İnsanoğlunun belki de
en önemli ve insan fıtratına en uygun ekonomik icatlarından biri serbest piyasa
ekonomisidir. Hele hele bütün olup biteni “görünmez el”e
bırakmayıp, sosyal devlet ve sosyal adalet ilkelerini göz ardı etmeyecek özerk
düzenleyici kurumları da kurumsallaştırabilmişse, serbest piyasa ekonomisinin
çok basit kurallarıyla çok büyük ekonomileri bile yönetmek mümkün hale
gelir. Aslında lafın gelişi “yönetmek” diyorum. Çünkü şayet sağlam temeller ve
ilkeler üzerine kurmuşsanız piyasayı gönül rahatlığıyla kendi haline bırakabilirsiniz.
Gerçekten de serbest
piyasa ekonomisinin, tıpkı yer çekimi kanunu gibi, çok basit ama belirleyici
kuralları vardır. Bu kuralların başında da arz-talep ilişkisi gelir. Bu ilişkinin
belirleyiciliği reel sektörde olduğu gibi finans sektöründe de, iç piyasada
olduğu gibi uluslararası ticarette de geçerlidir. Bir serbest piyasa
ekonomisinde arz-talep dengesini dikkate almadan atacağınız her adım kaçınılmaz
olarak felaketle sonuçlanabilir. Felaketi manipülatif hamlelerle belki öteleyebilir
ve algı operasyonlarıyla belki geciktirebilirsiniz, ama asla engelleyemezsiniz.
Şayet şu ya da bu
sebeple serbest piyasa ekonomisi olmaya karar vermişseniz oyunu da onun kurallarına
göre oynamak mecburiyetindesiniz. 1880’lerde yaşayan Thomas Carlyle, bir tabiat
kanunu derecesinde gördüğü arz-talep ilişkisinin belirleyiciliğini o meşhur ‘‘Bir papağana arz ve talep kelimelerini öğretebiliyorsanız, ona ekonomiyi
öğretmişsiniz demektir -- Teach a parrot the terms 'supply and demand' and
you've got an economist” sözüyle hafızalara kazımıştır.
Elbette ki dünyadaki tek ekonomik
sistem serbest piyasa ekonomisi değildir. Merkezi kontrol ekonomisini ve devletçiliği
(statism) esas alan sosyalist sistemler, korumacılığı esas alan merkantalist
ekonomiler ve uzun yıllar Türkiye’nin ceremesini çektiği ve halen de çekmeye kısmen
devam ettiği karma ekonomiler de mümkün. Ancak büyük ekonomik sıkıntılar ve yaşanan
felaketlerden sonra şayet ekonominin dümenini arz-talebin belirleyici olduğu serbest
piyasa ekonomisine doğru kırmışsanız, oyunu da onun kurallarına göre oynamalısınız.
Rahmetli Turgut Özal’ın 1980’li yıllarda piyasa ekonomisini kurumsallaştırmaya
yönelik devrimci adımlarından bu yana Türkiye’de bu model, bazı marjinal sosyalist
gruplar dışında, hiç kimse tarafından sorun edilmemiştir. Öte yandan, serbest piyasa
ekonomisini benimsemiş gibi yapıp en basit kurallarına savaş açmak ise
olabilecek en ahmakça tavır olsa gerektir.
2001 yılında serbest piyasayı
yücelterek yola çıkan, devletin ve kamunun ekonomide kapladığı alanı küçültmeyi
vaat eden AKP, iktidarının ilk yıllarında bu sözünü büyük ölçüde tutmuş, kamu
istihdamını ve devletin ekonomideki payını küçültmeyi hedefleyen ciddi bazı adımlar
atmıştır. Özelleştirmeye hız verdiği gibi, kısa bir süreliğine de olsa daha az
insanla daha fazla iş ve üretim hedefinin peşine düşerek kamu sektöründe
verimliliği esas almıştır. Bu amaçla gerek emekliliği, gerekse kamudan başka
yollarla ayrılmayı teşvik etmiştir. Yani doğru olanı yapmış ve kamu çalışanı
sayısında ciddi bir azalma sağlayamasa da kısa bir süre için en azından artışı
yavaşlatmıştır.
Ancak süreç içerisinde, AKP de tüm
önceki popülist iktidarların yoluna sapmış ve kamu sektörünü bir kolay istihdam
yolu olarak görmüştür. Her ne kadar özelleştirmeler sayesinde
işçi sayısı kısmen azalsa da memur sayısı hızla artmıştır. 2002 yılında memur
sayısı 2 milyon 123 bin kişiyken, bugün bu sayı 3 milyon 184 bin kişiye
ulaşmıştır. 2002 yılında bütçenin yüzde 18’i memur maaşlarına giderken bu oran 2012’de
yüzde 30’u bulmuştur. 2002’de kamuya maliyeti 22 milyar TL olan memur maaşları,
2012’de 100 milyar TL’yi aşmıştır.
Hatırlanacağı gibi 2001’deki
ekonomik çöküşün hemen ardından devrin hükümeti apar topar Dünya Bankası Başkan
Yardımcısı Kemal Derviş’i Türkiye’ye transfer etmiş. Kendisini kabine üyesi
yapmış ve süper yetkilerle donatmıştı. Doğrusu Derviş bu yetkilerin hakkını
vermiş ve başta finans sektörü olmak üzere Türk ekonomisini sil baştan yeniden
yapılandırmıştı. AKP ktidarının ilk yıllarında Derviş’in yapılandırdığı bu ekonomik plana sıkı sıkıya sarılmış ve plana sadakatinden dolayı önemli başarılar elde
etmiştir. Ancak zamanla siyasal popülizm ve nepotizmle bir nevi ahbap-çavuş
kapitalizmine (crony capitalism) sapınca, bu büyülü başarı hikayesi de
gölgelenmeye başlamıştır.
