26 Mayıs 2025 Pazartesi

Erdoğan rejimi ile çözüm arayışına dair düşünceler...

Gökhan Bacık’ın gündeme getirdiği çözüm arayışına dair reaksiyoner bir şeyler yazmaktansa kıymet verdiğim bir arkadaşımın 2025 Ocak ayında bana yönelttiği bazı sorulara verdiğim cevapları paylaşmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Bu bağlamdaki yazışmalarımız kapsamındaki iki email içeriğini (bağlama oturması amacıyla yaptığım) çok küçük iki editle paylaşıyorum. 

 Birinci email (küçük editlerle) 

 (…) 

 Size biraz geç cevap vermeyi, sorularınız üzerine biraz düşüneyim diye tercih ettim. Kusuruma bakmayın. Düşüneyim dedimse bir şeyler de ortaya çıkmadı pek. Onun için de kusura bakmayın. 

Hocam, belki uzaktan da olsa hissediyorsunuzdur, ben Türkiye konusunda çok karamsarım. Erdoğan rejimi devam ettiği müddetçe uydurduğu “F…” maymuncuğunu iştihayla kullanmak isteyeceğini düşünüyorum. Çünkü, şekli şimali, ucu bucağı olmayan “F..” yaftası, toplumun muhalif herhangi bir kesimine karşı rahatlıkla kullanılma konforu sağlıyor. Öte yandan, ulusalcı, Avrasyacı, Ergenekoncu vesaire çevrelerin Erdoğan'la iş birliklerinin ana kolonunu da bu mesele oluşturuyor. 

Malumunuz, PKK ve Apoculuk yaftası sadece muhalif Kürtler ve bir kısım aşırı sol kesim için araçsallaştırılabilirken “F..”nün kullanım alanının sınırı yok. Bu yafta üzerinden otoriter bir rejim inşa etti ve bu rejimi daha da konsolide edebilmesi için istismara devam edecektir. Bu istismarın bir gereği ve neticesi olarak uyduruk gerekçelerle masum insanları grup grup gözaltına aldırtıp hapsetmeyi sürdürecektir. Böyle kullanışlı bir aracı elinden bırakmasını sağlayacak herhangi bir pazarlık gücünün mazlum kesimlerde olduğu kanaatinde değilim. “F..” propagandasıyla Hizmet mensuplarını kitlelerin gözünde PKK’dan bile daha fazla şeytanlaştırdığı için mazlumları herhangi bir genel af kapsamının dışında tutmakta da zorluk çekmeyecektir. Buna birinci zorluk diyelim. 

İkinci zorluğu ise, kanaatimce, Hizmet Hareketi’nin halen tüzel bir kimlik oluşturamaması teşkil ediyor. Tüzel kimlik eksikliği, devasa iddiaları ve sorunları cevapsız bıraktığı gibi, en kritik konularda bile muhatapları muhatapsız bırakma sorununu da beraberinde getiriyor. Diyelim ki, bahsettiğimiz ilk zorluk yok veya yok oldu, kim, hangi sıfatla anlaşma zemini oluşturmak için muhataplara muhatap olacak. Bu muhatapları kim, hangi yöntemle belirleyecek? Belirlenen kimseler kimleri temsil edecek? Meşruiyetlerini nereden alacaklar? Kapsayıcılıkları nasıl sağlanacak? Kitlelerin rızası nasıl alınacak veya oluşturulacak? Bu rıza hangi kanallarla irade oluşumuna katkı verecek? Raporda (2019) bu soruna enine boyuna dikkat çekmeye çalışmış, en kötü halin bu muhatapsızlık hali olduğunun altını çizmeye gayret etmiştim. Üstelik o zaman Hocaefendi hala hayattaydı. Bu sorun daha da derinleşerek varlığını sürdürüyor. 

Üçüncü ve bana göre en büyük zorluk ise, (varsayalım ki bir tüzel kişilik ve meşru bir temsil entitesi oluşturuldu) ilkesel/ahlaki duruşu terk etmeden, bugüne kadar savunulan her şeyi yutup yalamadan bir anlaşmanın olamayacağıdır. Binlerce insan tonlarca acı ve ızdırap çekti ama büyük ölçüde (temelli/temelsiz) ahlaki üstünlük duygusuna dört elle sarılarak bu acı ve ızdıraplara karşı dayanıklılık göstermeye çalıştı. Kanaatimce bu ahlaki duruşu bütün bütün terk etmeden böyle bir anlaşmanın zeminini oluşturabilmek zor. Peki, zulüm altında yaşamaya devam eden mazlumların kaçta kaçı ne pahasına olursa olsun böyle bir anlaşmaya razı olur? Bu konuda bir çalışma, bir kamuoyu/nabız yoklaması var mıdır? Erdoğan rejiminin, 2013’ten beri yaşattıklarını meşrulaştıracak böyle bir süreci nasıl tepe tepe kullanacağını düşünmek bile kâbus olur. Benim hissiyatım, Erdoğan gibi bir ahlaksızın önünde eğilmektense yok olmak evladır. Tabii, bu benim şahsi duruşum. 

Kıymetli Hocam, “Peki ne yapacağız öyleyse?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bir dizi düşüncemi sıralayayım: 

1) Türkiye’de kalanlar ve kalmaya devam edecek olanlar bugünkünden bile daha düşük profilde pozisyon almalılar. 

2) Çıkabilen/çıkarılabilen kim varsa (eğitim, yatırım, extraordinary yetenekler için özel yeşil kart, yeşil kart piyangosu, kaçak yollar) bir yolunu bulup ülkeden çıkarılmalı. 

