30 Haziran 2015 Salı

Sanki 7 Haziran hiç olmamış gibi…


13 yıllık bir tek parti iktidarı sonrasında AKP, tüm adaletsiz seçim öncesi şartlarına ve devlet imkanlarını hoyratça ve partizanca seferber etmesine, muhalif partileri alabildiğine engelleme çabasına rağmen arzu ettiği sonuçları alamadı. Formal anlamda bir yenilgi almasa da, anayasa değiştirme gücü elde etmek için yanıp tutuştuğu seçimlerde tek parti iktidarı olma şansını bile kaybetti. Özellikle anayasal sınırlarını tanımayarak sürekli suç işleme pahasına AKP lehine en ateşli seçim kampanyalarını yürüten Erdoğan’ın bu yenilgideki rolü ve payı çok büyük oldu. Buna rağmen, tıpkı AKP hükümetinin yaptığı gibi, seçim öncesinde günde 3 miting yapıp medyaya birkaç söyleşi vererek bir cumhurbaşkanının nasıl olmaması gerektiğini gösteren Erdoğan, bu büyük siyasal hezimetinin sarsıcı şoklarını atlatır atlatmaz kaldığı yerden yeniden devam etmeye koyuldu.
Oysa şunu unutuyorlar, ne bugünkü Türkiye 6 Haziran’daki Türkiye, ne de bugünkü AKP ve Erdoğan o günkü konum ve etkinliğinde. Çünkü AB uyum süreçlerine sarıldığı, demokratikleşmeyi derinleştirdiği, hakları pekiştirdiği, özgürlükçü reform çabasını sürdürdüğü, devletten ziyade halkı öncelediği, iktidar kibrinin henüz zirve yapmadığı, mutlak iktidar sarhoşluğuyla küstahlıkların ve yolsuzlukların ortalığı sarmadığı, Türkiye’nin akutlaşmış 100 yıllık sorunlarına hala neşter atarmış gibi göründüğü, gayri samimi de olsa hukukun üstünlüğünü tesis etmek için uğraşırken derin devlet çeteleri ve cunta yapılanmalarıyla mücadele ettiği, dış politikada son yıllarda sergilediği berbat performansının tam aksine Türkiye’nin yakın çevresine istikrar ihraç ettiği, yakın bölgesinde ve tüm dünyada İslam ile demokrasinin nasıl uzlaşabileceğine dair bir rol model olarak görüldüğü yılların tersine seçmen AKP’den desteğini çekti. Belli ki çekmeye de devam edecek.
Seçmen yükselen otoriterliğe, despotlaşmaya, tek adam yönetimine, hukuksuzluğa, keyfiliğe, kibre, küstahlığa, nobranlığa, hırsızlığa, yolsuzluğa olan tepkisini sandıkta açık ve net olarak ortaya koydu. AKP’yi ve daha ziyade Erdoğan’ı feci şekilde cezalandırdı. Kampanya sürecinde giriştikleri onca manipülasyona ve sebep oldukları onca şaibeye rağmen vatandaşın üzeri belirli bir süreliğine küllenmiş sağduyusu uyanma sürecine girdi. Halk duruma el koydu ve 7 Haziran günü Erdoğan’ın AKP’yi de peşine takarak ülkeyi sürüklediği kaos ve kabus macerasının tam ortasında sert bir şekilde frene bastı. Erdoğan ve AKP’ye açıkça “artık yeter, haddini aşma” mesajını verdi.
Bu mesajın içeriğinde “Haddini aşarak anayasal sınırları zorlamanı istemiyorum. Tipik bir tek adamcı Asya diktatörlüğüne karşılık gelecek ucube bir başkanlık sistemi istemiyorum. Verdiğim yetkilerin dışına çıkıp top yekün bir milleti aptal yerine koyarak hepsini hoyratça güdülecek sürüler gibi görmeni istemiyorum. Tercihimi senin tehlikeli şahsi ihtiraslarından yana değil güçler ayrılığı, kontrol ve denge mekanizmalarına dayalı parlamenter sistemden yana kullanıyorum. Keyfiliğe karşı hukukun üstünlüğünü, tek adam diktasına karşı çoğulcu toplumun ihtiyaçlarına saygılı bir kurumsallaşmış anayasal düzeni tercih ediyorum ” gibi sert uyarılar da vardı.
7 Haziran’ın verdiği tüm bu net uyarılara rağmen maalesef söylem itibariyle tabulaştırdığı “millet iradesi”ni fiiliyatta yok saymaya meyleden Erdoğan ve AKP sanki bu mesajlar hiç yokmuş gibi davranmaya çabalıyor. Anayasal zorunluluklar gereği istifa eden ama yeni hükümet kuruluncaya kadar ülke yönetimine sadece idareten nezaret etmesi gereken AKP hükümeti, sanki yeniden tek parti iktidarı olmuşçasına icraatlarına tam gaz devam ediyor. Valiler, kaymakamlar, bürokratlar atıyor. Ekonomiyi ve sosyal hayatı derinden etkileyecek kararlar alıyor. Dört dörtlük bir “topal ördek”ken bir leopar çevikliği ve bir akbaba iştihasıyla iktidarın nimetlerine dört elle sarılıyor, bırakmak istemiyor. Güç ve iktidara olan bağımlılığında o kadar ileri gidiyor ki, görülmedik bir cüretkarlıkla Türkiye’yi kendi elleriyle kaosa sürükledikleri Suriye’ye sokmak için yanıp tutuşuyor. Bunu hangi hakla, hangi yetkiyle ve hangi meşruiyetle yapıyor belli değil. Ne anayasal çerçeve, ne mevcut hukuk düzeni, ne de siyaset ahlakı ve teamülleri Erdoğan ve AKP için bir anlam ifade ediyor. Belli ki tek hedefleri var o da  savaşa girmiş bir ülkede iktidarlarının ömrünü uzatıp uzatamayacakları.  
Tıpkı AKP gibi Erdoğan da 7 Haziran’da çok büyük bir yenilgi aldığını kabullenmek istemiyor. Adeta 7 Haziran hiç olmamış, sonuçları hiç yokmuş gibi hala tek adam olma hayallerinin peşinde koşuyor. Eski hastalıklı alışkanlıkları ve saplantılarıyla Anayasa’nın kendisine verdiği kısıtlı ve sembolik rolü bir kenara bırakıp siyaseti dizayn etmeye çabalıyor. Tıpkı AKP’yi aldığı gibi tüm siyaseti ve hukuk sistemini de tamamen vesayeti altına almak için türlü ayak oyunları deniyor. Halk sandıkta verdiği net mesajla kendisini siyaset arenasının dışına atmasına rağmen Erdoğan oyun sahasının en cevval oyuncusu gibi hareket ediyor. Belli ki partizanlık hastalığı henüz geçmiş değil. Siyaseti kendi inisiyatifi altında tutmak, kurulacak olan hükümeti kendisi belirlemek ve arzu etmediği bir yenilgiyle sonuçlanan 7 Haziran seçimlerini mümkünse yok hükmüne sokacak yeni bir seçimin yapılması için yanıp tutuşuyor. Bu ihtiraslarıyla siyasi partiler arasında ayrımcılık yapmakla kalmıyor, ülkeyi hedefleri, süresi ve sonu belli olmayan bir savaş belasına bulaştırmak istiyor.
Çünkü aslında Erdoğan ve şürekası çok korkuyor. Ve aslında 7 Haziran’da çok ama çok büyük bir yenilgi aldığının o da farkında. Ama bu büyük yenilgiyi kabullenmenin sonuçlarını göze alamıyor. Erdoğan, bu büyük yenilgiyi kabullenmesi durumunda, bunun ulusal ve uluslararası hukuk açısından devasa bir suç kataloğuna dönüşen son yıllardaki tüm gayr-i meşru ve illegal faaliyetlerinin hesabını vermesini gerektirecek bir süreci başlatacağını çok iyi biliyor. Hukukun yeniden canlandığı; yasama, yürütme ve yargı erkeleri arasındaki birbirini denetleyici dengenin yeniden kurulduğu, dış politikadaki tehlikeli sapmanın giderildiği, demokrasinin kurumakta olan damarlarına yeniden can suyunun pompalandığı bir ortamda kendisine ve zihniyetine umut vaat eden bir geleceğin olamayacağının Erdoğan farkında. Böyle bir durumda Erdoğan ve şürekasını bekleyen tek geleceğin hukuk önünde yıllar süren bir hesap vermekten başkası olmayacağını biliyor.
Erdoğan ve kısmen AKP işte bu mukadder akıbetten kaçmak için çırpınıyor. Onun için anayasayı, hukuku, siyasi etiği ve teamülleri, millet iradesini ve verdiği sert mesajı görmezden gelmeye çabalıyor. Onun için Erdoğan, bir ucu muhtarlara kadar uzanan ve kendisinin merkezinde olduğu gerçek bir “paralel devlet” kurmaya çabalıyor. Onun için çekirdeğinde AK Saray’ın yer aldığı şahsi sadakate dayalı olarak kişiselleştirilmiş gayr-i meşru ve hukuksuz bir korsan yönetim ağı oluşturmaya çalışıyor. Onun için sanki 7 Haziran seçimleri hiç yaşanmamış ve hükümet istifa etmek zorunda kalmamış gibi AKP hükümeti alabildiğine cüretkar ve olabildiğince partizan icraatlarına aynen devam ediyor.
Bir süre daha böyle devam etsinler bakalım… Nasıl olsa biz biliyoruz ki tek adamlık, despotluk, hukuksuzluk ve keyfilikler için artık deniz bitti. Varsın bunun farkına varmayan, varıp da kabullenemeyenler suç hanelerine yeni suçlar eklesinler… Nasıl olsa hesabı sorulur bir gün!

25 Haziran 2015 Perşembe

Kusura bakmayın, hepiniz o karedesiniz


Bir kısım AKP’li bakanlar, vekiller ve yandaş gazetecilerde tam bir 7 Haziran aydınlanması yaşanıyor. Bu aydınlananlar arasına görevdeyken “ürkekçe” bile olsa dile getirdiğine şahit olmadığımız eleştirilerini bir danışmanına yazdırdığı siyasal PR kitabı üzerinden “cesaretle” dile getiren eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü da dahil etmek mümkün. Ben buna “7 Haziran aydınlanması” diyorum, çünkü AKP 7 Haziran’da aldığı oy oranından 3 puan fazla oy almış olsaydı bu zevatın “onur” çıkışlarına, kahramanca eleştirilerine ve adeta bir şövalye asaleti kokan tavırlarına asla şahit olmayacağımızı adım gibi biliyorum.
Şimdilik bir suni teneffüsle de olsa demokrasiye ve hukuk devletine yeniden hayata dönme imkanı veren 7 Haziran seçimleri, görünen o ki, demokrasi ve hukuk devletinden belki de daha ziyade bu zevatın çok uzun zamandır yarı ölü vaziyetteki izzet, onur ve haysiyetinin dirilmesine yol açmış. Şundan eminiz ki 7 Haziran seçimlerinin sonuçları olduğu gibi olmasaydı ne Abdullah Gül, elçisi vasıtasıyla da olsa, bir cesaret devrimi yapabilecekti, ne Gül’e yakınlığıyla bilinen “duayen” gazeteciler keyfilikler ve hukuksuzluklara karşı yaylım ateşine başlamaya cüret edebileceklerdi.
7 Haziran o kadar mucizevi ve müthiş bir siyasal terkip ortaya koydu ki, bu terkip kendilerini AKP ve Erdoğan’ın anti-demokratik ve hukuk dışı savrulmalarını savunmaya adamış olan ve bu uğurda sergiledikleri dipsiz ilkesizlikleriyle medya tarihine birer kara leke olarak geçen bir kısım yandaş gazetecilerde bile bir rehabilitasyon etkisi yaptı. O kadar ki AKP’li bazı siyasetçi, gazeteci ve akademisyenler 17/25 Aralık 2013’te ortalığa saçılan kirli ilişkilerin, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun, rüşvet ve yolsuzluk skandallarının bile aniden farkına varıverdi. İşte tüm bunlar hep 7 Haziran aydınlanması veya 7 Haziran çarpmasından.
AKP’li bakanların, siyasetçilerin ve sarsılmaz sanılan despotik Erdoğanizm rejimine iman etmiş lejyoner kalemşörlerin birbirlerine girmek pahasına sergiledikleri bu gecikmiş ani aydınlanma 7 Haziran’la ortaya çıkan AKP’deki şizofrenik ruh haletinin, bozgun havasının ve gümbürtülü ve görkemli bir çöküşün ilk dalgasının güçlü emareleri niteliğinde. Mukadder gidişatın, türlü zulümler ve despotluklarla yüklü dev AKP gemisinin kaçınılmaz batışının ilk çatırtılarını erken fark etmekte mahir olanlar buldukları kırık dökük filikalarla acemice kaçma ve kendilerini kurtarma telaşındalar. Bu şatafatlı batıştan kendilerini kurtarma telaşına kapılanlar bir taraftan da korsanlıkla, hırsızlıkla, yolsuzlukla edinilen her türden zenginlikleri taşıyan bu dev geminin enkazının oluşturacağı mirastan en büyük payı alma yarışındalar.  
Bu zevatın işi hiç de kolay değil. Sağlı sollu esen sert fırtınaları, her yönden akın eden dev dalgaları maddi ve siyasi çıkar peşinde keskinleştirdikleri ustalaşmış sezgileriyle kestirmeye ve ona göre pozisyon almaya çabalamak zorundalar. Bu canhıraş, acınası ve umutsuz çabalarıyla, kirli ilişkilerin damga vurduğu kokuşmuş bir devrin mağdur ettiği tüm toplumsal kesimler için seyir keyfi yüksek olan ama insani açıdan da tahammül edilmesi zor bir pejmürdelik, ikiyüzlülük, mürailik sergiliyorlar.
 İşte böyle bir ortamda bazıları, özellikle 17/25 Aralık yolsuzluk skandalının patlamasından sonra, yalanlar, iftiralar ve tehditlerle bezeyerek sergiledikleri ilkesizliklerini ve yaptıkları büyük zulümlerle işledikleri günahları sanki millete kolayca unutturmayı başarabilecekleri gibi sebebini hiç bilemeyeceğim büyük bir iyimserlik içerisinde hareket ediyorlar. Aldıkları kararlarla Erdoğan’ın keyfiliklerinin ve hukuksuzluklarının hala payandası oldukları halde, görgüsüzlük abidesi dev masalar etrafına üşüşüp dini ve ahlaki ne kadar değer varsa AKP iktidarını tahkim için hala bozuk para gibi harcadıkları halde kendilerini olup bitenden soyutlamaya çalışanların zavallı hallerini gördükçe onlar yerine ben büyük bir utanç yaşıyorum.
17/25 Aralık 2013’te somut delilleriyle ortalığa saçılan yolsuzluk, rüşvet ve talanın üzerine gitmek yerine, bu rezillikleri ortaya çıkaran savcı/hakim ve polisleri darbecilikle suçlayan ve o günden beri yürütülen her türlü cadı avının parçası olanların bugün 17/25 Aralık denince akla gelen ilk ismi tanımıyormuş gibi davranması ve buna insanların inanmasını beklemesi tam bir ibretlik vaka. Türkiye’yi bir demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkarıp adi bir despotluğa dönüştürecek her hamlenin içinde olan birilerinin çıkıp sanki bu kepazelikte hiç payları yokmuş gibi insanların aklıyla alay edebilmesi tek kelimeyle mide bulandırıcı.
Hiçbir suçları olmayan masum insanlara yönelik yürütülen cadı avına yönelik kabinede alınan tüm hukuksuz kararlarda imzası, parlamentoda çıkarılmak üzere verilen anti-demokratik yasa tekliflerinde desteği, bu yasaların oylandığı parlamentoda oyu olanlar şimdi çıkmış hiç utanmadan, yüzleri hiç kızarmadan izzetli insan rolü kesebiliyorlar. Aşağılık bir cadı avının parçası olanlar, yolsuzlukların ve hırsızlıkların üstünü kapayanlar, bizden herhalde bütün bunlarla hiç ilişkileri yokmuş gibi davranmamızı bekliyorlar. Hukukun verdiği yetki ve sorumluluklar çerçevesinde bulundukları konumun hakkını vererek tarihin en büyük yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık skandalını ortaya çıkaran kamu görevlilerine “darbeci” yaftası yapıştıran sanki kendileri değilmiş gibi, saygıya değer ilkeli, onurlu ve ahlaklı siyasetçiler olduklarına inanmamızı istiyorlar. Bu halleriyle ne kadar zavallı bir duruma düştüklerini göremiyorlar.
Yaptığı İran’ın uluslararası finans sistemi tarafından illegal ya da yarı legal kabul edilen enerji paralarını aklamaktan, bu paraları altına çevirerek İran’a transferden ve bunu yaparken bazılarının kendisini “hayırsever” olarak görmesini sağlayacak bir sahte imajı yüksek meblağlar ödeyerek rüşvetlerle satın almaktan ibaret olan tarihimizin en büyük yolsuzluk skandalının kilit ismi olan Reza Zarrab’ı ve devletin bütün kılcallarıyla birlikte en tepesine kadar uzanan kirli ilişkilerini korumak adına ülkeyi yangın yerine çevirenler şimdi çıkmışlar kendilerinin erdemli, onurlu, haysiyetli insanlar olduklarına inanmamızı bekliyorlar.
Türkiye’den İran’a kirli para transfer eden bir adama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın huzurunda “şampiyon ihracatçı” ödülü vermek için sahne alan isimlerden Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, gelen tepkiler üzerine çıkmış “Zarrab’a ödül vereceğimi bilseydim o karenin içinde yer almazdım, çok üzüldüm!” diyor. AKP, 7 Haziran’da aldığından 3 puan fazla oy almış olsaydı bu tavrı asla göstermeyecek olan bir insanın trajedisidir bu sözler. Kaldı ki ben Kurtulmuş’un hangi kareden bahsettiğini ve neye üzüldüğünü de doğrusu anlayabilmiş değilim.
Bahsettiği Zarrab denen adamın yer aldığı fotoğraf karesi ise lütfen birileri Kurtulmuş’a tam 18 aydır o karenin tam ortasında olduğunu hatırlatsın. Tıpkı bütün diğer AKP’li bakanlarla birlikte Kurtulmuş da o kepaze karenin ta göbeğinde yer alıyor. Boşuna zahmet edip yerini yadırgıyor gibi hiç yapmasın. Çünkü Kurtulmuş, yolsuzlukların üzerini örtmek için canhıraş çaba harcayan, masum insanları ise despotlukla hapse attıran Erdoğan, AKP hükümeti, parti teşkilatı, parti üyeleri ve yandaş medyalarıyla o karenin sadece içinde değil, o rezil karenin mimarları arasında da.
 Hiç kimse kusura bakmasın! Somut delilleriyle yolsuzluklarının, rüşvetlerinin ve hırsızlıklarının bir kısmı ortaya saçıldığı halde ve bu skandalın patlak vermesinden bu yana geçen 18 ay boyunca yapmadıkları hukuksuzluk ve zulüm kalmamasına rağmen, 7 Haziran’da AKP’ye destek verip, suçlarına ortak olan 18 milyon 720 bin 223 kişi de önlerinde bir arsızlık kara deliği gibi duran o karedeki yerlerine alışmalılar.


21 Haziran 2015 Pazar

Psikolojik bariyer


Halk 7 Haziran’da Türkiye’nin bir diktatörlüğe dönüşmesine “hayır” dedi. Farklı ideolojik çevrelerden seçmenler geleceğe yönelik farklı beklentileri çerçevesinde farklı siyasi partilere oy vermekle birlikte esas olarak Erdoğan liderliğinde Türkiye’nin despotik savrulmasına “dur” ihtarı verdi. Başlı başına çok kıymetli olan bu tarihi ihtarı, pratik sonuçlar doğuracak şekilde kullanmak görevi ise siyasi partilerde. Halkın yüzde 60’ının Erdoğan ve AKP’nin aşırılıklarına, rasyonaliteden uzak doymak bilmez ihtiraslarına, hak, hukuk, ahlak tanımaz despotluklarına, hukuksuzluklarına ve keyfiliklerine “hayır” dediği bir ortamda AKP dışında kalan siyasi partilerin bu mesaja kulak asmaması düşünülemez.
Tevile, yoruma, kaçamak analizlere hiç gerek yok. Sandıktan çıkan sonuçlar CHP, MHP ve HDP’ye teknik açıdan AKP iktidarını sona erdirecek aritmetik imkanı sunuyor. Bu hayati imkanın söz konusu üç parti tarafından layığınca değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ise günlerdir konuşuluyor. Herkesin gözü üç partinin ülkeyi bir uçurumun ta göbeğinden çekip alan halkın tarihi mesajına kulak asıp asmayacağında. Meclis’te, AKP dışında kalan, 292 sandalyenin müşterek ve birincil önceliği belli. Erdoğan’ın şahsi günahları ve ihtirasları; AKP’nin suça iştiraki ile yoldan çıkarılmış Türkiye’yi yeniden rayına oturtmak.
Bunun için yapılması gerekenler belli: Türkiye siyasal sistemini özgürlükçü, demokratik bir hukuk devleti ideali çerçevesinde restore etmek. AKP iktidarının, despotluklarına ve yolsuzluklarına muhalif tüm kesimleri düşman gören arkaik zihniyetinin devletin kurumlarını ve yargıyı silah gibi kullanmasının bir an önce önüne geçmek. Adalet duygusunu ortadan kaldıran, hukuka ve yargıya olan güveni sıfırlayan, toplumun geleceğe dair umutlarını karartan despotluğu sona erdirmek. Hiç saklama gereği bile duymadan hırsızlıkları, yolsuzlukları, kayırmacılıkları ve zulmü alenen ve pervasızlıkla gerçekleştirerek tüm ahlaki değerleri hiçe sayan çürümüşlüğü toprağa gömmek. Hukuken suç, dinen günah, ahlaken ayıp olan fiilleri gün be gün daha da normalleştirip olağanlaştırarak toplumun top yekun çürümesine yol açan kokuşmuş zihniyetle hesaplaşmak. İktidar gücüyle elde ettikleri dokunulmazlık ve cezasızlık konforunun verdiği şımarıklıkla suç üzerine suç işleyen yozlaşmış iktidar odaklarına yargı önüne çıkarmak…
Bu başlıklar altında yapılması gerekenler listesini istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Kürt sorununun çözümü konusu hariç CHP, MHP ve HDP’nin hiçbirinin yapılması gerekenler konusunda farklı düşünmediğini biliyoruz. Ancak bu üçlüden bazılarının halkın ne istediğini bilmiyormuş gibi hareket ettiğini şaşkınlıkla görüyoruz. Kafalarındaki psikolojik bariyerleri aşamayan bazı siyasiler halkın kendilerine bahşettiği imkanı çarçur etmenin maalesef işaretlerini veriyor. Bu partiler asgari müştereklerde buluşmak yerine, hiç olmaması gereken bir şey yapıyor ve ideolojik farklılıklara odaklanıyor. Erdoğan ve AKP’nin despotlukları, hukuksuzlukları, yolsuzlukları ile hesaplaşamaya dair seçim öncesinde verilen sözler adeta unutuluyor. Bu sayede, halkın kurtulmak istediğini açıkça gösterdiği despotluğun mimarı Erdoğan’a, yozlaşmanın banisi AKP’ye siyasette yeniden hak etmediği oyun kuruculuğu rolü göz göre göre bahşediliyor.
Yanlış anlaşılmasın, kimsenin birbirinden ideolojik olarak çok farklı CHP, MHP ve HDP’nin her konuda yüzde yüz anlaşmasını beklediği falan yok. Beklenen geçici süreli bir restorasyon hükümeti kurmaları ve yoldan çıkmış Türkiye’yi asgari düzeyde de olsa rayına oturtup, adil ve özgür seçim atmosferinde bir seçime gidilmesini sağlamaları. Azami 2 yıllık bir süre için, ağırlıklı olarak Meclis’in yasama faaliyetleri üzerinden, yapılması gerekenler belliyken MHP’nin HDP nefreti, HDP’nin MHP alerjisi halkın umutlarını gün be gün söndürüyor. Böylece, daha fazla güç elde etmek için hiçbir etik ya da hukuki ilkeye sadakat duymayan AKP’ye yeniden güç devşireceği bir süreci başlatmaya uygun bir zemin oluşturuluyor.
Başbakanlığı MHP’ye verme teklifi dahil CHP’nin sergilediği siyasi olgunluk ve yapıcı tavra karşılık MHP’nin ikircikli tavrı kafaları karıştırıyor. “Hatırla” sloganıyla AKP’nin ve Erdoğan’ın günah ve suç galerisini seçimlerden önce millete hatırlatan MHP’nin kendi hatırlattıklarını unuttuğundan şüphe ediliyor. MHP’nin sıklıkla AKP ile birlikte anılması hayal kırıklığına yol açıyor. Hele hele CHP’nin altın tepside sunduğu iktidar imkanını elinin tersiyle iten MHP ve lideri Bahçeli sanki iktidar olma fobisi taşıyan bir ekip görüntüsü veriyor.
Oysa demokrasilerde her siyasal parti iktidar olmak için yarışır. Demokrasilerin temel motivasyonuna ters bu yaklaşımın MHP ve Bahçeli’ye çok şey kaybettireceği ise aşikar. Eski homojen yapısından çıkmış, gösterdiği adaylar ve devşirdiği seçmen desteğiyle iyice kozmopolit bir hal almış olan HDP’nin desteğiyle kurulabilecek bir CHP-MHP koalisyonu yerine, onca despotluğu, günahı, suçu ve hukuksuzluğuna rağmen AKP’nin iktidarda kalmasına yardımcı olacak her hamle ülkeye olduğu kadar bu hamlenin paydaşlarına da büyük bedel ödetecektir.
Ekonomi, dış politika, yargı, sosyal barış, hak ve özgürlükler ve daha pek çok konuda Türkiye’yi bir sorunlar yumağı haline getiren AKP’ye payanda olacak bir parti kendi siyasal infaz kararını kendi elleriyle vermiş olacaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun aciliyetine rağmen halkın verdiği görevi yerine getirmemek için türlü mazeretler üreterek kendi psikolojik bariyerlerine ve fobilerine sığınan siyasi liderleri bu millet asla affetmeyecektir.