14 Ağustos 2014 Perşembe

Zorba


“Zorba” deyince hemen ilk aklıma meşhur Yunanlı yazar Nikos Kazancakis’in “Zorba” isimli romanı ve klasikleşmiş bu romandan sinemaya uyarlanarak Anthony Quinn’in eşsiz performansıyla hafızalara kazınan bol ödüllü “Zorba The Greek” filmi gelir. İnsanoğlunun kendisiyle hesaplaşması üzerine kurguladığı romanında Kazancakis, Alexis Zorba isimli kaba saba ama insan sevgisiyle dolu taşralı bir Yunanlının hayat felsefesini anlatır. Soy isminin negatif çağrışımının aksine Alexis Zorba hakikaten insana değer veren ve kalp kırmamayı önemseyen bir kişiliktir. Kitabın bir yerlerinde Kazancakis, Alexis Zorba’ya şöyle bir hatırasını anlattırır:
“Komşumuz ihtiyar bir Türk olan Hüseyin Ağa çok yoksuldu. Hanımı, çocukları da yoktu. Akşam eve geldi mi, avluda diğer ihtiyarlarla oturur, çorap örerdi. Ermiş bir adamdı Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı; hayır duası eder gibi elini başıma koydu; ‘Aleksi’ dedi, ‘Bak sana bir şey söyleyeceğim, küçük olduğun için anlamayacaksın, büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum, Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama.”
Keşke “zorba” denildiğinde akla hep böyle bir kişilik gelebilseydi. Ancak Yunan diline de girmiş olan Farsça kökenli “zorba” kelimesinin anlam olarak çağrıştırdıkları maalesef hiç de iç açıcı değil. Alexis Zorba’nın insan sevgisi ve yaşam sevincinin aksine “zorba” kelimesi anlam olarak ancak pek de insani olmayan hal ve hareket sahiplerine bir sıfat olarak kullanılabilecek bir kelime. Kelime anlamıyla da “zorba” gücüne güvenerek hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan bir kimsedir. Zorba müstebittir, mütegallibedir, despottur, diktatördür. Zorba kendisini ne örf, adet, ahlak kurallarıyla bağlı hisseder, ne de herkesin uymak zorunda olduğu hukuki kurallara uymaya gerek duyar.
“Nereden çıktı şimdi bu ‘zorba’ muhabbeti?” diye sorabilirsiniz. Elbette ki son yıllarda, özellikle de son aylarda Türkiye’de yaşanan tuhaflıklardan. Hüseyin Ağa’nın küçük Aleksi’ye söylediği “hiçbir zaman insan yüreğini yaralama” öğütünün adeta tam tersini yaparak milyonlarca insanın durmaksızın kalbini kıran, aşağılayan, hakaret eden, onur ve şahsiyetlerini ayaklar altına alan ve buna rağmen artık seçilmiş cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın ürpertici hal ve hareketlerinden tabii.
Malumunuz 2002’den beri Türkiye’yi yöneten Erdoğan, ilk iki dönemi boyunca Türkiye için gerçekleştirdiği demokratikleştirici hamlelerle tanındı. Bu başarısından dolayı yurtiçinde ve yurtdışında destek ve rağbet gördü, hatta bir model olarak gösterildi. Ancak Erdoğan gıpta edilen bu profilinin aksine 3. döneminde, yani son yıllarda, anti demokratik, hukuk dışı ve temel insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan bir yola girdi. O kadar ki, birçok gözlemci veya yazar önceki tavrıyla bu taban taban zıt tavrı arasındaki farkı ifade etmek için Erdoğan’ın bu anti-demokratik savrulmasını “II. Erdoğan” olarak adlandırmaya bile başladı.
İşte bu II. Erdoğan malumunuz Pazar günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerekli çoğunluğu kıl payı sağlayarak Cumhurbaşkanı seçildi. AGİT gözlemci heyetinin ve birçok yabancı siyasi gözlemcinin de dikkat çektiği gibi seçim öncesi şartlar hiç de adil ve demokratik değildi. Her şeyden önce cumhurbaşkanlığı seçim yarışına girdiği halde başbakanlığı bırakmayan Erdoğan, seçim kampanyasında kamu imkanlarını sonuna kadar kullandı. Seçim yasaklarına rağmen Başbakanlık makam aracına sivil bir aracın plakasını takmasının ortaya çıkmasıyla sembolleşen bu çıkar çatışmasına rağmen Erdoğan kamu imkanlarını sonuna kadar kullanmaya devam etti. Özel medya kuruluşları ve özel televizyonlardaki adaletsiz imkanları kullanma bir yana özellikle kamu yayıncılığı yapan TRT televizyonları Erdoğan’ın propaganda makinasına dönüştürüldü.
Seçim öncesi tüm anti-demokratik ve eşit rekabete aykırı adaletsiz şartları bir yana bırakacak olursak Türkiye Pazar günü üzerinde ciddi bir şaibe olmayan bir seçim gerçekleştirdi. Bu seçimin galibi olan Erdoğan, şöyle ya da böyle seçilerek demokratik meşruiyetin sandıkla ilgili kısmını elde etmiş oldu. Ama demokratik hukuk devletlerinde bir liderin meşruiyetinin tek gereği elbette ki sandıktaki başarısı değildir. Seçilirken ve seçildikten sonra hukuk ilkelerine ne kadar sadık kaldığı da demokratik meşruiyetinin niteliğini gösterir. Rakiplerine karşı etik ve ahlak dışı yöntemlerle asimetrik imkanlar kullanarak seçimi kazanan Erdoğan maalesef hukuka ve özellikle Anayasa’ya bağlılık anlamında demokratik meşruiyetini tesis edecek bir yolu tercih etmedi.
