17 Eylül 2015 Perşembe

Kötü para iyi parayı kovuyor


Başlığa bakıp hemen İngiltere’de Kraliçe I. Elizabeth döneminde baş gösteren piyasadaki bir para sıkıntısından dolayı Sir Thomas Gresham’ın yaptığı tespitten bahsettiğim sanılmasın. Bu yazıda üzerinde duracağımız “kötü para” ve “iyi para” Sir Gresham’ın bahsettiğinden tamamen farklı.
Malumunuz 16. yüzyılda banknotlar yoktu. Sadece değişik değerli metallerden üretilen paralar vardı. 16 yüzyılda İngiltere’de metal para gümüş içerikliydi. Süreç içerisinde gümüş içeriği düşük olan paralar dolaşıma girince gümüş içeriği fazla olan paralar piyasadan kaybolmaya başladı. Bunun üzerine I. Elizabeth’in görevlendirmesiyle danışmanı Sir Gresham konuyu inceledi ve bir rapor hazırladı. Sir Gresham, ikisi de aynı piyasa değerindeki metal paralardan birinin içinde daha fazla gümüş olunca içinde daha az gümüş bulunan paranın para olarak değerinin arttığını tespit etti. Daha fazla gümüş içeriği olan 1 şilinle de, daha az gümüş içeriği olan 1 şilinle de aynı malın alınabildiğini kayıtlara geçirdi. Bu durumda içinde daha fazla gümüş içeriği olan parayı eritip içindeki gümüşü satmak daha akıllıcaydı. Nitekim İngiltere’de de böyle olmuştu.
Sir Gresham’ın ismiyle anılan ve “Gresham Yasası” adı verilen ‘kötü para iyi parayı piyasadan kovar’ ilkesi bir zamanlar ekonomi biliminin temel esaslarından biriydi. Ancak kâğıt paranın ortaya çıkması ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi bu yasayı tersine çevirdi. Bu sefer insanlar değeri sürekli düşen yerli banknotu, değerini koruyan yabancı paralarla değiştirmeye başladılar. Özellikle yerli paranın faizinin düşük olduğu dönemlerde bu eğilim yaygınlaştı. Böylece yasa tersine döndü ve iyi kâğıt para kötü kâğıt parayı piyasadan kovmaya başladı.
Neyse ki konumuz bu değil. Türkiye ile ilgili anlatacağımız bu hikayeye “Gresham Yasası”nın çağrıştırdıkları daha uygun. Hikayemizde “iyi para” yerine “temiz/meşru para”, “kötü para” yerine ise “kirli/kara para” demek belki daha münasip olacaktır. Ancak, Gresham Yasası’nın edebi çarpıcılığına teslim olarak bu yazıda iyi para-kötü para dikotomisini kullanmayı tercih edeceğim.
Bilindiği üzere Türkiye, özellikle 2002-2005 yılları arasında, Avrupa Birliği üyelik sürecinin gerektirdiği köklü demokratik ve hukuki reformları gerçekleştirmişti. Zaten 2001 ekonomik krizi sonrası da IMF ve Dünya Bankası ile yapılan 48 milyar dolarlık stand-by anlaşmasının bir gereği olarak ulusal ekonomi ve finans sistemini sil baştan yeniden yapılandırmıştı. Bu reformlar ve yeniden yapılandırmalar sayesinde Türkiye bir anda doğrudan yabancı yatırımın gözde destinasyonlarından biri haline gelmişti. Cumhuriyet tarihi boyunca ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırımın toplamını bir yıl içerisinde alır hale gelen Türkiye’de ekonomi o yıllarda uluslararası para ve kredi bolluğunu da iyi değerlendirerek adeta şaha kalkmıştı. Yine bu güçlü ekonomik/finansal yapısı sayesinde 2009 küresel ekonomik krizinin etkilerinden çok fazla zorlanmadan çıkmayı başarmıştı.
Maalesef 2011 yılından başlayarak demokrasi ve hukuk alanında yeniden geriye gidişin başlaması, son 2 yılda ise 2001 krizinden sonra yeniden yapılandırılan ekonomik ve finansal sistemin tamamen tarumar edilmesi ile birlikte Türkiye 2000’li yıllara damgasını vuran bu başarı hikayesini tamamen ziyan etti. 2001 krizi sonrası oluşturulan tüm düzenleyici özerk kuruluşlar giderek otokratik bir tek adam yönetimi hüviyetine bürünen iktidarın etkisi altına girdi. Öyle ki artık ne Merkez Bankası bağımsız ve özerk hareket edebiliyor, ne BDDK, ne de SPK… Dolayısıyla özerkliklerini büyük ölçüde yitiren bu kurumlar ekonomi biliminin ve piyasa koşullarının gerektirdiği hamleleri zamanlıca yapmaktansa siyasi iktidarın popülist beklentilerini karşılamak zorunda kalıyor.