Kemal Derviş’in piyasaya
müdahale eden bir ekonomi aktörü olmaktan ziyade bir düzenleyici rolü biçtiği devleti
ve kurumlarını, devleti giderek kutsar hale gelen AKP ekonominin en önemli aktörü haline getirmiştir. Sağlıktan
ulaşıma, madencilikten enerjiye, finanstan eğitime kadar giderek devlete daha
bağımlı hale getirdiği özel sektörün normalde kolayca üstesinden gelebileceği
alanlarda bile haksız rekabete yol açacak müdahale ve tercihlerde bulunmuştur.
Özel medya kurumlarına
karşı kamu yayın organlarının bilgi ve haberi tekelleştirme girişiminden tutun
da, bankacılık sistemindeki payı sadece yüzde 7 olan faizsiz bankacılık
sektörüne kamu bankalarını sokma tehdidine ve hatta bir bankayı devlet eliyle
batırma girişimine varıncaya kadar özel sektörü felç edecek tehlikeli ve keyfi adımlara
imza atmıştır. Özellikle son yıllarda ekonomi adil ve eşit rekabeti esas alan serbest
piyasa kurallarından sapmış, siyaseten tercih edilen bazı şirketler keyfi kamu
ihaleleriyle büyütülmüş, karşı olunan diğer bazı şirketler ise devlet eliyle batırılmaya
ya da zarara uğratılmaya çalışılmıştır. Devletin ekonomi üzerinde güçlenen eli cezalandırıcı bir ceberrut sopaya dönüştürtülmüş ve nihayet 100 binin üzerinde özel
şirket fişlenerek, piyasadan silinmelerine yönelik tenkil planları ortalığa
saçılmıştır.
Serbest piyasa
ekonomileri olarak rekabetle büyüyen, gelişen, refah ve mutluluk üreten Batı’dan kopup, sadece
ekonomik istikrar hedefleyen bir vizyonla Çin ve Rusya gibi yarı despotik
merkezi ekonomileri örnek alır hale gelen AKP iktidarı, ekonominin olmazsa
olmazı rasyonel yaklaşımlardan da giderek uzaklaşmış ve nihayet piyasa
araçlarının oluşturduğu sonuçlara gayri mantıki tepkiler verir hale gelmiştir. Mesela,
ekonominin gereklerinden ziyade, Anayasa, hukuk ve demokratik ilkeleri hiçe
sayarak gün be gün despotlaşan Erdoğan’a yaranmayı esas alan Ekonomi Bakanı
Nihat Zeybekçi, ekonomi görünümümüze dair somut bir fotoğrafı dikkatlere sunan uluslararası reyting
kuruluşlarına savaş açmıştır.
Reyting kuruluşlarından Fitch’in ardından Moody’s’i
de eleştiren Zeybekci, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarına resmen rest
çekmiş, “ülke olarak sizin yaptığınız yorumları kaale almıyoruz” demiştir. Peki
“kaale alınmayacağı” söylenen Moody’s, analizinde rasyonel olmayan herhangi bir
şey mi diyordu? Hayır, son derece makul analizler ve uyarılar ihtiva ediyordu. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde galip gelmesine rağmen gelecek yıl
yapılacak olan genel seçim sonrası siyasi tablo netleşene kadar Türkiye’nin
uluslararası piyasalardaki dalgalanmalar karşısında kırılganlığının devam edeceği
uyarısında bulunuyordu. Ayrıca, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı hakkında soru
işaretleri oluştuğuna da dikkat çekiyordu.
Türkiye'nin
kredi notu üzerindeki ekonomik ve kurumsal baskıları “yavaşlayan büyüme, yüksek
enflasyon, belirgin dış kırılganlıklar ve merkez bankası dahil özerk bağımsız
kurumların zayıflaması” olarak özetleyen Moody’s, 2015 yılındaki seçimler ve
sonrasında kurulacak hükümet neticesinde AKP içindeki saflaşmanın ekonomi
politikalarına ve yönetime nasıl yansıyacağı konusundaki endişeleri dile
getiriyordu. Düşen büyüme, azalan tasarruf oranı, artan enflasyon ve cari açık ile
Ukrayna, Suriye ve Irak gibi dış faktörlerin oluşturduğu riskleri sıralıyordu.
Rasyonel
bir ekonomi yönetimi için değerli bir analiz niteliğinde olan Moddy’s’in bu
tespitleri, irrasyonaliteye demir atmış, kendilerine vizyon olarak anti-demokratik
merkezi ekonomileri seçmiş olan mevcut ekonomi yönetimimiz tarafından mutlaka külhanbeyi
üslubuyla cevap verilmesi gereken bir saldırganlık olarak değerlendirilmiştir.
Ne diyelim?.. Turgut Özal’ın
ve Kemal Derviş’in değerli mirasını tarumar ederek ülkenin geleceği ile
pervasızca oynayan bu kifayetsiz muhterislere Allah akıl fikir versin! Amin…