Cumhurbaşkanını ilk kez doğrudan halkın seçtiği seçim öncesi yürüttüğü agresif kampanya boyunca, cumhurbaşkanının Anayasa’da belirlenen yetkilerini, sorumluluklarını ve sınırlarını dikkate almayacağının mesajlarını veren Erdoğan, seçilir seçilmez ancak ve ancak “zorbalık” diye tanımlayabileceğimiz bir tavır içerisine girdi. Erdoğan, adeta hak, hukuk, etik, örf tanımaz, had bilmez bir zorba gibi Anayasa’nın çok açık hükümlerini ihlal ederek resmen anayasal suç işledi ve işlemeye de devam ediyor.
Seçim öncesi cumhurbaşkanı adayı olduğu halde başbakanlık görevini bırakmayarak kamu imkanlarını kendisi için seferber etmekte bir sakınca görmeyen Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildiği halde milletvekilliğine, başbakanlığa ve parti başkanlığına devam etmektedir. “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” şeklinde olan Anayasa’nın 101. Maddesi’nin son paragrafı hiçbir yoruma, tevile ya da saptırmaya mahal bırakmayacak kadar açık olmasına rağmen Erdoğan, seçildiği halde vekilliği, başbakanlığı ve parti başkanlığını sürdürmektedir. Oysa derhal vekilliğinin sona ermesi, vekilliği sona erdiği için de “milletvekili olmayan başbakan olamaz” kuralı gereği başbakanlığının da derhal sona erip, hükümetin düşmesi gerekir.
Görülmedik bir hukuk tanımazlık ve had bilmezlikle seçilmiş cumhurbaşkanı Erdoğan, tüm milletin gözleri önünde açıkça Anayasa suçu işlemekte herhangi bir sakınca görmemektedir. Halbuki seçildiği andan itibaren zorla işgale devam ettiği pozisyonların gereği olarak yaptığı her iş, aldığı her karar, attığı her imza birer anayasal suç niteliğindedir. Anayasa açıkça “varsa partisi ile ilişiği kesilir” dediği halde Erdoğan, YSK tarafından seçildiğinin duyurulmasından sonra bakın neler yaptı: Hemen “AKP Başkanı” olarak partisinin MYK’sını topladı ve kendisinden sonrası için partisine şekil verecek kararlar aldı. Perşembe günü AKP il başkanlarını toplayarak onlarla toplantı yaptı. Tarafsız bir cumhurbaşkanı gibi değil partizan bir siyasetçi olarak faaliyetlerine aynen devam etti.
Anayasa, “Cumhurbaşkanı seçilenin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer” dediği halde Erdoğan’ın vekilliği halen devam etmektedir. Vekilliği devam ettiği için başbakanlığı da sürmektedir. Erdoğan, adeta hukuk ve Anayasa tanımaz bir zorba gibi üç önemli pozisyonu birden işgal etmektedir. Bu haliyle hukuken mutlaka hesabı sorulması gereken vahim suçlar işlemektedir. Oysa demokratik hukuk devleti olarak bilinen bir devlette konumu her ne olursa olsun hiç kimsenin Anayasa’yı ve hukuku yok sayarak suç işleme hakkı olamaz. Erdoğan, bir cumhurbaşkanı olarak Anayasa’yı yok sayarsa ortalama vatandaşın hukuk kurallarına ve Anayasa’ya uyup, saygı göstermesini nasıl bekleyebilir?
30 Mart 2014 yerel seçimlerinde belediye başkanı seçilen bazı milletvekillerinin seçildiği anda, yasalar gereği, Meclis Başkanlığı tarafından parlamento üyelikleri anında düşürülmüştü. Şimdi ise sadece seyretmekle yetinen Meclis Başkanlığı Erdoğan’ın zorbalıkla işlediği bu Anayasal suça ortaklık etmektedir. Yine anayasal suç ve ihlaller durumunda res’en harekete geçmesi gereken Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da, üstelik ana muhalefet partisi CHP’nin suç duyurusunda bulunmasına rağmen, Anayasa ihlalini önleyici tedbirler için harekete geçmeyerek, görevini ihmal etmekte ve Erdoğan’ın işlediği bu anayasal suça ortak olmaktadır. Anayasa Mahkemesi de Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sını zorbalıkla değersiz bir kağıt parçasına çeviren Erdoğan’ı maalesef izlemekle yetinmektedir.
Zorba belki hukuk ve düzenin olmadığı, tam ya da kısmi anarşinin olduğu yerlerde olabilir, anormal şartlar gereği normal da karşılanabilir. Böyle ortamlarda gücü olan ama ahlaki, etik sınırları bulunmayan kişiler despotlukla, zulümle, hukuksuzlukla işlerini yürütebilir, hak-hukuk tanımaz çıkarlarını daha zayıflara dayatabilir. Ama kendisini demokratik hukuk devleti olarak tanımlayan bir devletin en tepesine çıkmış bir kişinin böyle davranması asla ve asla kabul edilemez. Cumhurbaşkanlığı gibi ali bir makamı hiç kimse bir Zorba gibi yönetemez. Seçilmiş cumhurbaşkanı parti başkanlığı, vekillik ve başbakanlık konumlarını bir zorba gibi cebren işgal edemez. Bu kadar zorbalık AKP ve Erdoğan’ın binlerce yıllık devlet geleneğini ve hukuk sistemini tarumar ettiği Türkiye için bile fazla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder