine bir sıfat olarak
kullanılabilecek bir kelime. Kelime anlamıyla da “zorba” gücüne güvenerek hükmü
altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan bir kimsedir. Zorba
müstebittir, mütegallibedir, despottur, diktatördür. Zorba kendisini ne örf,
adet, ahlak kurallarıyla bağlı hisseder, ne de herkesin uymak zorunda olduğu
hukuki kurallara uymaya gerek duyar.
“Nereden çıktı şimdi bu
‘zorba’ muhabbeti?” diye sorabilirsiniz. Elbette ki son yıllarda, özellikle de
son aylarda Türkiye’de yaşanan tuhaflıklardan. Hüseyin Ağa’nın küçük Aleksi’ye söylediği
“hiçbir zaman insan yüreğini yaralama” öğütünün adeta tam tersini yaparak
milyonlarca insanın durmaksızın kalbini kıran, aşağılayan, hakaret eden, onur
ve şahsiyetlerini ayaklar altına alan ve buna rağmen artık seçilmiş
cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın ürpertici hal ve hareketlerinden
tabii.
Malumunuz 2002’den beri
Türkiye’yi yöneten Erdoğan, ilk iki dönemi boyunca Türkiye için gerçekleştirdiği
demokratikleştirici hamlelerle tanındı. Bu başarısından dolayı yurtiçinde ve
yurtdışında destek ve rağbet gördü, hatta bir model olarak gösterildi. Ancak
Erdoğan gıpta edilen bu profilinin aksine 3. döneminde, yani son yıllarda, anti
demokratik, hukuk dışı ve temel insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan bir yola
girdi. O kadar ki, birçok gözlemci veya yazar önceki tavrıyla bu taban taban
zıt tavrı arasındaki farkı ifade etmek için Erdoğan’ın bu anti-demokratik savrulmasını
“II. Erdoğan” olarak adlandırmaya bile başladı.
İşte bu II. Erdoğan
malumunuz Pazar günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerekli çoğunluğu
kıl payı sağlayarak Cumhurbaşkanı seçildi. AGİT gözlemci heyetinin ve birçok
yabancı siyasi gözlemcinin de dikkat çektiği gibi seçim öncesi şartlar hiç de
adil ve demokratik değildi. Her şeyden önce cumhurbaşkanlığı seçim yarışına
girdiği halde başbakanlığı bırakmayan Erdoğan, seçim kampanyasında kamu
imkanlarını sonuna kadar kullandı. Seçim yasaklarına rağmen Başbakanlık makam
aracına sivil bir aracın plakasını takmasının ortaya çıkmasıyla sembolleşen bu
çıkar çatışmasına rağmen Erdoğan kamu imkanlarını sonuna kadar kullanmaya devam
etti. Özel medya kuruluşları ve özel televizyonlardaki adaletsiz imkanları
kullanma bir yana özellikle kamu yayıncılığı yapan TRT televizyonları Erdoğan’ın
propaganda makinasına dönüştürüldü.
Seçim öncesi tüm
anti-demokratik ve eşit rekabete aykırı adaletsiz şartları bir yana bırakacak
olursak Türkiye Pazar günü üzerinde ciddi bir şaibe olmayan bir seçim
gerçekleştirdi. Bu seçimin galibi olan Erdoğan, şöyle ya da böyle seçilerek
demokratik meşruiyetin sandıkla ilgili kısmını elde etmiş oldu. Ama demokratik
hukuk devletlerinde bir liderin meşruiyetinin tek gereği elbette ki sandıktaki
başarısı değildir. Seçilirken ve seçildikten sonra hukuk ilkelerine ne kadar
sadık kaldığı da demokratik meşruiyetinin niteliğini gösterir. Rakiplerine
karşı etik ve ahlak dışı yöntemlerle asimetrik imkanlar kullanarak seçimi kazanan
Erdoğan maalesef hukuka ve özellikle Anayasa’ya bağlılık anlamında demokratik meşruiyetini
tesis edecek bir yolu tercih etmedi.
Cumhurbaşkanını ilk kez
doğrudan halkın seçtiği seçim öncesi yürüttüğü agresif kampanya boyunca,
cumhurbaşkanının Anayasa’da belirlenen yetkilerini, sorumluluklarını ve
sınırlarını dikkate almayacağının mesajlarını veren Erdoğan, seçilir seçilmez
ancak ve ancak “zorbalık” diye tanımlayabileceğimiz bir tavır içerisine girdi.
Erdoğan, adeta hak, hukuk, etik, örf tanımaz, had bilmez bir zorba gibi Anayasa’nın
çok açık hükümlerini ihlal ederek resmen anayasal suç işledi ve işlemeye de devam
ediyor.