Özellikle 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet skandalının patlak vermesinden sonra yargının tamamen iktidarın güdümüne girmesi, güçler ayrılığı sisteminin tamamen yok edilmesi sonrası Türkiye, tamamen bir tek adam diktası görüntüsü veriri oldu. Türkiye’de hukuk güvencesi ortadan kaldırılınca geriye ne mülkiyet haklarını, ne teşebbüs hürriyetini garanti altına alan bir ortam kaldı. Her ne kadar önceki 10 yıl boyunca sergilenen başarılı performansla oluşturulan imajın meyveleri belirli bir süre daha gelmeye devam ettiyse de nihayet Türkiye’de kralın çıplak olduğu gerçeğini yerli-yabancı herkes artık anladı.
Kral çıplaktı ve Türkiye Erdoğan’ın ve yakın çevresinin adının karıştığı büyük bir yolsuzluk ve rüşvet skandalının alelacele üstünü örtmek için hukuk güvencesinin ortadan kalktığı bir ülke olmuştu. Dahası özel teşebbüs ürünü olan dershanelerin kapatılması örneğinde olduğu gibi artık teşebbüs hürriyeti tehdit altındaydı. Gasp edilen Çukurova Holding ve Bank Asya örneklerinde olduğu gibi özel mülkiyet haklarına artık saygı gösterilmiyordu. Toplumun muhalif kesimlerine gözdağı üzerine gözdağı veriliyor, hiçbir somut delile dayanmaksızın “terörist”, “casus” yaftası vurup siyasi amaçlarla düşmanlaştırılarak yok edilmeye çalışılıyordu. Türkiye, seçim sonuçlarının bile mafyatik iktidar çetesi tarafından fiilen tanınmadığı, basın ve ifade özgürlüğünün ise yok edildiği bir ülke haline gelivermişti.
10 yıl boyunca büyük gayretler sarf edilerek oluşturulan yatırım iklimi Erdoğan’ın  dikta hevesi yüzünden bir-iki yıl içerisinde tarumar edildi. Hukuk güvencesi olmayan, yatırımcılar için vazgeçilmez olan öngörülebilirliği yok eden keyfiliklerin zirve yaptığı, Erdoğan rejimine yüzde yüz biat etmeyen her iş adamının batırılarak mallarına el konulmaya çalışıldığı bir ülkeye yabancı yatırımcılar neden gelsin ki? Zaten gelmediler de… Ülkeye yeni yabancı yatırımcılar gelmediği gibi hali hazırda gelmiş olanlar da Türkiye’den en az zararla kaçmanın yolunu arar oldu. Yabancı sermaye şöyle dursun, kendi ülkesinde geleceğini riskte gören yerli işadamları bile sermaye ve varlıklarının en azından bir kısmını yurtdışına çıkarmanın arayışına girdi. Türkiye, hukuki güvence ve asgari saygı arayışındaki meşru ve temiz sermaye için yatırım iklimi uygun bir ülke olmaktan hızla çıkarıldı.  
Yabancı sermayenin ülkeyi hızla terk etmesi artık büyük yekun oluşturarak resmi figürlere de yansıyor. Çarşamba günü uluslararası yatırım pozisyonunu açıklayan Merkez Bankası’nın verilerine göre sadece bu yılın Ocak-Temmuz ayları arasında 44,8 milyar dolar tutarındaki yabancı sermaye Türkiye’yi terk etti. Bu yabancı sermaye çıkışının 17,2 milyar dolarının doğrudan yatırım, 28,6 milyar dolarının ise portföy yatırımı stokundan olduğu ifade ediliyor. Yabancı sermaye ülkeden kaçarken, yenisi gelmezken ve bu yüzden Türkiye nakit sıkıntısı çekerken aynı dönemde yerli sermayenin yurtdışında 2 milyar dolar tutarında doğrudan yatırım yaptığı da kayıtlara geçti.
Hatırlanacağı gibi benzer bir yabancı sermaye çıkışı 2008 krizinde de yaşanmış ve Türkiye’den 102 milyar dolar çıkmıştı. Ama o çıkış küresel finans krizi kaynaklıydı. Bugün ise dünyada kriz yok. Otokratik bir demir yumruk peşindeki Erdoğan rejimi maalesef Türkiye’nin ekonomi yönetimine olan güveni tamamen sıfırladı. Öyle ki, Dünya Bankası, yatırım kolaylığı sıralamasında, Türkiye’yi dört sıra birden gerileterek 51. sıradan 55. sıraya indirdi. Siyasi amaçlı ve keyfi vergi cezaları, onlarca yıldır üreten ve binlerce insana istihdam sağlayan en temiz şirketlere mesnetsiz suçlama ve iddialarla polis baskınlarının yapılması ve hukuk güvencesinin tamamen ortadan kalkması Türkiye’yi yatırım yapılır bir ülke olmaktan çıkardı.
Bırakın yabancı yatırımcıyı, son olarak Erdoğan diktasının hedef aldığı Kaynak Holding, Koza-İpek Holding, Boydak Holding, Doğan Holding gibi köklü ve meşru sermaye için bile ülke yaşanmaz hale getirildi. Tabii bunlar olurken rant ve kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesi yoluyla semirtilen Erdoğan yandaşı türedi şirketlerin ve sermayenin önü açıldı. On yıllarca süren çileli süreçlerle büyümüş olan Anadolu Kaplanları batırılmaya çalışılırken, köksüz/temelsiz ve gücünü tamamen Erdoğan ile ilişkisinden alan kuşkulu sermaye grupları bugün büyüdükçe büyüyor.
Daha da kötüsü Türkiye adeta bir kara ve gri para cenneti haline gelmiş durumda. Yaptırımlar altında uluslararası finans sisteminden dışlandığı dönemde İran’ın yarı-meşru milyarlarca dolarını Türkiye’nin finansal sistemine sokan Reza Zarrab ve Babek Zencani örneklerinde olduğu gibi Türk finans sistemi de patolojik bir hale bürünmüş durumda. Öyle ki İran, Zencani ile ilgili yürüttüğü soruşturma kapsamında en az 12 milyar dolarının Türkiye’de kaybolduğunu ileri sürüyor. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin ise Türkiye’nin çarpık finans sistemine petrol gelirlerinden 6 milyar dolarını kaptırdığı dedikodusu kulaktan kulağa yayılıyor.
Öte yandan, temiz ve meşru yabancı sermaye ülkeyi hızla terk ederken son dönemde her yıl Türkiye’ye miyarlarca dolar kaynağı belirsiz para girişi oluyor. Sadece son 7 ay içinde bu rakamın 9 milyar dolara ulaştığı biliniyor.
Yani neresinden bakarsınız bakın, hukuku, demokrasiyi, teşebbüs hürriyetini ve özel mülkiyet dokunulmazlığını askıya alarak mafyatik bir çete görüntüsü sergileyen Erdoğan rejiminin oluşturduğu bu boğucu iklimde kötü para iyi parayı kovuyor. Üstelik bu kendiliğinden ya da gizli de olmuyor. Erdoğan ve adamlarının adeta ellerinde büyük büyük sopalarla temiz ve meşru parayı nasıl kovduğunu herkes görüyor.

15 Eylül 2015 Salı

Rakamlar diyor ki: Görgüsüz saraylar yükselirken Türkiye çöküyor


Hamaset kültürünün baskın olduğu Türkiye gibi ülkelerde üzerinde en az konuşulanları somut rakamsal veriler oluşturuyor. Gerçi AKP hükümetleri döneminde enflasyon, kişi başına düşen milli gelir, yoksulluk ve açlık sınırı, büyüme, işsizlik, dış borç, cari açık gibi verilerin hesaplanmasında iktidarın güncel ve konjonktürel ihtiyaçlarına göre sürekli yöntem değişikliğine gidiliyor. Rakamlar ve istatistikler sürekli maniple ediliyor. Buna rağmen, özellikle uluslararası kuruluşların verileriyle sağlaması yapılarak, kuru hamasetten ziyade rakamlar üzerinden konuşmak yine de daha sağlıklı görünüyor.
Dr. Sinan Erdil gibi bazı ekonomistlerin paylaşımlarından faydalanılarak kaleme alınan bol rakamlı bu yazıya veri toplarken aklımda hep şu soru vardı: “2008 Ocak ayında 1 ABD Doları 1,16 TL iken halkın baskın siyasi tercihi olan AKP, acaba bugün 1 Dolar 3,5 TL’ye doğru giderken, diğer ekonomik ve istatistiki veriler de reel bir çöküşü gösterirken en fazla tercih edilen parti olma statüsünü koruyabilecek mi?” Türk halkının siyasi rasyonalitesinin testi olacak bu sorunun cevabını bugünden bulmak elbette zor. Ama sağlıklı, adil ve açık bir seçim gerçekleşebilirse bu sorunun cevabını 1 Kasım’da alacağız. Öyleyse bu merakımızı 1 Kasım’a erteleyelim ve gelin rakamların soğuk ve sarsıcı yüzüne şöyle bir bakalım. 
Kredi derecelendirme şirketleri tarafından Türkiye’nin kredi notunun 2012’de “yatırım yapılabilir” seviyeye yükseltilmesinden bu yana ülkede ABD Doları yüzde 71’lik, faiz ise yüzde 65’lik bir artış gösterdi. Paradan 6 sıfırın atıldığı dönemlerde 1 Doların 1 TL olacağına dair AKP propagandası ise tamamen çöktü. Son günlerde 1 Dolar 3 TL’yi aştı. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan daha 7 Mart 2015 günü “dolar alan yaya kalır” dememiş miydi? Seçimlerde AKP için oy propagandası yapan Erdoğan açıkça milleti aldattı. Daha fecisi ise TL’nin değer kaybının önlenememesi ve trend üzerinden yapılan daha feci tahminler. Danışmanlık firması Goldman Sachs’a göre 1 Dolar çok geçmeden 3,65 TL olacak. Türkiye’deki politika faizi ise 2016 yılı içerisinde yüzde 12’ye çıkacak. Morgan Stanley’in tahmini daha da feci: 1 Dolar 3.85 TL olacak.
Döviz kuru deyip geçmemek gerekiyor. Çünkü dolar kurunda yaşanan 1 kuruşluk her artış, dış borç stokumuzun faturasını 3 milyar 928 milyon lira artırıyor. Dolardaki yükseliş  dış borcu sadece son 2 ayda 116 milyar TL artırırken, bunun kişi başına düşen borca yansıması 1500 TL oldu. Genel olarak ise Türkiye’yi 2002’de 129 milyar Dolar dış borçla devralan AKP bu borcu şu an 400 milyar dolara çıkardı. Öte yandan, dış borcun milli gelire oranı açısından Türkiye tam bir felaket görüntü sergiliyor. Bu oran Çin’de yüzde 8,4, Brezilya’da yüzde 25, Hindistan’da yüzde 18 iken Türkiye’de yüzde 51’i buluyor.
Dünyadaki genel gidişatın tersine gıda fiyatlarında yüzde 30’lara varan artışa ve döviz kurlarındaki aşırı artışla birlikte beyaz eşya fiyatlarında yüzde 20, otomotivde ise yüzde 10 fiyat artışına rağmen nasıl oluyorsa resmi enflasyon rakamları hala yüzde 6-8 bandında seyredebiliyor. Resmi enflasyon rakamlarının reel hayattan kopukluğu resmi istatistiklerin güvenilirliğini ortadan kaldırıyor. Oysa geçim sıkıntısının had safhada olduğu Türkiye’de bu sıkıntıların yansımasını kredi kartlarıyla yapılan borçlanma üzerinden takip etmek mümkün. Bugün Türkiye’de kredi kartı borcundan dolayı 2 milyon kişi yasal takip altında bulunuyor. Bunların yaklaşık yüzde 70’ini ise dar gelirli vatandaşlar oluşturuyor.
Dar gelirli denince de akla şüphesiz asgari ücretliler geliyor. Hatırlayacaksınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimler öncesi döneme denk gelen 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda kaç-AK Saray’ında topladığı yandaş işçilere, “asgari ücrete bundan daha fazla zam yapılamaz” demiş ve bir de kendisini alkışlamıştı. Oysa doların değerindeki artışla Ocak 2015’te 949 lira olan ve 406 dolara tekabül eden asgari ücret bugün 1000 TL olmasına rağmen reel olarak 329 dolara gerilemiş durumda. Bu verilere bir de halkın satın alma gücünün son 2 yılda yüzde 53 oranında düştüğünü ve Mayıs 2013-Eylül 2015 arasında TL’nin Dolar karşısında en az yüzde 60 değer kaybettiğini eklerseniz felaketin boyutları daha net ortaya çıkar.
Kişi başına düşen resmi milli gelir rakamları ise ayrı bir komedi. İş gücünün yüzde 45’e yakınının asgari ücretle çalıştığı bir ülkede milli gelirin 10.000 doların üzerinde olduğuna inanmak için epey bir gayret sarf etmek gerekiyor. Gelir dağılımındaki artan adaletsizlik Erdoğan ve AKP’nin hiç de fakir dostu olmadığını apaçık gösteriyor. 2002’de halkın en zengin yüzde 1'inin toplam servetten aldığı payın yüzde 39,4’ten bugün yüzde 54,3’e yükselmiş olması gelir uçurumundaki felaketi gözler önüne seriyor. Buna rağmen söylemlerinin aksine eylemlerinde zengin dostu olan AKP’nin tercihiyle, yüzde 29’u doğrudan, yüzde 71’i dolaylı vergiden oluşan Türkiye’deki vergi yükünü dar gelirli bu vatandaşlar taşıyor.
Milli geliri Türkiye’nin milli gelirinden 8 kattan fazla olan Japonya’da dolar milyarderi sayısının Türkiye’deki dolar milyarderi sayısının yarısı kadar olduğunu söylemek gelir dağılımındaki uçurumu daha net gösterecektir. Sadece Japonya mı? 3,4 Trilyon dolarlık Almanya’da 58, 2,4 Trilyon dolarlık İngiltere’de 37, 2,6 Trilyon dolarlık Fransa’da 24 dolar milyarderi varken 700 milyar dolarlık ekonomisiyle Türkiye’de 43 dolar milyarderi bulunuyor.  
Gelir dağılımı bir tarafa, sadece son 8 ayda 1138 işçinin öldüğü Türkiye’de işçileri bekleyen tek tehlike elbette ki uygunsuz ve güvenliksiz iş koşullarında hayatını kaybetmek ya da sakatlanmak değil. Çoğu açlık sınırının altındaki asgari ücretle çalışmak zorunda olan bu işçiler Türkiye’nin vergi yükünü de omuzlamak zorunda. Çünkü Türkiye, OECD ülkeleri arasında asgari ücretten en fazla vergi alan ülkelerin başında geliyor. Asgari ücretli çalışanlardan İspanya yüzde 6, İngiltere yüzde 10, ABD yüzde 14, ekonomik krizdeki Yunanistan bile yüzde 17 vergi alırken Türkiye yüzde 21 oranında vergi alıyor.
Böylece Türk-İş verilerine göre açlık sınırının 1345 TL, yoksulluk sınırının ise 4380 TL olduğu Türkiye’de 1040 TL kazanan asgari ücretli 4 kişilik bir ailenin nasıl geçinebildiği daha büyük bir mucizeye dönüşüyor. Emeklilerin durumu ise maalesef bundan daha parlak değil. TL’deki değer kaybı yüzünden, ortalama 1000 TL aylık alan bir emekli bugün aslında reel olarak 2013’te eline geçen maaştan 585 TL eksik alıyor.
Sahiden kişi başına düşen milli gelir azalırken, kredilerini ödeyemeyenlerin sayısı müthiş artarken, işsizlik tırmanıp enflasyon yükselirken resmi rakamların dediği gibi Türkiye ekonomisi gerçekten yüzde 3,8 büyüdü mü? Sanmam, çünkü Türkiye’nin nüfus artış hızı dikkate alınarak reel bir büyümeden bahsedebilmek için en az yüzde 5’lik bir oranda büyümesi gerekiyor. Türkiye ekonomisi TL bazında yüzde 2-2,5 büyümüş olsa bile, dolar bazında GSMH 630 milyara indi. Kişi başı GSMH de 8000 doların altına düştü. OECD raporlarına göre, son 6 yılda geliri 55 milyar dolar artan Türkiye’nin borcu 121 milyar dolar arttı. Böyle bir ülke büyümüş olabilir mi?
Bu hazin durum doğal olarak BDDK’nın saklayamayacağı verilere de yansıyor. BDDK’ya göre Temmuz ayında hukuki takipteki tüketici kredileri ve kredi kartı tutarı 15 milyar 111 milyon liraya ulaştı. Böylece takibe düşen tüketici kredileri yılbaşından bu yana yüzde 20, kredi kartları ise 14,5 civarında arttı. Öte yandan Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre ise, 2015 yılı Ocak-Ağustos döneminde karşılıksız işlem yapılan çeklerin parasal tutarı yüzde 49 artışla 17,6 milyar TL’yi buldu. 2015’in ilk 8 ayında karşılıksız çekler ise yüzde 21 artışla 490,000 adet olarak gerçekleşti.
Ama unutulmamalı ki, asgari ücretle de olsa bu ülkede bir iş sahibi olabilmek büyük bir talih. Zaten Türkiye İş Kurumu (TİK) verileri de bunu söylüyor. TİK verilerine göre kayıtlı iş arayanları ifade eden işgücü sayısı Ağustos ayı itibariyle son 1 yılda 865 bin 444 kişi artarak 5 milyon 350 bini aştı. Daha fecisi ise, son dönemde işsiz kalanların yarısından fazlasını oluşturan “üniversite mezunu işsizler”in sayısının son bir yılda 170 bini aşması. TBB verilerine göre Türkiye’nin en büyük bankalarından olan Akbank bile son 1 yılda 44 şube kapattı ve 1653 çalışanının işine son verdi. Salı günü açıklanan resmi rakamlar da Ağustos ayı işsizlik oranını yüzde 9,6 olarak gösterdi.
            Berbat gerçek şu ki, Türkiye üreten ve dolayısıyla istihdam sağlayan sağlıklı bir ekonomiye sahip değil. Vaziyet o kadar vahim ki Apple’ın 3 aylık kârı Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun 1 yıllık net kârının üzerinde. Türkiye’nin ihracatı ise 4 yıldır 150 milyar dolara saplanmış durumda. 2023 yılı hedefi olan 500 milyar dolar artık hayal bile edilemez durumda. Türk ekonomisi artık büyüyemediği gibi reel olarak hızla küçülüyor. Döviz kuru bu kadar yüksekken ihracattaki düşüşün ithalattaki düşüşten bile fazla olması duruma dair çok şey söylüyor. Dış ticarette daralma hızla devam ediyor. İhracat geçen ay yüzde 16,2, ithalat ise yüzde 8,7 düştü. Dış ticaret açığı ise Temmuz ayında yüzde 6,5 artarak 7 milyar 28 milyon dolara yükseldi.
Oysa Maliye Bakanı Şimşek, cari açık bu sene 30 milyar dolar olur demişti. Şimdiden 48 milyar dolara ulaştı bile. Cari açık çok daha fazla büyüyecek çünkü son 5 yılda Türkiye’ye giren yabancı para son 1 yılda geri gitti. Despotizm ve hukuksuzluğun pençesinde istikrarsızlaşan ülkeden yabancı yatırımcı hızla kaçıyor. Türkiye’ye güvenin azalması sonucu yabancı yatırımcılar bu yıl 4,5 milyar dolarlık Türk tahvili sattı. Yabancı yatırımcılar legal ve meşru paralarıyla ülkeyi teker teker terk ederken Türkiye gri ya da kara paranın merkezi haline geliyor. İstikrarsızlığa rağmen son 7 ayda Türkiye’ye giren 9 milyar dolarlık kaynağı belirsiz paranın niteliği ve aidiyeti büyük bir tartışma ve merak konusu.
AKP’nin yanlış politikaları yüzünden Türkiye gün be gün dünyadan koparılırken, ekonomisi de G-20 listesinden düşme riski altında bulunuyor. 2014 yılı sonunda 800 milyar dolar olan Türkiye’nin gayri safi milli hasılası, doların 3 lirayı görmesiyle 594 milyar dolara kadar gerilemiş durumda. Yani Türkiye’nin milli geliri 2007’nin altına düştü. Bunun sebebini başka yerde aramaya ise gerek yok. Nüfusu Türkiye’ye yakın Almanya’nın yıllık ihracatı 1,5 trilyon dolar iken, Türkiye’nin ihracatı 150 milyar dolara çakıldı kaldı. Bu berbat veriler yüzünden öyle görünüyor ki bu yıl Kasım ayında Antalya’da yapılacak G-20 zirvesi sadece siyasi açıdan değil, ekonomik veriler açısından da Türkiye için çok sıkıntılı geçecek.
Daha fazla rakam sıralamak mümkün ama bu kadarı yeterli sanırım. Bu fecaat tablodan dolayıdır ki daha düne kadar “ekonomimiz sağlam, kriz yok” diyen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “böyle giderse bırakın 2023 hedeflerine ulaşmayı, mevcut durumu bile koruyamayız” demesi boşuna değil.
Erdoğan ve avenesi lüks uçaklar ve araçlarda saltanat sürüp, debdebeli saraylar yükseltirken Türkiye ekonomisi gümbür gümbür çöküyor. Bilin istedim.

13 Eylül 2015 Pazar

'Tek Adam'ın adamı

Bu yazıda aslında size anlatabileceğim yeni bir hikaye yok. Çünkü bu hikaye hiç de yeni bir hikaye değil. Geçen yıl 27 Ağustos’ta yazılmıştı. Cumartesi günü ise bu bilindik hikaye sadece tekrar edildi o kadar. Tekrarı yapılırken de hikayenin ana teması doğal olarak daha güçlendirildi. Ana temayı sıkıntıya sokan bazı önemsiz küçük detaylar törpülendi. Bilindik bu kötücül hikayemiz kemale erdirildi.
Hatırlayacağınız gibi Erdoğan 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmiş, ancak Anayasa’nın 101.-107. maddeleri arasındaki hükümlerin tamamını ihlal etmek pahasına ne milletvekilliğinden, ne başbakanlıktan, ne de parti başkanlığından haftalarca vazgeçmemişti. Üstelik seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak tarihine kendisinin karar verdiği 27 Ağustos 2014’teki AKP 1. Olağanüstü Kongresi’ne katılmaktan çekinmemişti.
Bu kongreyi tuhaf kılan tek şey Erdoğan’ın Anayasa’nın açık maddelerini, demokratik teamülleri ve siyasi nezaketi hiçe saymasından ibaret değildi. Erdoğan sonrası AKP’nin doğal lideri olması beklenen, tüm anketlerde de öyle çıkan, devrin cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi 28 Ağustos 2014 günü sona erecekti ve bu kongre sadece bir gün önce düzenleniyordu. Açıkçası hukuk, Anayasa, demokratik teamüller, siyasi ve en temel insani nezaket kuralları alabildiğine zorlanıyor, kanırtılıyordu. Belli ki Erdoğan ve çevresi Gül’ün AKP’ye dönmesini istemiyordu. İstememekle kalmayıp, türlü şark kurnazlığı ve çeşitli Ali Cengiz oyunlarıyla bunu imkansızlaştırıyorlardı.
İşte böyle bir ortamda AKP, tek aday ve tek listeyle Olağanüstü Kongre’ye gitmiş ve Erdoğan’ın işaretiyle Ahmet Davutoğlu’nu parti başkanı seçmişti. Seçmişti demem lafın gelişi. Çünkü, kongrede tek aday olunca seçimden ziyade bir atama mevzubahisti. Ama Davutoğlu tek aday gösterilse bile demokrasinin işlemesi mümkün olabilir ve bu AKP’yi izleyenlere bu partide demokratik bir umudun hala canlı olduğuna dair fikir verebilirdi. Öyle ya, neticede son derece tartışmalı ve sıkıntılı bir dönemde, üstelik hiç de şık olmayan çeşitli ayak oyunlarıyla olağanüstü bir kongre yapılıyordu. O zamana kadar yapılan bütün anketlerin Erdoğan sonrası doğal lider olarak gösterdiği Abdullah Gül’e, göstere göstere bir çerme takılıyordu. Kongrede tek aday olsa dahi yapılan bütün bu nezaketsizliklerin, haksızlıkların ve ayak oyunlarının mutlaka bir siyasi sonucu olmalıydı.
Ama olmadı. AKP’nin 1. Olağanüstü Kongresi’ne tek aday olarak sokulan Ahmet Davutoğlu bin 388 delegeden bin 382’sinin oyunu aldı. Sakın yanlış anlaşılmasın o 6 oy da olup bitenlere karşı protesto oyu falan değildi. Teknik sebeplerden geçersiz sayılan oylardan ibaretti. Yani Erdoğan bir sürü hukuki olmazları zorlayarak, demokratik teamülleri, siyasi etik ve nezaketi hiçe sayarak Davutoğlu’nu atamış ve Davutoğlu yine de delegenin tamamının oyunu almıştı. Benim için o gün AKP’nin bilinen anlamıyla bir siyasi parti olarak tarihe gömüldüğü gün olmuştu. Ortada demokratik parti olma niteliğini tamamen kaybetmiş bir şey vardı artık.
İşte bu yüzden, çevremde yeni AKP Başkanı ve Başbakan olan Davutoğlu’nun bazı şeyleri değiştirebileceğine dair zayıf da olsa umutlarını dile getirenlere, böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını gerekçeleriyle anlatıp durdum. Çünkü, Davutoğlu’nu değil de Erdoğan şayet hiç kimsenin tanımadığı, bilmediği ve belki de hiç olmayan “Tavukoğlu” diye birini aday göstermiş olsaydı muhtemeldir ki o da delegenin yüzde yüz oyuyla seçilecekti. Neticede AKP ve yönetimi, Anayasa ve teamüllere göre artık tarafsız olması gereken Erdoğan’ın ihtirasları uğruna siyasette kullandığı bir aparattan ibaretti.
Cılız da olsa umutlarını dile getirenlere bu konuda hep şunu söyledim: “Şayet, AKP  demokratik kültürden azıcık nasibini almış bir parti olsaydı hukuk, demokratik ve siyasi nezaket böylesine kanırta kanırta zorlanarak yapılan bir kongrede en azından birkaç yüz delegenin protesto oyu kullanması gerekirdi. Davutoğlu delegelerin yüzde 100’ünün değil de mesela sadece yüzde 55’inin oyuyla seçilmiş bir parti başkanı ve başbakan olsaydı belki umutlu olunabilirdi. Böyle bir durumda AKP’nin en azından yüzde 55’inin Davutoğlu’nun arkasında olduğu düşünülebilirdi. Oysa Kongre’de kendisine oy veren delegenin yüzde 100’ü Erdoğan öyle istediği için Davutoğlu’na oy verdi. Davutoğlu kendisine ait olmayan bir gücün ürettiği bir figürdür ve artık kendisi olarak kalma şansını bile yitirdi. Görünürde AKP Başkanı ve Başbakan olsa da Davutoğlu’nun siyasi özgül ağırlığı yok hükmündedir. Çünkü böyle bir özgül ağırlığı yoktur. Dolayısıyla kendisinden hukuka uygun, özgün, medeni, izzetli ve demokrat bir tavır beklemek abesle iştigaldir.”
Belki de bu analizimde yanılmayı en çok isteyen kişi bendim. Ama geçtiğimiz bir yıl boyunca yaşanan gelişmeler, Davutoğlu’nun liderlik yapacak tıynetten hiç nasiplenmediğini apaçık ortaya koydu ve bu analizi maalesef doğruladı. Kendisini ve kişiliğini inkar ederek konuşma üslubunu, mimiklerini bile Erdoğan’a benzetmeye çalışmaktan, onu taklit etmekten çekinmeyen birinden ne beklenirdi ki zaten?
Dün de AKP 5. Olağan Kongresi’ni yaptı ve tek aday gösterilen Davutoğlu, oy kullanan bin 360 delegenin, geçersiz sayılan 7 oy hariç, tamamının oyuyla yeniden AKP başkanı seçildi. Pardon yeniden atandı. AKP hakiki bir demokratik siyasal parti olsaydı şayet, her şeyden önce mutlaka bu kadar türbulanslı bir zamanda içinden kaçınılmaz olarak başka adaylar ve başka listeler de çıkardı. Tek aday, tek liste ile yapılan Kongre, AKP’nin demokratik niteliklerinden geriye pek bir şeyin kalmadığının apaçık ve güçlü bir teyidi niteliğinde oldu. Ama bu durum hiç şaşırtmadı.
Aslında AKP 5. Olağan Kongresi, 28 Ağustos 2014 AKP 1. Olağanüstü Kongresi’nden çok daha feciydi. Çünkü, bu sefer Davutoğlu’nun parti yönetiminin şekillenmesi konusundaki etkisi de tamamen sıfırlandı. Kendisine en yakın isimleri bile parti yönetiminde koruyamazken, Erdoğan’ın dayattığı tüm isimleri parti yönetimine sokmak zorunda kaldı. Böylece Davutoğlu, kendi elleriyle Erdoğan’ın ellerine tamamen teslim olmuş kullanışlı bir siyasi aparatçığa dönüşmüş oldu. Bu garip durumun Türk siyasi tarihinde bir ilk olma özelliğiyle hep anılacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü, Davutoğlu, kendi ekibini bile seçme hürriyetine sahip olamayan, en yakın yardımcılarını bile seçmesine izin verilmeyen bir genel başkan olarak ‘etkisiz eleman’ haline getirildi.
Kongreyle AKP’nin karar alma organı olan 50 üyeli Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nun (MKYK) yüzde 70'i yenilendi. Listenin neredeyse tamamı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sadakatleri ve bu sadakatin gereği militanlıklarıyla bilinen isimlerden oluştu. Kongre sonuçları Davutoğlu’nun ne resmen başkanıymış gibi yaptığı AKP üzerinde, ne de resmen başbakanıymış gibi göründüğü hükümet üzerinde herhangi bir fiili ağırlığı olmadığını gözler önüne serdi. Siyaseti yakından takip edenler bu durumu zaten biliyordu ama kongre bu tuhaflığı herkesin gözleri önüne serdi.
Neticede, bir “tek adam rejimi” kurmak amacıyla sivil bir darbe sürecinden geçen Türkiye’de görünürdeki Başbakan’ın tüm rolünün “tek adam”ın adamı olmaktan öteye gidemeyeceği bir durumla karşı karşıyayız. Dünkü net tablodan sonra ne AKP artık demokratik bir parti olarak kabul edilebilir, ne de Erdoğan vesayeti altında zoraki seçtiği parti yönetimi.