3) Türkiye’dekiler homojen gruplaşmalardan uzaklaşmalı, mümkün mertebe hak/hukuk, özgürlük temelli heterojen oluşumlarda (parti, NGO, insan hakları örgütleri vs) roller üstlenmeli, grup aidiyetinden sıyrılıp meşreplerine uygun toplumsal aktörler haline gelmeye çaba harcanmalı. 

4) Hizmet mensuplarının mağduriyetlerini ve mazlumiyetlerini aşırı egosantrik ve propagandist yaklaşımlardan uzak kalarak kamunun genelinin sorunlarından bir sorun olarak zamana yayılı bir şekilde anlatmanın, mağduriyetleri gidermenin zeminini oluşturmaya gayret etmeliler. Sürekli mağduriyet anlatısı hem anlatanı hem muhatabı yorabiliyor ve “compassion fatigue” denilen bir nevi merhamet yorgunluğuna veya duyarsızlığına yol açabiliyor. Hizmet mecraları maalesef yıllardır aşırı (ve önemli ölçüde egosantrik) mağduriyet anlatımıyla ciddi bir doz aşımına yol açmış bulunuyor. Böylece muhataplar nezdinde bu mağduriyet anlatıları propaganda kategorisine indirgeniyor. Oysa çok farklı temalar ve anlatılar içerisinde doz aşımına gitmeden bin bir dil ve üslupla mağduriyetlerden bahsedilebilse inandırıcılık ve etkide daha başarılı olunabilir. 

5) Yurtdışında yapılan bazı alengirli yayınlar bir kısım insanlarda (yıkılmadık ayaktayız, hala iriyiz/diriyiz, elimiz en derinlere kadar ulaşıyor şeklinde bir duyguyla) heyecan uyandırsa da bunlar sürecin sona ermesine katkıdan ziyade Türkiye’deki zulüm makinasını diri tutmaya ve çarklarına yağ sürmeye yarıyor. Sadece Hizmet mensuplarının mağduriyetleri değil, geneli ilgilendiren insan hakları/özgürlükleri ve ilkesel demokrasi hak/hukuk savunusuna devam edilirken, kozmik habercilik peşindekileri yaptıklarını yeniden düşünmeye cesaretlendirmek gerekiyor. 

Sorduğunuz sorulara tatmin edici cevaplar veremediğimin farkındayım. Kusura bakmayın. 

 ** 
 
İkinci Mail (küçük editlerle) 

(…) 

Hizmet ile Erdoğan rejimi arasında asimetriyi bile aşan çok ciddi bir güç dengesizliği mevcut. Bu güç dengesizliğinden dolayı herhangi bir teşekkül oluşturarak pazarlık masasına oturmak ve ciddiye alınmayı beklemek bana çok muhal ve bir o kadar da naif geliyor. “Erdoğan ve rejimi, Türkiye’de ve etki edebildiği diğer coğrafyalarda, 85 milyonluk bir ülkenin imkanlarını seferber/istismar ederek, istediği gibi at oynatabiliyorken hangi motivasyonla pazarlığın tarafı niye olsun?” sorusunun cevabını bulmadan ifade etmiş olduğunuz herhangi bir maddeyi konuşmak bana yersiz geliyor. “Hizmet’in, Hizmet adına konulacak şartların takibi ve bu şartların gerçekleştirilmesi adına ne gibi bir müeyyide gücü var?” konusu da aynı ölçüde cevabının bulunması gereken bir diğer soruyu teşkil ediyor. 

Mevcut şartlar altında, mağduriyetlerin giderilmesine matuf Hizmet’e özel onurlu diyebileceğimiz herhangi bir pazarlık ve anlaşmanın mümkün olabileceğine ihtimal vermiyorum. Bunun yerine, ulusal ve uluslararası dinamikleri de harekete geçirerek, Türkiye’nin yeniden hukuk ve demokrasiye, özgürlükçü değerler eksenine dönmesini sağlamak yönünde çabalar harcanması, belki daha uzun vadeli olacak ama, bana daha anlamlı geliyor. Ancak böyle bir şey gerçekleşirse hukuksuzlukların durabileceğini, bazı hak gasplarının giderilebileceğini düşünüyorum. “Şunu yaparsanız, biz de bunu yaparız” kategorisinde sayılanların ancak (PKK-Rejim, Hamas-Netanyahu hükümeti örneklerinde olduğu gibi) asimetrik dahi olsa aralarında belirli bir güç dengesi ve iyi-kötü/meşru/gayri meşru yaptırım potansiyeli olan unsurlar arasında olabileceğini düşünüyorum. Hizmet ile Erdoğan rejimi arasında böyle bir güç dengesinden bahsetmemiz ne kadar mümkün? 

Önceki mailde de kısaca değindiğim gibi, yapılması gereken, Erdoğan rejiminin zaten ülkede neredeyse tamamen talan ettiği, yurtdışında ise pek çoğunu kontrol altına aldığı assetleri masaya sürerek yürütülecek bir pazarlıkla anlaşmaya varmak değil. Türkiye’nin top yekûn demokrasi ve hukuk devletine dönmesini temin edecek çabaların içerisinde olmak. Bu çabalardan orta ya da uzun vadede sonuç alınır alınmaz mevzuu ayrı bir konu. Bendeki kanaat Erdoğan rejimi gitmeden veya demokrasi ve hukuka dönülmeden bu zulmün bitmeyeceği, bahsettiğiniz tavizlerle sorunların çözülemeyeceği yönünde. 

(…)