Seçim öncesi cumhurbaşkanı
adayı olduğu halde başbakanlık görevini bırakmayarak kamu imkanlarını kendisi
için seferber etmekte bir sakınca görmeyen Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildiği
halde milletvekilliğine, başbakanlığa ve parti başkanlığına devam etmektedir. “Cumhurbaşkanı
seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeliği sona erer.” şeklinde olan Anayasa’nın 101. Maddesi’nin son paragrafı hiçbir
yoruma, tevile ya da saptırmaya mahal bırakmayacak kadar açık olmasına rağmen
Erdoğan, seçildiği halde vekilliği, başbakanlığı ve parti başkanlığını sürdürmektedir.
Oysa derhal vekilliğinin sona ermesi, vekilliği sona erdiği için de “milletvekili
olmayan başbakan olamaz” kuralı gereği başbakanlığının da derhal sona erip,
hükümetin düşmesi gerekir.
Görülmedik bir hukuk
tanımazlık ve had bilmezlikle seçilmiş cumhurbaşkanı Erdoğan, tüm milletin
gözleri önünde açıkça Anayasa suçu işlemekte herhangi bir sakınca
görmemektedir. Halbuki seçildiği andan itibaren zorla işgale devam ettiği
pozisyonların gereği olarak yaptığı her iş, aldığı her karar, attığı her imza
birer anayasal suç niteliğindedir. Anayasa açıkça “varsa partisi ile ilişiği
kesilir” dediği halde Erdoğan, YSK tarafından seçildiğinin duyurulmasından
sonra bakın neler yaptı: Hemen “AKP Başkanı” olarak partisinin MYK’sını topladı
ve kendisinden sonrası için partisine şekil verecek kararlar aldı. Perşembe
günü AKP il başkanlarını toplayarak onlarla toplantı yaptı. Tarafsız bir
cumhurbaşkanı gibi değil partizan bir siyasetçi olarak faaliyetlerine aynen
devam etti.
Anayasa, “Cumhurbaşkanı
seçilenin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer” dediği halde Erdoğan’ın
vekilliği halen devam etmektedir. Vekilliği devam ettiği için başbakanlığı da
sürmektedir. Erdoğan, adeta hukuk ve Anayasa tanımaz bir zorba gibi üç önemli
pozisyonu birden işgal etmektedir. Bu haliyle hukuken mutlaka hesabı sorulması
gereken vahim suçlar işlemektedir. Oysa demokratik hukuk devleti olarak bilinen
bir devlette konumu her ne olursa olsun hiç kimsenin Anayasa’yı ve hukuku yok
sayarak suç işleme hakkı olamaz. Erdoğan, bir cumhurbaşkanı olarak Anayasa’yı
yok sayarsa ortalama vatandaşın hukuk kurallarına ve Anayasa’ya uyup, saygı
göstermesini nasıl bekleyebilir?
30 Mart 2014 yerel
seçimlerinde belediye başkanı seçilen bazı milletvekillerinin seçildiği anda, yasalar
gereği, Meclis Başkanlığı tarafından parlamento üyelikleri anında düşürülmüştü.
Şimdi ise sadece seyretmekle yetinen Meclis Başkanlığı Erdoğan’ın zorbalıkla
işlediği bu Anayasal suça ortaklık etmektedir. Yine anayasal suç ve ihlaller
durumunda res’en harekete geçmesi gereken Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da,
üstelik ana muhalefet partisi CHP’nin suç duyurusunda bulunmasına rağmen, Anayasa
ihlalini önleyici tedbirler için harekete geçmeyerek, görevini ihmal etmekte ve
Erdoğan’ın işlediği bu anayasal suça ortak olmaktadır. Anayasa Mahkemesi de
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sını zorbalıkla değersiz bir kağıt parçasına
çeviren Erdoğan’ı maalesef izlemekle yetinmektedir.
Zorba belki hukuk ve
düzenin olmadığı, tam ya da kısmi anarşinin olduğu yerlerde olabilir, anormal şartlar
gereği normal da karşılanabilir. Böyle ortamlarda gücü olan ama ahlaki, etik
sınırları bulunmayan kişiler despotlukla, zulümle, hukuksuzlukla işlerini
yürütebilir, hak-hukuk tanımaz çıkarlarını daha zayıflara dayatabilir. Ama
kendisini demokratik hukuk devleti olarak tanımlayan bir devletin en tepesine
çıkmış bir kişinin böyle davranması asla ve asla kabul edilemez. Cumhurbaşkanlığı
gibi ali bir makamı hiç kimse bir Zorba gibi yönetemez. Seçilmiş cumhurbaşkanı
parti başkanlığı, vekillik ve başbakanlık konumlarını bir zorba gibi cebren
işgal edemez. Bu kadar zorbalık AKP ve Erdoğan’ın binlerce yıllık devlet
geleneğini ve hukuk sistemini tarumar ettiği Türkiye için bile fazla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder